Hastalıklar, Maddi ve Manevi Sebepleri | Tek Parça
Soru: Allah neden hasta olmamıza izin vermektedir? Hastalıkların maddi ve manevi sebepleri var mıdır? Eğer öyleyse maddi sonuçları gibi manevi sonuçları da olacaktır. Bu durumda maneviyatın maddi hayatımız üzerindeki etkisi ile maddiyatın manevi hayatımız üzerindeki etkilerini nasıl anlamamız gerekir?
Cevap: Maddi alem ile manevi alem, tabiri caizse bir pastanın farklı katmanlarına, bir kâğıdın iki farklı yüzüne ve bir robotu yöneten yazılım ile o robotun kendisine benzetilebilir. Bunlar birbirleriyle karşılıklı bir ilişki hâlindedir, birbirlerine paralellikleri vardır ancak farklı alanlardır.
Maddi alem ile manevi alemdeki olan bitenin birbirleri üzerinde farklı etkileri de söz konusudur. Bu nedenle birisinde olan bir olay diğerinde herhangi bir şeyi meydana getirebilir, dönüştürebilir veya yok edebilir. Yani her iki alemin herhangi birinde gerçekleşen değişiklikler, paraleli olan diğer alemde de değişiklere neden olur.
Örneğin bir insan, temiz olmayan yerlerde yaşayıp kötü ve bozuk besinlerle beslendiği için hasta olabilir. Bu durum, maddi alemin kendi içindeki bir etkileşimdir. Ancak aynı insan temizliğe ve sağlıklı beslenmeye dikkat ettiği hâlde anne babasına kötü davranması, onların kalbini kırması, sadaka vermemesi, hasta bir insanı kınaması gibi nedenlerle de manevi alemde onun için bir hastalık emri verilmesi nedeniyle bir hastalığa yakalanabilir. Benzer şekilde herhangi bir hastalıktan muzdarip olan bir insan sadaka vermesi, bir hastanın ihtiyacını gidermesi, ciddi ve samimi bir dua ile Allah Teala’ya yönelmesi gibi nedenlerle hakkında o hastalıktan kurtulma emri verilmesi nedeniyle şifa bulabilir.
Her iki alem arasında bir ilişki ve etkileşim olmasının yanında maddi alemin kendi içinde kuralları vardır ve bu alem kendi kuralları ile işlemektedir. Manevi alemin de kendine özgü kuralları vardır ve o alem de bu kurallarla işlemektedir. Ancak maddi-manevi alemler arasındaki etkileşimler konusunda bizler için şöyle bir dengesizlik söz konusu olabilmektedir: Maddi sebeplere daha çok önem verenler manevi sebepleri yok sayabilmektedir. Maneviyatı ciddiye alan insanların çoğu da maddi sebepleri görmezden gelebilmektedir. Halbuki her iki alem arasında kendilerine göre işlemelerinin yanı sıra birbirleriyle de paralellik söz konusudur. Allah Teala yaratırken paralel yaratmaktadır.
Farklı bir örnek verelim: İnsan öfkelenince adrenalin salgılanır. Aynı insan öfkeli değilken, sakin bir hâldeyken ona adrenalin verilse bu sefer onda öfkeye benzer hâller oluşur. Yani psikoloji biyolojiden etkilenebildiği gibi biyoloji de psikolojiden etkilenebilmektedir.
Benzer bir etkileşim hatta benzer bir neden sonuç ilişkisi maddi alem ile manevi alem arasında da geçerlidir.
Yine bunun gibi, bir insan trafikte aracıyla seyir halindeyken emniyet kemerini takması, diğer araçlara ve yol durumlarına dikkat etmesi, aracının hava yastıklarının olması gibi nedenlerle herhangi bir kazadan hafif hasarla veya can kaybı ve ağır yaralanma olmadan kurtulabilir.
Diğer yandan sadaka veriyor olduğu için de ağır bir kazadan kurtulabilir.
Aynı şekilde o gün yola çıkmadan önce “Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil Ardi ve lâ fissemâi ve hüves-semi’ul alim.” şeklinde sünnette geçen korunma dualarından birini okuduğu için de kurtulabilir.
Dua etmediği hâlde maddi alemin kanunlarına (sebeplere) uygun davrandığı için kurtulabileceği gibi maddi alemin kanunlarına uygun davranmayıp sadece dua ettiği için de kurtulabilir.
Bunların hepsi mümkündür ve vakidir.
Hastalıkların Varlık Sebebi ve Hikmetleri
Maddi alemin kendine ait sistemi, kuralları ve işleyiş mekanizması açısından hastalıklar gibi arızî durumların ortaya çıkması son derece doğaldır. Ayrıca hastalıkların insanı manevi anlamda geliştirme potansiyelleri de vardır ki Hastalıkların Hikmetleri başlığında bunlara ayrıca değinilecektir.
Diğer yandan hastalıkların insanlığı maddi anlamda geliştirme potansiyelleri de vardır ve zaten tıp ilmi hastalıklar üzerinden gelişen bir ilimdir.
