23 dk.
30 Ekim 2023
İki Ömerden Birisi | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İki Ömerden Birisi | Tek Parça

Soru: Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! İki Ömer’den birine İslam’ı nasip et!” diye dua ettiğini biliyoruz. Bu noktada aklıma şu soru takılıyor: Acaba Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! Amr bin Hişam’a İslam’ı nasip et!” diye dua etmiş olsaydı bugün tarihin en kötü kişiliklerinden biri olarak andığımız ve Ebu Cehil dediğimiz insan bir anda sırf bu duadan dolayı Ebul Hakem’e mi dönüşecekti ve kendisini sadece kötülükleriyle bildiğimiz bu kişi bizim için büyük, yüce bir sahabe mi oluverecekti? Bu noktayı aklıma yatırmakta zorlanıyorum. Özellikle adalet meselesi kafama takılıyor.

 

Cevap: Meselenin farklı yönleri bulunmakta. Bunları maddeler hâlinde izah etmeye çalışacağız.

 

Birincisi: Öncelikle “adalet” kavramını kendi kişisel bilgi ve tecrübelerimizden yola çıkarak tanımladıktan sonra Allah Teala’nın kullarına muamelesini kendi tanımımızla ölçüp biçmek makul ve anlamlı değildir. 

 

Örneğin, tabii hukuk teorisine göre adalet kavramı hukukun temelidir ancak tabii hukuk ekolünün adalet tanımı döneme göre farklılıklar göstermiştir. Bu teorinin tarihsel seyrine göre; İlk Çağ'da tabiata, Orta Çağ’da dini emirlere, Yeni Çağ'da ise akla uygun olduğu düşünülen şey adildir. Pozitivist teoriye göre ise adalet kavramı metafizik bir kavramdır ve hukuk biliminin dışında kalmalıdır. Yine Hukuk Felsefesinin tarihi içinde pek çok farklı adalet tanımına rastlamak mümkündür.

 

Demek ki “adalet” kavramı genellikle insanlar arası ilişkilerin gözlemlenmesi sonucunda gözlemleyen insanın daha önceki bilgi birikimi, zekâsı, değer yargıları ve bakış açısına göre tanımlanmaktadır. Oysa böylesi tanımlar mükemmel tanımlar değildir ve her zaman eksik, yanlış ve gözlem dışı bırakılmış yönleri vardır. Çünkü ne kadar bilge ve zeki olursa olsun insan olmak mükemmel olmamakla adeta eş anlamlıdır.

 

Allah Teala ise her şeyin sahibidir. Onun üzerine herhangi bir varlığın kanun koyması zaten düşünülebilir bir şey değildir. Böyle bir realite yoktur.

 

Diğer yandan Allah Teala kadir-i mutlak olduğu gibi alîm-i mutlaktır da… Küllî irade de sadece Ona aittir. Dolayısıyla Allah Teala’nın herhangi bir konuda adil olmadığını veya olmayabileceğini düşünmek tanım gereği abestir.

 

Bizler insan olarak yaşam sürecindeki tecrübelerimizden, okuyup düşündüklerimizden yola çıkarak bir “hakkaniyet” hissine sahip olabiliriz. Herhangi bir adalet tanımı ve hakkaniyet hissi ile de insanlar arası ilişkilere bakarak bir paylaşımın, bir ticari veya siyasi uygulamanın, bir hukuki sürecin hakkaniyetli olup olmadığını düşünebiliriz. Bu değerlendirmelerin kendi içinde bir mantığı hatta geçerliliği olabilir. 

 

Ancak Allah Teala'nın herhangi bir icraatının adil olmayabileceğini düşünmek, o icraatın doğru, güzel veya faydalı olmayabileceğine ihtimal vermek bir üçgende dördüncü kenarı aramak gibi abes bir durumdur. Bir üçgende tanımı gereği nasıl ki dördüncü kenar veya dördüncü açı yok ise Allah Teala’nın icraatlarında, yaratmalarında veya takdirlerinde de bir adaletsizlik, çirkinlik, yanlışlık ve faydasızlık bulmak imkansızdır. Çünkü o noktada bizim adalet tanımımız, “Adalet, Allah Teala’nın uygun gördüğündedir.” şeklindedir veya öyle olmalıdır.

 

Allah Teala hakkaniyetin, adaletin, güzelliğin, iyiliğin, doğruluğun yegâne kaynağıdır, asıl sebebidir. Neyi, nasıl dilerse öyle yapar. Kendi üzerine vacip kıldığı hususlar dışında hiçbir şeyle bağlı ve mukayyet değildir.

 

Bizler ise ancak beklentilerimizi oluştururken Cenab-ı Hakk’ın kendi Zatı ve icraatları hakkındaki beyanlarına istinaden bazı değerlendirmeler yapabiliriz. Örneğin Allah Teala hiçbir şekilde dualarımıza icabet etmek zorunda değildir. Ancak lütfundan ve kereminden “Dua edin, icabet edeyim.”1 buyurmuştur. Dolayısıyla “Allah’a dua ettim ancak icabet etmedi.” diyemeyiz ancak “Allah Teala’ya dualara icabet edeceğini beyan buyurduğu için dua ediyorum.” diyebiliriz. Aynı şekilde “Kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım.”2 buyurmuştur. O hâlde kesinlikle, hiç kimseye, hiçbir şekilde, hiçbir zaman zulmetmeyecektir diyebiliriz.

 

Hatta Allah Teala dilerse bir kulunu kafir olduğu hâlde cennete de koyabilir ancak böyle bir şey yapmayacağını biz yine Onun beyanı olan Kur’an’dan biliyoruz. Yahut bizim bu dünyada “kafir” dediğimiz, kendisini kafir olarak bildiğimiz bir kuluna bizim bilgimiz ve algımız dışında bir şekilde iman nasip edip cennetini nasip edebilir. 

 

Evet! Allah Teala dilediğini peygamber seçtiği gibi dilediğine herhangi bir hikmete binaen iman nasip edebilir. Bu hikmeti dilerse bize bildirebileceği gibi bildirmeye de bilir. Yahut bu hikmeti sadece iman, teslimiyet, tevekkül, marifet veya ihlasta derinleşen kullarının bilmesini murad etmiş olabilir.

 

Allah Teala’nın Zat-ı Uluhiyeti ve İcraat-ı Subhaniyesi ile ilgili tefekkürde bulunurken meselenin bu kısmını tekrar tekrar hatırlamakta fayda vardır hatta bu hakikati hiçbir zaman akıldan çıkarmamak şarttır.

 

İkincisi: “Şöyle olsaydı böyle olurdu.” kalıbı kendi içinde mantıksal olarak tutarsız bir düşüncedir, anlamsız bir önermedir.

 

Bilindiği gibi, bizler insan olarak sadece olan şeyleri bilebiliriz. Olmayan şeyleri ise bilemeyiz. “A olduğu için X oldu.” önermesinin kendi içinde bir mantığı ve geçerliliği vardır. Bu önerme gözlem ve deneylerle kanıtlanabilir. Ancak “A olmadığı için B olmadı.” türünden bir önerme mantık açısından çok dar tanımlı alanlar dışında anlamlı ve geçerli değildir. Çünkü bu ibare realitede, yani gerçek hayatın akışı içinde herhangi bir şeye karşılık gelmemektedir. Bu da “yokluk” demektir ve yok olan bir şey üzerine hüküm verilemez. Dolayısıyla “Acaba Peygamber Efendimiz (sas) “Allah’ım! Amr bin Hişam’a İslam’ı nasip et!” diye dua etmiş olsaydı Ebu Cehil dediğimiz insanı bugün bir sahabi olarak anacaktık.” önermesi hem mantık açısından tutarsız ve geçersiz bir önermedir hem de realite açısından anlamsız bir faraziyedir.

 

Özellikle de dinin esaslarıyla ilgili hayatımızı etkileyecek bir meselede “Şu şöyle olsaydı böyle olur muydu?” gibi farazi ve zannî meseleler üzerinden hükümler üretmeye çalışmak bazı açılardan zararlı hatta tehlikeli bir davranıştır.

 

Neden?