Bu noktada Allah Teala’nın yaratmasında bir kusur olmaması, Allah’ın kullarına karşı merhametli olması, kullarının iyiliğini istemesi, kullarına asla zulmetmeyeceğini açıkça beyan buyurması gibi hususlarla hastalık gibi arızî durumların varlığını bir arada değerlendirmek bazı zihinler için kafa karıştırıcı olabilir.
Evet, Allah Teala’nın yaratmasında hiçbir kusur, noksan ve hata yoktur. Allah Teala kullarına karşı kendisinden başka hiç kimsenin olamayacağı kadar merhametli ve şefkatlidir. Kullarının iyiliğini O'nun kadar isteyen başka birisi yoktur ve olamaz. O, kullarına asla zulmetmez. Dolayısıyla kulları için takdir ettiği her şey tamamıyla hayırdır, adalettir, rahmettir, merhamettir. Ancak bunlardan birisi bazen diğerinin önüne geçebilir. Yani bir kuluna merhameti daha baskın iken diğer kuluna adaleti daha fazla tecelli etmiş olabilir. Ama adalet; rahmet ve merhamete zıt olmadığı gibi rahmet ve merhamet de adaletle muameleyi gerektirecek hususların görmezden gelmeyi gerektirmez.
Hastalıkların Hikmetleri
Hastalıkların hikmetleri denilince bir insanın hasta olmasından beklenen asıl sonuçlar anlaşılır. Yani önemli olan hastalığın kendisinden çok o hastalığın hasta olan kişiye ne kazandırdığıdır. Bu da hastanın kendisine, varlığa ve hastalığa bakışı ile doğrudan ilgilidir.
Bu bağlamda hastalığın çeşitli hikmetleri şu şekilde sıralanabilir:
Birincisi: Hastalık hasta için biyolojik bir arıza olsa da hakikat noktasında değerlendirilmesi gereken bir fırsat gibi görülebilir. Çünkü insanın ömür sermayesi kısıtlıdır. Bu ömür sermayesi ahirette meyve verecek şekilde değerlendirilmelidir. Hastalık da insanın ömür sermayesini kazançlı bir yatırıma dönüştürme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla hastalık, insanın dünya hayatını ahireti adına bereketli bir hâle getirebilir.
İkincisi: Hastalığa karşı hastaların sabır göstermeleri, yani hastalık nedeniyle Allah Teala’nın takdirinden şikayetçi olmamaları, şifayı aramalarının yanında Allah’ın hükmüne de razı olmaları ilahi bir emir ve tavsiyedir. Bir yandan şifa ararken diğer yandan sabırlı olmak birbirine zıt davranışlar değildir. Çünkü her ikisi de Allah Teala’nın emir ve tavsiyeleridir. Bir sonraki seviyede ise hastalığa karşı şükretmek yer almaktadır. Çünkü hastalığın manevi kazanç anlamında getirdiği fırsatlar iyi değerlendirilirse bu durumda Allah Teala’ya şükretmek de gerekecektir. Hastalık kadar insan ömrünü ahiret adına bereketlendiren çok az şey vardır. Buradaki şükretmek elbette “İyi ki hasta oldum, beni hasta ettiğin için sana şükürler olsun Allah’ım!” manasında bir şükür değildir. Hastalığın getirdiği fırsatlar için şükretmek başkadır hastalığın kendisi için şükretmek başkadır. Burada şükrü gerektiren şey hasta olmak değil, hastalık gibi zahiren eziyetli görünen bir durumun içinde bile Allah Teala’nın kuluna karşı merhameti ve ihsanını, keremini fazlalaştırmasıdır. Bunun sonucunda hastanın hasta olarak geçirdiği bir saatin sabır şartıyla yüzlerce saatlik ibadet hükmünü alması elbette şükredilmesi gereken bir durumdur.
Üçüncüsü: İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve sadece lezzet almak için gelmemiştir. Çünkü bakıyoruz ki insan, canlılar türünün en mükemmeli, en gelişmişi olduğu hâlde geçmişin pişmanlıkları, geleceğin kaygıları gibi pek çok elem içinde yaşayıp öylece ölüp gitmektedir ve çoğu insan meşakkatli bir hayat geçirmektedir. O hâlde insanın bu dünya hayatında farklı bir amacı, bir misyonu olsa gerektir. Bu misyonu yerine getirmesi için de kendisine gerekli sermaye verilmiştir. Bu sermaye de başta onun ömür süresi, sonra kendisine bahşedilen maddi ve manevi donanımlarıdır. Hastalık gibi arızî durumların hiç olmadığı bir dünyada, her şeyin mükemmel seyrettiği bir ortamda insanın gaflete düşmesi kaçınılmazdır. Ölümlü bir varlığın ölümü hatırlatan işaretlerden habersiz ve bağımsız yaşaması gibi bir durumdur bu. O hâlde insana hastalık gibi gözünü açtıracak, ölümün ve ahiretin olduğunu hatırlatacak uyarıcılar lazımdır. Bu nedenle hastalık hiç aldatmayan, her zaman ölüm denilen mutlak gerçeği gösteren bir mürşit gibidir. Bunu düşünerek hastalıktan şikayet etmek yerine ona teşekkür etmek gerekecektir. Eğer hastalık ağır ve eziyetli ise şifayı aramak için gayret etmek gerektiği gibi sabır ve duayla da Allah’a sığınmak en mantıklı davranıştır.
Dördüncüsü: İnsanın vücudu, ona verilen organlar ve cihazlar, akıl ve ruh gibi donanımlar insana ait değildir. Onları insan var etmemiştir. Onlar başkasının malıdır ve mal sahibi malı üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bu tasarruf esnasında insanın “Ama canım yanıyor.” gibi sızlanmalarında bir haklılık payı görülebilir. Ancak bu görüntü hakikatte yanıltıcı olmasına rağmen Allah Teala keremi ve merhameti nedeniyle kulunun canının yanmasını karşılıksız bırakmamaktadır. “Karşılık vermesin ama canımı da yakmasın.” şeklinde çocukça bir serzeniş ise hem realite açısından hem akıl ve mantık açısından hem maddi-manevi alemlerin işleyiş mekanizması açısından abes olacaktır. Ayrıca can yanması, hastalığın sadece tek bir yönüdür ve sabırsız-aceleci insanların vehmettiği gibi meselenin tek yönü değildir. Hastalık gibi durumlar kainattaki genel değişim ve dönüşümün bir türüdür. Allah Teala, kendi isimlerinin nakışlarını göstermek, kendisini kullarına tanıttırmak gibi hikmetlere binaen kullarını hâlden hâle sokar, evirir, çevirir, değiştirir. Bu değişimler içinde hastalıklar gibi şifalar da vardır. Yani hastalıklar kadar şifa ve afiyet durumları da bu değişim sürecine veya döngüsüne dahildir. Açlık ve tokluk, zenginlik ve fakirlik, cahillik ve bilginlik durumları da bu döngüye dahildir. Musibet zamanları kadar afiyet ve selamet zamanları da bu döngüye dahildir.
Beşincisi: Hastalık genel olarak kaçınılması gereken bir arıza olarak görülse de bazı insanlar için ilahi bir ihsan hükmüne geçebilir. Hayır gördüklerimizde şer, şer gördüklerimizde hayır olabileceği1 zaten doğrudan Allah Teala’nın beyanıdır ve başımıza gelenleri değerlendirirken başvurmamız gereken altın bir ölçüdür. Bu bağlamda Allah Teala’nın bazı insanlara kendisinden uzaklaştıracak servet ve makam vermemesi gibi bazılarına da kendisine yaklaşmalarında daha çok katkı sağlayacak bir takım bela ve musibetler takdir etmesi mümkündür. Örneğin gençliğin getirdiği heyecan, pek de akıllıca sayılamayacak aksiyonlar, hayatını daha hızlı ve haz eksenli yaşama eğilimi gibi nedenler gençlikte gafleti daha yoğun hâle getirebilmektedir ve bu sık karşılaşılan bir durumdur. Böylesi bir durumda özellikle kronik hastalıklarla uğraşmak zorunda kalan gençlerin ahiretlerini diğerlerine nazaran daha fazla düşündüklerine sık rastlanır. Bediüzzaman, kendisinden dua isteyen böyle gençlere şu cevabı vermektedir: “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık, vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir… Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, her hâlde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattir. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.”2
Altıncısı: İnsan aklı geçmiş ve gelecekle fazlasıyla meşgul olmaya eğilimlidir. Hatta bugünden çok geçmiş ve gelecekle ilgilenir. Bu da çelişkili duyguları beraberinde getirir. Örneğin geçmişindeki sıhhatli, afiyetli, huzurlu, madden ve manen rahat olduğu günleri hatırlayan bir insan bugününde aynı durumda değilse o günlerdeki selametli ruh hâlini bugün hatırlayınca tam tersi duygular yaşayacaktır. Geçmişindeki hastalıklı, huzursuz, madden ve manen darlık içinde olduğu günleri hatırlayınca da bugün o durumda değilse bir nebze de olsa şükürle ve ferah duygularla dolacaktır. Madem geçmişi ve geleceği düşünmenin beraberinde adeta zorunlu olarak getireceği bazı duygular vardır. O hâlde şimdiki zaman dilimi içinde bulunulan hastalık durumunun gelecekteki hâli üzerinde düşünüp şimdiki hâlin geçiciliğini hatırlamak daha akıllıca olacaktır. Evet, şimdiki zaman içinde hasta olan birisi bir süre sonra Allah’ın izni ve keremi ile iyileşecektir. Bu durumda şimdiki zamanı geçmiş zaman hâline gelecektir ve bu zamanlarını ileride şükürle ve ferah duygular içinde hatırlayacaktır. O hâlde hastalıkların geçmişi ve geleceği kuruntular, vesveseler, keşkeler ve acabalar ile düşünmek yerine pozitif bir şekilde düşünme eğitimi de verdiği, vermesi gerektiği söylenebilir.