 

“İçki helal olsaydı içer miydim?” veya “İçki sarhoş etmeseydi haram kılınmazdı.” şeklinde faraziyeler üreten bir Müslüman düşünün. Dinin genel prensipleri, dünya imtihanının genel usulleri ve alkolün insan sağlığı ve aklı üzerindeki olumsuz etkileri ortadayken “İçki helal olsaydı” diye düşünmek anlamsız ve faydasız bir faraziye olacaktır. Hatta dinin temel prensiplerine dair düşünceler üretirken de zararlı ve tehlikeli sonuçlar verebilecektir.

 

Çünkü, geçmişte çeşitli örnekleriyle karşılaşıldığı üzere bazı din adamları veya vaizler “Efendimiz (sas) çocuklarını sürekli döven birisi olsaydı bizim de çocuklarımızı sürekli dövmemiz gerekecekti. Çünkü aslolan Peygambere itaattir.” diyebilmektedir. Dikkat edilirse bu faraziye son derece riskli ve tehlikelidir. Peygamber Efendimiz’e (sas) itaatin asıl olduğu elbette bir hakikattir. Ancak böyle farazî bir örnek vermek, bir hakikati abes ve olmamış, hiç gerçekleşmemiş bir hayal üzerinden anlatmaya çalışmak Efendimiz’in hayallerdeki imajını bozmak anlamına gelecektir. Böyle bir düşünceyi farazî olarak bile akıllara getirmek kalplerde ve zihinlerde Efendimiz’e dair olan resimlerin rengini solduracaktır. Bu da önemsenmeyecek bir yanlışlık değildir.

 

Sonuç olarak: “Efendimiz Amr bin Hişam’ın hidayeti için dua etseydi…” diye başlayan hatalı önermeler zinciri kurmak sadece insanın kendi vicdanını incitmesine yol açar ve buradan şeytana bir vesvese kapısı da aralanabilir. Çünkü böylesi önermeler “Evimizin duvarını beyaza değil de yeşile boyasaydık daha mı iyi olurdu acaba?” tarzında bir faraziye değildir. İnsanın zihnini ve kalbini üstelik de imanıyla ilgili olarak doğrudan etkilemektedir. Çünkü zihin ve kalp iman ve İslam’a dair, Kur’an’a ve Efendimiz’e (sas) dair meselelerde tefekkür etmek için belli bir enerji ister ve insan böylesi anlamsız ve sonuçsuz kalacak faraziyelerle o kudsi tefekküre harcaması gereken enerjiyi boş bir şeye harcamış olur.

Üçüncüsü: Efendimiz (sas) genel olarak duaları kabul edilen bir insan, bir kul, bir peygamberdir. Ancak Onun bütün dualarının derhal kabul edilmesi şeklinde bir durum yoktur. Örneğin Uhud savaşı sırasında Efendimiz (sas) yaralandığı zaman “Kendilerini Allah’a davet eden peygamberlerinin başını yarıp dişini kıran bir kavim nasıl felah bulur?” deyince “Bu konuda sana ait bir iş yoktur. Allah isterse onlara tevbe nasip eder ve bağışlar, isterse kendilerine zulmettikleri için onları cezalandırır.”(3) ayeti nazil olmuştur. Aynı ayetin bir başka nüzul sebebi olarak Efendimiz’in (sas) Uhud savaşı sırasında bazı müşriklere beddua etmek istemesi hatta beddua etmesi de gösterilir.(4)

 

Diğer yandan “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir!” (5) ayeti zaten hidayetin Efendimiz’in (sas) değil Allah Teala’nın tekelinde olduğunu açıkça belirtmektedir. 

 

Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) bir kişinin hidayetini istemesiyle o kişiye hidayet nasip edilmesi arasında doğrudan bir orantı yoktur. Böyle olsaydı Efendimiz’in (sas) inanmadan vefat eden akrabaları iman etmiş olurlardı. Hatta Efendimiz’in (sas) hidayetini istemeyeceği herhangi bir kimse olmadığı ve olmayacağı için hidayete ulaşamayan kimsenin kalmaması gerekirdi.