Yedincisi: Gaflet insanın zihnen ve duygusal açıdan Allah’ı ve ahireti unutması, doğal olarak da Allah ve ahiretle irtibatlı hakikatleri hatırına getirmemesi olarak tanımlanabilir. Böyle bir gaflet hâlinin süresi ve yoğunluğu kişiden kişiye değişebilir. Allah Teala da fazlından ve kereminden kendi varlığını, ahireti hatırlatmak için insanlara hastalık takdir buyurmuştur denilebilir. Bu da hastalıklar gibi her türlü dünyevi musibete karşı ayet ve hadislerde beyan buyurulan hakikatlerden anlaşılan bir husustur. Çünkü dünyayı fazlasıyla seven, bu nedenle de ahireti ve ölümü aklına bile getirmek istemeyen, dolayısıyla gaflet katsayısı görece biraz daha fazla olan bir Müslümanın, hastalandığı zaman dünya zevklerinden geri kaldığı için üzülmesi asıl üzülmek gereken bir hâldir. Eğer dünya daimi olsaydı, yolumuzda ölüm olmasaydı, ayrılık ve yok olup gitme rüzgarları her gün her dakika esip durmasaydı, hastalığın ve benzeri dünyevi musibetlerin varlığına üzülmek, bu musibetlere uğrayanlara fazlasıyla acımak anlamlı ve mantıklı olabilirdi. Ancak dünya hastalara olduğu kadar sağlıklı insanlara da bir gün “Haydi, size ayrılan sürenin sonuna geldiniz. Şimdi dışarı!” diyecek. O hâlde muhabbet, rağbet ve bağlanma gibi yetilerimizi dünyaya yönlendirmek ve onda sabit kılmak hiç de anlamlı, mantıklı, tutarlı bir davranış olmayacaktır. Bizi bir gün kovacak olanı şimdiden kalbimizden kovmak ondan ayrılma zamanı geldiğinde çok işimize yarayacaktır. Hastalıklar da bu hakikati ve dünyadaki asıl vazifemizi hatırlatmaları açısından aslında sadık birer haberci, hayırhah bir dost hükmünde sayılabilirler.
Sekizincisi: Kur’an’da defaatle “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”3 buyurulması, ve insanların çoğunun şükretmediği4 gerçeğinin defalarca hatırlatılması ,insandaki nankörlük ve asıl nimeti vereni unutma gibi bir damarın ne kadar güçlü olabileceğini, dolayısıyla bu damarın gücünün bir şekilde zayıflatılması gerektiğini ihtar etmektedir.
Bu bağlamda hastalıkların insanın bu nankörlük damarının gücünü zayıflatmasına olumlu etkileri olduğu söylenebilir. Özellikle bir nimetin kıymetini o nimet elinden gidince anlamak olarak bildiğimiz insani özelliğin bir parça da olsa kırılabilmesi çok önemlidir. Örneğin mide rahatsızlığı olan bir hastanın midesinin ve sindirim sisteminin kıymetini hasta olunca anlaması veya hasta olunca daha iyi anlaması, bu anlama hâlinin onu şükretmeye yönlendirmesi; sabır göstermek ve şifa aramak gibi girişimleri terk etmemesinin yanında çok önemli bir kazanç sayılmalıdır.
Dokuzuncusu: Hastalıkların; Müslümanların veya müminlerin günahlarına kefaret olmaları gibi bir özelliği vardır. “Bir Müslümana herhangi bir musibet, sıkıntı, keder, üzüntü, eziyet, gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.”5 hadisinin manası açıktır.
Yine Efendimiz (sas) Ümmü Saib isimli bir sahabinin yanına gelerek onun hastalığını sorar. Sahabi “Sıtmaya yakalandım, Allah onun hayrını vermesin” gibi hastalığa karşı olumsuz bir söz söyler. Efendimiz de (sas):
–“Sıtmaya sövme; çünkü o, körüğün demirin kirini ve pasını giderdiği gibi insanoğlunun hata ve günahlarını giderir.”6 buyurur.
Hadislerden anlaşılan o ki; insan bir hastalığa sadece hastalık olarak, onun vücuduna verdiği acı ve diğer olumsuzluklar açısından bakmamalıdır. Hastalığın tek bir yönü yoktur. Bazı maddi sebep ve sonuçları olduğu gibi, manevi sebep ve sonuçları da vardır. Dolayısıyla hastalığın maddi sebep ve sonuçlarıyla olduğu kadar manevi sebep ve sonuçlarıyla da ilgilenmeli, meselenin o yönüne de dikkat etmelidir.
Diğer yandan günahlarımız bizim manevi dünyamız açısından asıl hastalıklarımızdır. Üstelik günahları önemsememek, ahireti çok da ciddiye almamak bu hastalıkların en belalılarıdır. Bu manevi hastalıklardan kurtulmanın bir yolu olarak da Allah Teala maddi hastalıkları takdir etmiştir denilebilir.
Onuncusu: Hastalığın asıl korkutucu yanı insanın ölümle arasındaki engellerin kalktığını, mesafenin kısaldığını hissetmesidir. Bazı hastalıkların ölümle sonuçlanması da hastalığın şiddetine göre hastaları endişelendirir ve bu normal bir durumdur. Ancak hatırlanmalıdır ki çok ağır hastaların uzun süre yaşadığı, kendini sağlıklı hisseden bazı kişilerin o ağır hastalardan daha önce öldüğü de sayısız örnekleriyle ortada olan bir gerçektir.
Diğer yandan ecel, zaten takdir buyurulduğu zamandan önceye ve sonraya alınacak değildir.7 Ayrıca ölümü yaratan, ondan kaçış olmadığını, korunaklı kalelerde olsak dahi ölümün bizi gelip bulacağını açıkça beyan etmektedir.8
Dolayısıyla insanın ölmemek için sağlığına dikkat etmesi, ölümden tamamen uzak kalmak amacıyla yapılacak bir davranış değildir. Böyle bir dikkat, öncelikle doğal bir eğilim olduğu sonrasında ise bu konudaki dikkatsizliğin kendine zarar vermek olması, bunun da insan doğasına aykırı olması nedeniyledir. O hâlde ölümden fobi derecesinde bir korku makul olmadığı gibi ölüme karşı tamamen kayıtsız kalmak da insan doğasına aykırıdır.
Ayrıca ölümün yaratılan bir şey olduğunu biliyoruz.9 Dolayısıyla ölüm, zincirinden kurtulmuş, başıboş gezen, gördüğü her insanı parçalayan vahşi bir canavar değildir ki köşe bucak ondan kaçılsın. Ölüm, kendisi belirli bir amaç için yaratılmış, kontrol altında olan, vazifesi belli, vazifesinin şuurunda ve görevine bağlı, ne yapacağını, ne zaman ve nasıl yapacağını çok iyi bilen, bunu yaparken de kimseye haksızlık etmeyen bir memurdur. Dolayısıyla Müslüman için ölüm, dünyadaki görevinin sona erdiğini bildiren bir terhis, dünya eğitiminin bittiğini bildiren bir paydos zili, ahirete göçmüş dostlar ve ahbaplar, akrabalar ve yakınlar, sevenler ve sevilenler için açılmış bir yol, misafirlikten kendi evine, gurbetten asıl vatana dönüş, dünyanın dar, karanlıklı, zahmetli koridorlarından cennet bahçelerine bir davet, Allah Teala’nın tamamen kendi fazlından ve kereminden olarak az çok O'nun istediği gibi yaşamışlara yönelik ücret ödeme vaktidir.
On Birincisi: İnsanın iç dünyasında temel olarak dört tane alıcı veya üreteç bulunur. Bunların ilki melekî veya rahmani ilhamları almaya açıktır. İkincisi şeytani vesveseleri ve fikirleri almaya müsaittir. Üçüncüsü, insanın fizyolojik yapısıdır ki bu yapı kendine ait mesajları karışık bir hâlde bildirir. Dördüncüsü de şuuraltı birikimi nedeniyle insanın çevresinde onun ilgisini çeken şeylerle ilgili mesajlardır.
İnsan özellikle hastayken bu alıcı veya üreteçlerin mesajları daha yoğun hissedilir. Özellikle bazı mizaçlar fizyolojik bir hastalık durumunda korku, kaygı veya endişe üretmeye fazlasıyla meyillidir. Bu kaygılar dışarıdan vesvese almaya açık merkezle de aynı anda işlemeye başlayınca hastanın kendi hâlinden korkup endişe duyması, hastalığına karşı fazlasıyla hassaslaşması mümkündür. Bu da hastalığın olumsuz etkisini katlayan, artıran bir durumdur.
Bu gibi durumlar karşısında yapılabilecek en iyi şey, o vesveseleri, endişeleri, kaygıları ve merakları kale almamak, önemsememek ve boş vermektir.
Bu aynen televizyonda bazı kanalların yer aldığını bilmeniz, TV'nin modeli nedeniyle silememeniz ancak o kanala gelince direkt atlayıp başka kanala geçmeniz gibidir.
Endişe, hastalığı ikileştirir. Maddi hastalığın yanında bir de manevi vesveselerle, endişelerle uğraşmak zorunda bırakır. Bu nedenle endişenin kökünü kurutmak önemlidir. Endişenin kökünü kurutmak için o endişe ve vesvese duygularını; kötü bir arkadaşın yanlış bir şeyler yaptırmak için dürtmeleri, teşvikleri ve fısıldamaları olarak algılamak gerekir. Evet, vesvesenin sahibi kötü bir arkadaştır ve bizi sürekli kötü duygulara, kötü düşüncelere, kötü davranışlara teşvik etmeye çalışmaktadır. O görünmeyen arkadaşı yanınızdan uzaklaştırma, onunla ilişkiyi kesme, bir daha görüşmeme imkânı yoktur ancak onun fısıltılarını dikkate almama, söylediklerini duymazlıktan gelme ve isteklerini yerine getirmeme mümkündür.
Diğer yandan hastalık nedeniyle duyulan haddinden fazla endişe duygusu ilahi hikmeti suçlamak, ilahi rahmeti tenkit etmek, Allah Teala’dan şikâyet etmek anlamına da gelebileceği için insanın maksadının aksiyle tokat yemesi mümkündür. Çünkü şükür nimeti artırıp bereketlendirebileceği gibi şikâyet de musibeti artıracaktır.