 

Bir insanın hidayete ermesinin, mümin olmasının dinamikleri çok farklıdır ve sadece Efendimiz’in (sas) duasına bağlı değildir. Elbette Efendimiz’in (sas) duası çok kıymetlidir. Ancak Allah Teala hidayetin sadece kendi elinde olduğunu defaatle beyan buyurmuştur.

 

Sonuçta Efendimiz’in (sas) hidayet duası ettiği veya hidayetini ciddi manada istediği ancak hidayet nasip olmayan kişiler olmuştur. Bu nedenle “Efendimiz (sas) Amr bin Hişam için dua etmiş olsaydı o da Müslüman olurdu, cennete giderdi.” şeklinde düşünmek yanlış olacaktır. Demek ki kişinin kendi iradesini kullanması, hakikat karşısındaki dürüstlüğü, benliğini aşabilmesi gibi noktalar varken sadece bir dua ile iman nasip olmayabilmektedir. Çünkü Efendimiz’in (sas) bir dua insanı olduğunu, istediği her şeyi Allah’tan istediğini, dünyada iken insanların hidayetinden daha fazla bir şeyi isteyemeyeceğini biliyoruz. Bu nedenle Efendimiz’in (sas) hidayeti uğruna çaba gösterdiği insanların hidayetleri için dua etmemiş olabileceğini de düşünemeyiz. Ancak iman etmeden ölüp giden pek çok insanın varlığını da biliyoruz. O halde hidayet konusunda esas olanın kişinin kendi iradesi ve eğilimi, potansiyeli olduğu da ortaya çıkacaktır.

 

Dördüncüsü: Amr bin Hişam iman etseydi Ebu Cehil yerine Ebu’l Hakem mi olacaktı? 

 

Evet, hakiki bir imana erseydi aynen öyle olacaktı. Çünkü Allah Teala insanlara esas olarak her iki yönde, iyilik ve kötülük, doğruluk ve yanlışlık, güzellik ve çirkinlik yönlerinde kullanabilecekleri istidatlar vermiştir. Gücü ve imkanıyla insanlara zarar veren ancak iman ettiğinde gücünü ve imkanını insanların haklarını korumak için kullanan insan aynı olmayacaktır. Zenginliğini şöhrete, eğlenceye, sefahate harcayan bir insan iman ettiğinde bir infak kahramanına dönüşebilecektir. Hitabet kabiliyetini veya edebiyat yeteneğini kitleleri manipüle etmek için kullanan bir insan hidayete mazhar olduğunda bu kabiliyetini insanlara hakikati daha güzel anlatmakta kullanan bir kalem mücahidi olabilecektir. 

 

İnsanlara verilen kabiliyetler her zaman çift yönlüdür ve hangi amaçla kullanıldığına göre kıymet kazanır. Bu konuda genetik özelliklerin katkısı olabileceği gibi kişinin mizacının da katkısı olabilir. Böylece bir insanın şerde gösterdiği kabiliyet onun aslında hayırda da benzer bir kabiliyete sahip olabileceğini gösterir. Bu bağlamda örneğin Ebu Cehil aslında kitleleri yönlendirmede, insanları ikna etmede, organizasyon oluşturmada, herhangi bir konuda ısrarlı ve azimli davranmada oldukça kabiliyetli bir insandır. Eğer iman etmiş olsaydı o kabiliyetlerini İslam için kullanmış olacaktı ve bu yönüyle kendisine Ebu’l Hakem demek gerekecekti denilebilir. Bunun somut bir örneği Hz. Halid bin Velid’dir (ra). İman etmeden önce Müslümanları oldukça zorlayan, zeki, cesur ve güçlü bir komutandır. İman ettikten sonra da bu kabiliyetleri yok olmamış, onları İslam adına kullanmıştır. 

 

Ayrıca Efendimiz (sas) tebliğe başlamadan önce Mekke’nin önde gelenlerinden iman edenler aynı zamanda ashabın da önde gelenleri olmuştur. Efendimiz (sas) de bu bağlamda “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir. Onların cahiliyede hayırlı ve değerli olanları, İslam’ı kavramak, dini emirleri anlayıp amel etmek kaydıyla İslam devrinde de hayırlılarıdır.”(6) buyurur. 

 

Demek ki Allah Teala’nın bireylere verdiği nimetler genellikle ve esas itibariyle nötrdür. Sahip olunan kabiliyetlerdeki negatif ve pozitif yük miktarı adeta eşittir. Bu kabiliyetlerin kullanımları esnasında niyet, amaç veya hedefler bu nötr kabiliyetlerin hayır veya şer olmasını sağlarlar.

 

Burada atlanmaması gereken bir husus da şudur: Şayet Ebu Cehil iman etmiş olsaydı, iman etmesinin önündeki engelleri aşacak bir iradeyi de ortaya koymuş olacaktı. O hâlde “Ebu Cehil iman etmiş olsaydı Ebu’l Hakem olurdu ve dinde fakih olmak yani dini iyi ve doğru anlayıp amel etmek kaydıyla ashabın da büyüklerinden olurdu.” denilebilir.  Ancak bu önermenin de ikinci maddede açıklanan “Şöyle olsaydı böyle olurdu.” şeklindeki tutarsız ve anlamsız bir önermeye dönüşmemesi için “Gaybı bilemeyiz.” dememiz gerekir. Ancak buradaki gayb eldeki verilere yani yukarıda zikredilen hadis ve açıklamalara göre kısmen bilinebilir bir hâle gelmektedir.

 

Beşincisi: Bizler olayların öncesini ve sonrasını hesaba katmamaya meyilli olabiliriz. Ancak bu meselede “Efendimiz (sas) niçin böyle bir dua etmiş olabilir?” diye sorduktan sonra Efendimiz’in dua konusundaki ciddiyetini, insanları tanımadaki kabiliyetlerini de düşünmemiz gerekecektir. Evet, Efendimiz (sas) nübüvvetinden önce de zeki, insanları her yönüyle tanıyan bir insandır. Nübüvvet ile serfiraz kılındıktan sonra Allah Teala’ya teveccühünde gösterdiği ciddiyet, hidayetin ve duanın ne demek olduğu konusundaki derin kavrayışı zaten malumdur. Bu durumda Efendimiz (sas) başka birileri için değil de Amr bin Hişam ve Ömer bin Hattab (ra) için dua etmiş ise bu iki insanda hidayete yönelik bir kabiliyet gördüğü içindir. Çünkü Efendimiz (sas) rast gele hareket eden, -haşa- bizim gibi içgüdülerinin anlık yönlendirmelerine kapılan bir insan değildir.

 

Hem Amr bin Hişam’da hem Ömer b. Hattab’da iman etmeye dair bir kabiliyet vardır çünkü böyle bir kabiliyet her insanda en azından potansiyel olarak mevcut bulunur. Ancak o potansiyeli kendi iradesi ile kullanıp kullanmamak kişinin kendi bireysel tercihidir. Bu bireysel tercihi Hz. Ömer (ra) pozitif manada kullanmış, Amr bin Hişam ise negatif manada kullanmış, yani kullanmamayı tercih etmiştir. Bu nedenle de hidayet Hz. Ömer’e (ra) nasip edilmiştir denilebilir.

 

Efendimiz’in (sas) söz ve fiillerini, tercihlerini değerlendirirken bakış açımızı derin ve geniş tutmamız gerektiğini söylemeliyiz. Çünkü Efendimiz (sas) hakikaten bizden çok daha farklı bir ufkun sahibidir ve davranışlarının, tercihlerinin arkasında bizim bazen ufkumuzu aşabilecek, görüş alanımızın dışında kalabilecek hikmetler bulunabilmektedir.