Özellikle hastalığa karşı endişe duygusunun ilacı hastalığın hikmetini bilmektir. Bu hikmetlerin bilinmesi ve anlaşılmasıyla endişe duygusu zaten azalacaktır. Hâlen rahatsız etmeye devam etmesi hâlinde de samimi bir teveccühle edilen dua hastalıkla ilgili kaygıları azaltacağı gibi hastalığın maddi olarak da iyileşmesine katkı sağlayacaktır.
On İkincisi: Hastalıkların insanı Allah Teala’ya yönlendirme potansiyeli oldukça yüksektir. Yeter ki bu potansiyel iyi değerlendirilebilsin.
Çünkü hastalık insana her şeyden önce aczini, zayıflığını hissettirir. İnsan sağlık ve afiyet içinde olduğu zamanlarda kendinde ontolojik bir emniyet hâli hisseder. Sanki dünyadaki her şeye gücü yetecekmiş, istediği her şeyi elde edecekmiş, hiç ölmeyecekmiş gibi tuhaf bir hâle bürünür. Hastalık gibi durumlarda ise bunun bir yanılsama olduğunu anlaması istenir. Güçsüzlüğünü, zayıflığını, pek çok şeye muhtaç olduğunu anlayan insan da o farkındalığının verdiği haletle Allah Teala’ya şuuru daha açık, manevi donanımları daha iyi çalışır bir hâlde teveccüh edebilir. Dolayısıyla hastalığa, tamamen dünyaya yönelmiş bir insanın Allah’a yönelmesi için bir davetiye nazarıyla bakılabilir.
On Üçüncüsü: Hastalıklar, iyi değerlendirildiklerinde önemli birer mürşit vazifesi görürler. Günlük hayatın gaflet gibi bir anafora çeken ve çoğunluğumuz itibariyle kurtulmak şansı da pek olmayan şartları, koşturmacası içinde havf ve reca dengesini tutturmak, tutturulduğu zaman da bunu devam ettirebilmek çok zordur. Hastalıklar ise ölümü, rabıta-i mevt gibi bir sünneti, “Ağızların tadını kaçıran, lezzetleri acılaştıran ölümü çokça hatırlayınız”(10) nebevi tavsiyesine ister istemez uymayı sağlayan güçlü bir mürşittir. Hastalığın gafleti dağıtan bu yönü, ölümün bizleri gaflet anımızdayken yakalamasına karşı da güçlü bir koruyucu sayılmalıdır.
On Dördüncüsü: Bizim Allah Teala’ya, ahirete, Kur’an’a ve Efendimiz’e (sas) bakış açımızla sahabe efendilerimizin bakış açısı arasında gerçekten önemli bir mesafenin olduğu görülüyor.
Bir kadın sahabi bir gün Efendimiz’e (sas) gelerek “Beni sara (nöbeti) tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz.” talebinde bulunur.
Efendimiz de (sas) “Eğer sabredeyim dersen sana cennet vardır. Ama yine de istersen sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim.” buyurur. Bunun üzerine o kadın sahabi “Ben hastalığıma sabrederim. Ancak sara nöbeti tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua ediniz.” der ve Efendimiz de (sas) o bahtiyar sahabi annemize o şekilde dua eder.(11) Yine bir kutsi hadiste Allah Teala; “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğimde sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.”(12) buyurmuştur.
Anlaşılan odur ki, kronik hastalık sahibi insanlar ve fiziksel engelli insanlar ahirette avantajlı bir konumda olacaklardır. Hatta herhangi bir fiziksel engeli bulunmayıp da yine fiziksel açıdan daha faziletli amelleri yapabilecek olanlara göre bile daha avantajlı konumda sayılabilirler. Çünkü hadis-i şerifte cihada katılan bir kafileye Efendimiz (sas) “Medine’de kalıp cihada katılamayan öyle kimseler vardır ki, kat ettiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her vadide bizimle berabermiş gibi sevabımıza eksiksiz ortak oluyorlar. Zira onlar özürleri sebebiyle orada kalmışlardır.”(13) buyurmuş, böylece engelli sahabenin cihat gibi engelli olanların mazur tutulduğu amellerin sevabından mahrum edilmeyeceklerini açıkça beyan etmiştir.
Demek ki engellilerle engelsizler, kronik hastalığa sahip olanlarla olmayanlar arasında dünya şartları itibariyle var olan eşitsizlik gibi görüntüler, değerlendirmeler doğru değildir. Çünkü Allah Teala adil-i mutlaktır, Kerîm-i mutlaktır. Kulunun minnetini hiçbir şekilde almayacağı gibi kulundan aldığı herhangi bir şeyi fazlasıyla telafi edecektir. Yeter ki kulları acelecilik ve sabırsızlık damarıyla şikayet etmesinler, şikayetleri varsa azaltsınlar ve şikayetlerini Allah Teala’ya yönlendirmesinler.