 

Örneğin, Huneyn zaferinden sonra Efendimiz (sas) ganimet mallarını taksim ederken özellikle müellefe-i kuluba fazlaca mal ayırmıştır. Cuayl bin Süraka (ra) ise Huneyn seferine de katılan fakir bir sahabidir. Efendimiz (sas) Hz. Cuayl’e herhangi bir pay vermez. Ancak Safvan bin Ümeyye, Ebu Süfyan, Uyeyne bin Hısn gibi henüz yeni Müslüman olmuş veya Müslüman olmaya çok yaklaşmış, zengin ve itibarlı insanlara fazlasıyla ganimet malı verir. Bizler bugünden böyle bir tabloya bakınca Hz. Cuayl’in (ra) o ganimet mallarını Safvan bin Ümeyye veya Ebu Süfyan gibi isimlerden daha fazla hak ettiğini düşünebilir, Efendimiz’in neden Hz. Cuayl’e hiçbir şey vermediğini anlamayabiliriz. Sad bin Ebu Vakkas (ra) da Efendimiz’e bunun sebebini sormuştur. Efendimiz de diğer isimlere onları İslam’a ısındırmak için fazla pay verdiğini, Cuayl’in (ra) ise imanına zaten güvendiğini, Cuayl’in onlar gibi dünya dolusu adama bedel olduğunu söylemiştir. (7)

 

Görüleceği üzere Efendimiz’in (sas) davranışları ve tercihlerinin arkasındaki niyet ve hikmet bizim ufkumuzu aşabilmektedir. Efendimiz (sas) ganimet mallarının dağıtımını yaparken bazı insanların zengin olmasını bazılarının da fakir kalmasını istiyor değildir. Yani bu dağıtım, ekonomik motivasyonlarla yapılan bir dağıtım değildir. Efendimiz için bir insanın hidayete gelmesi dünyadaki her şeyden daha önemli ve değerlidir. Bir kabilenin önde gelenlerine dağıtılacak pay ise sadece o kabile reisinin kalbini değil kabile fertlerinin de kalbini İslam’a ısındırma vesilesidir. Bir insan yüz koyun veya elli deve hediye edilerek İslam’a ısındırılabilecek ise Efendimiz bunu hiç düşünmeden yapacaktır. Çünkü bir insanın iman etmesi, namaza başlayıp Kur’an okuması ve o istikamette yaşaması değil yüz koyun veya yüz deve, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha önemli ve hayırlıdır. Bu noktada imanından emin olunan, kendisine maddi bir şey verilmediğinde bu durum imanına olumsuz etki etmeyecek, “Ben neden geri planda bırakıldım?” diye düşünmeyecek, “Kendisine pay verilenler Müslümanlara eziyet ederken ben bu davanın çilesini çekiyordum.” diye alınganlık göstermeyecek bir mümine ganimetten pay verilmemesi de haksızlık olarak değerlendirilemez. Çünk Hz. Cuayl (ra) kalitesinde imana sahip olanlar bilmektedirler ki kendilerine asıl mükafat ahirette zaten fazlasıyla verilecektir. Bu dünyanın koyunu veya devesi, makam veya mansıbı, kariyeri veya itibarı, altını veya gümüşü, parası veya hazineleri bu noktada bir hiçtir.

 

Demek ki Efendimiz’in (sas) davranışları, tercihleri, kararları veya hareketlerinin arkasında bir değil en az birkaç hikmet bir arada bulunmaktadır. Bizim gibi tek boyutlu düşünen, hadiselere sadece kendi açısından bakan insanlar Efendimiz’in (sas) hareketlerini, kararlarını, davranışlarını değerlendirirken büyük ihtimalle dışarıda bıraktıkları boyutları en azından ilk bakışta anlayamayacaktır. O hâlde Efendimiz’in (sas) davranışlarını değerlendirmek hatta yargılamak yerine Ona ittiba etmek imanımız açısından daha selametli bir tutum olacaktır. Anlayamadığımız hususları anlama adına Onun davranışlarını analiz etmemizde elbette bir problem yoktur. Ancak mesele kişisel değer yargılarımıza uymadığını düşündüğümüz bir davranışını yargılamak hatta yadırgamak boyutuna varırsa o zaman dengeyi bozmuş, haddimizin dışına çıkmış oluruz ki böyle bir şeyden Allah’a sığınırız. O hâlde Efendimiz’in (sas) davranışlarını iyi niyetle anlayabildiğimiz kadar anlamak, anlayamadığımız yerlerde hiç olmazsa “Bir hikmeti vardır.” demek gerekir.