Diğer yandan felç gibi ağır hastalıklardan mustarip olanlar için de maneviyat büyükleri şöyle bir müjdede bulunurlar:
Bir mümin için felç gibi hastalıklar mübarek sayılır. Çünkü ehlullah, Allah Teala’ya ulaşabilmek için iki esas üzerine hareket ederler. Birincisi rabıta-i mevttir. Yani dünyanın fani olduğu, kendisinin de sınırlı bir süre için bu dünyada görevli bir kul, bir misafir olduğu şuuruna sahip olup o şuuru hayat boyu canlı tutmaya çalışmaktır. İkincisi, nefs-i emmarenin ve şuursuz hislerin tehlikelerinden kurtulmak için riyazet gibi eğitim teknikleriyle nefs-i emmarenin bu özelliğini yok etmeye çalışmaktır.
Felçli hastalara ise iradeleri dışında bu iki esas bir anda ve bir arada talim ettiriliyor demektir. Çünkü felç gibi ağır bir hastalık insana her an fani olduğunu hissettirmektedir. Nefs-i emmare, düşük hevesler, gayri meşru iştihalar ve eğilimler de böylesi hastaları kolay kolay aldatamaz. Böylece nefs-i emmarenin şerrinden de çoğu zaman ister istemez uzak kalınır.
Sabır, tevekkül ve Allah Teala’ya teveccüh gibi şartların da yerine getirilmesiyle felçli hastaların az bir zamanda velayet ehlinin istifade ettiği makamlardan istifade edebilecekleri, önlerine böylesi büyük bir rahmet kapısının açıldığı maneviyat gözü keskin zatlar tarafından gerek eserlerinde gerek sohbetlerinde ifade edilmiştir. Demek ki böyle bir fırsat vardır ve iyi değerlendirildiğinde elde edilecek güzellikler karşısında o felç hastalığı gayet ucuz bir bedel olarak görülmelidir.
On Beşincisi: Diğer yandan hastalıkların, insanın sabretmesi hâlinde ömür sermayesini kazançlı bir yatırıma dönüştüren bir özelliği vardır. Namazlarını zaten kılabilen bir insanın, hasta olduğu zamanlarda da irade gösterip aynı şekilde abdest alıp tadil-i erkana riayet ederek, tesbihatıyla birlikte huşu içinde namazını eda edebilmesi hâlinde elde edeceği sevap ve bereket, hasta olmadığı hâline göre daha fazla olacaktır.
On Altıncısı: İnsan bu dünyaya her anını sağlıklı, keyif ve rahat içinde yaşaması amacıyla gönderilmemiştir. Dünya bir imtihan ve tecrübe yeridir. Bu nedenle insan bazı şeyleri ancak aciz, zelil ve perişan bir halde öğrenebilir. Çoğu insan bu gerçeğin farkında değildir. Hatta insanlar hastalandıktan sonra iyileştiği zamanlarda bile bu gerçeği fark etmeyebilir. Yani bu farkındalık, şuur seviyesinde bir terakki olduğunun göstergesidir. Bu nedenle Allah Teala, ileride önemli vazifeler gördürmek istediği kullarına, o vazifelerden önce farklı acziyetler, zilletler ve perişanlıklar yaşatır. Buradaki zillet, insanların nazarında var olan bir zillettir yoksa mümin bir insan zelil olmaz, o her zaman azizdir. Bir mümin, düşmüşken de düşürülmüşken de, dayak atılmış ve işkenceye uğramışken de, hapsedilmiş ve aç bırakılmışken de, fakirlik içine düşmüş veya düşürülmüşken de azizdir. Ancak standart insanların nazarıyla bakılınca bir mümin zelil bir durumdaymış gibi görülebilir. Bu durum, bir insanın bir süre işsiz kalınca kendine güveninin kırılması, biraz daha sessizleşip içine kapanması, kendini beceriksiz hissetmesi gibi bir duruma benzer. Bu hisler kalıcı olursa ve insan bu hislerle baş edemezse bu durum kendisinde hastalıklara da neden olabilir.
Böylesi hastalık, fakirlik, acziyet hâllerinin insanın belini kırdığı anlar olabilir. İnsanın beli sağlam ise, yani maneviyatı açısından sağlam bir bağışıklık sistemine sahip ise söz konusu hastalık, acziyet gibi hâller o insana çok şey öğretir, onun terakkisine hizmet eder ve terakkisini hızlandırır. Allah Teala’nın böylesi azap görünümlü nimetleri vardır.
On Yedincisi: Diğer yandan insan acıdan, eziyetten, zahmetten kaçmaya meyillidir. Bu tabii bir hâldir. Bu bağlamda insanın ibadet hayatı için dahi kendi kendisine eziyet etmesi caiz veya uygun görülmemiştir. Bu nedenle insan sürekli afiyet, selamet, refah ve konfor içinde yaşamaya meyillidir. Zorluklardan sürekli ve özellikle kaçındığı, rahatına düşkün olduğu durumda da bazı latifeleri hiç gelişmez. Bu bağlamda Allah Teala o insana bazı zorluklar takdir eder. Bu zorlukların arasında hastalıklar da olabilir. Böylece, acıdan ve eziyetten sürekli kaçan, sürekli bir refah, afiyet ve konfor arayışında olan bir insan hiç kaçamayacağı bir zorluğun içine girmiş olur. Bu da onun sabrıyla beraber bazı latifelerinin gelişmesi, sonuçta da kendisinin terakki etmesi açısından hayırlıdır.
Çoğu insanda bazı önemli hasletler ancak zorluklar altında oluşup gelişebilir. Örneğin çok alıngan, insanlarla hiç geçinemeyen birisinin kalabalık, farklı karakterlere sahip çok fazla insanın yaşadığı bir ortamda zorunlu olarak yaşamaya mecbur olması, örneğin o insanın bir askerlik, hapishane veya kalabalık bir hastane ortamında kalmaya mecbur olması, o insandaki alınganlık, üste çıkma, her konuda insanlarla çekişme gibi özelliklerin törpülenmesine neden olur. Benzer şekilde bizim bebekken veya çocukken yaşadığımız hastalıklar da ilerleyen yaşlarımızda daha ciddi hastalıklara karşı bağışıklık sistemimizi güçlendirir.
Hastalıkların bu ve benzeri pek çok hikmetleri, faydaları hatta bereketli yönleri vardır. Ancak bütün bu faydalarına rağmen hastalık istenmez, duada talep edilmez. Fakirlikten de hastalıktan da acziyetten de borçtan da bunamaktan da Allah’a sığınmak gerekir. Cehaletten, sosyal beceriksizliklerden de Allah’a sığınmak gerekir. Ancak istenmeden hastalık ve benzeri şeylerin başımıza gelmesi durumunda onlara birer vazifeli öğretmen nazarıyla bakmak, vazifelerini tam yapmaları için onlara karşı öğrenme alıcılarımızı açık tutmak, sabırla görevlerinin bitmesini beklemek önemlidir.
Hastalık Fırsatının Değerlendirilmesi
Hastalığın türüne, şiddetine göre her hastanın içinde bulunduğu durumu bir fırsat olarak görmesi güzeldir. O hastalık adeta bir Kadir gecesi gibi görülüp değerlendirilebilmelidir. Yani nasıl ki mübarek gecelerde insan tevbe ve istiğfarını, duasını ve evradını, Kur’an okumalarını ve nafile namazlarını artırır, aynı şekilde hastalık dönemlerinde de bu amellerine ağırlık vermek hastalığın getireceği manevi kazançları Allah’ın izniyle katlayacaktır.
Tabii bu noktada insanın şikayet ve kendine acıma duygusunu dikkate almaması önemlidir. Ayrıca dünya nimetlerinden ister istemez uzaklaşmış olmanın getirebileceği anlamsız üzüntülere de gülüp geçilebilmelidir.
Bir İhtar ve Son Söz
Hastalığı veren de Allah’tır, hastalıktan kurtulmak için şifa vesileleri yaratan da Allah’tır, hastalıktan kendisine sığınmamızı isteyen de Allah’tır, hastalıktan şifa bulmak için dua etmemizi isteyen de Allah’tır, hastalıklardan korunmak adına elimizden geleni yapmamızı isteyen de Allah’tır, hastalık anında sabır ve tevekkül içinde bulunmamızı isteyen de Allah’tır.
Bunların her biri Allah Teala’nın kulları üzerindeki tasarruf ve icraatlarının farklı tecellilerinden ibarettir. Her biri ayrı ayrı farklı hikmetlere mebni olduğu gibi, farklı imtihanlar olarak da değerlendirilmelidir. Hepsi için yapılması gereken ve istenen şey Allah Teala’ya yönelmektir. Sıhhat ve afiyet zamanlarında şükür ve teyakkuz ile, hastalık anlarında sabır ve sabrın içinde kendine has şükür ve teveccüh ile sorumluyuz. Dolayısıyla birisinin diğeriyle çelişki olması söz konusu olamaz.
Son söz olarak da Efendimiz’in (sas) şu duasıyla bitirmiş olalım:
“Allah’ım! Alaca hastalığından, akıl hastalığından, cüzzam illetinden ve kötü hastalıklardan sana sığınırım!”(15) “Allah’ım! Üzüntü ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından sana sığınırım!”(14)
1 ) Bakara, 216
2 ) Lemalar, 25. Lema
3 ) A’raf, 10; Müminun, 78; Secde, 9; Mülk, 23
4 ) Bakara, 243; Âl-i İmrân, Yunus, 60; Yusuf, 37-38; Neml, 73
5 ) Buhari, Marda, 1; Müslim, Bir, 52
6 ) Müslim, Birr 53
7 ) A’raf, 34
8 ) Nisa, 78
9 ) Mülk, 2
10 ) Tirmizi, Zühd, 4
11 ) Buhari, Merda, 6; Müslim, Birr, 54
12 ) Buhari, Merda, 7; Tirmizi, Zühd, 58
13 ) Buhari, Cihat, 35
14 ) Ebu Davut, Salat, 367
15 ) Ebu Davut, Vitir, 32