 

Bu hakikati konumuza uyarladığımızda ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Efendimiz’in (sas) başkaları değil de özellikle iki Ömer’den birisi için dua etmiş olmasında en az birkaç hikmet vardır. Bizler Amr bin Hişam’ı da Ömer bin Hattab’ı da Efendimiz (sas) kadar tanıyor değiliz. O günün şartlarında bu iki ismin her ikisinin veya en az birisinin İslam’a ve Müslümanlara ne tür katkılar yapabileceğini Efendimiz kadar kestirebiliyor veya planlayabiliyor da değiliz. Efendimiz (sas) o isimlerde bir kabiliyet, bir ışık görmüştür ve o isimleri zikretmiştir.
 
Altıncısı: Her insan kendine özgü kabiliyetlerle donatılmıştır. Bu nedenle her insan kendi başına diğer insanlardan farklı bir alemdir. Dolayısıyla insan kendisini başkalarıyla karşılaştırmamalıdır.

 

Hayata başlangıç şartları açısından insanlara verilen nimetlerin dağıtımına baktığımızda bazı insanları daha avantajlı görebiliriz. Kimimiz için zengin bir ailede doğmak yahut içine doğulan sosyal çevrenin eğitimli, zengin, kalbur üstü insanlardan oluşması her şeyden daha önemli görünebilir. Kimimiz için güzellik veya fiziksel güç daha önemli, kimimiz için de zeka, disiplin, irade gücü gibi hususlar daha ön planda olabilir. Kimimiz öfkesine sahip olamazken, kimimiz öfkelenince dengemizi koruyabiiriz. Kimimiz birkaç saatlik çalışmayla bir sınavda dereceye girecek kadar başarılı olabilmekte, kimimiz ise günün en az yarısında çalışırsa aynı başarıya ulaşabilmektedir. Kimimiz günde 12 saat çalışarak ancak karnını doyurabilmekte, kimimiz günde birkaç saatlik mesaiyle başkalarının 1 aylık çalışmayla elde edebileceği kazanca erişebilmektedir. Kimimiz “Ben teheccüte başlayayım artık.” der ve bir anda her gece rahatlıkla teheccüte kalkabilir. Kimimiz belki yüz defa teheccüte kalkmaya niyetlenir ancak birkaç kere kalkmayı başarabilir. Kimimiz “Ben artık harama bakmayacağım ve gıybet etmeyeceğim.” deriz, bir daha asla harama bakmaz ve gıybet etmeyiz. Kimimiz ise bu konuda yüzlerce defa düşüp kalkabiliriz.

 

Bu gibi durumlarda meselelere “adalet” veya “hakkaniyet” açısından bakmak, “Başkası niye kolayca teheccüte kalkıyor da ben kalkamıyorum?”, “Başkası neden birkaç ayda yabancı dil öğreniyor da ben öğrenemiyorum?” diye düşünmek hem dünyevi hem uhrevi anlamda enerji kaybına yol açacağı gibi kişinin kendisini de vebale sokacaktır.

 

Allah Teala nimetlerini -tabiri caizse- rastgele dağıtmaktadır. Buradaki rastgele tabiri herhangi bir hikmet gözetmemek veya hesaplamamak anlamına gelmez. Bizim bakış açımızdan “rastgele” gibi göründüğü için bu şekilde ifade ettik. Hakikaten de örneğin bir bölgeye yağan yağış miktarını ölçmek için bir grafik çizmeye çalışsak ve ölçümlerimiz, gözlemlerimiz sonucu çizdiğimiz grafik sonucu “Bu bölgeye yağışlar rastgele yağmaktadır.” gibi bir sonuca ulaşmamız mümkündür. Çünkü yağışların zamanını, tam sebeplerini gözlemlememiz pek mümkün değildir. Aynı şekilde Allah Teala’nın nimetlerini dağıtmadaki iradesini, hikmetini de gözlemlememiz, O bildirmedikçe anlayıp çözümlememiz her zaman mümkün değildir. 

 

Bizim “iki insan” dediğimiz şey temelde iki farklı varlıktır. Bu iki varlık birbirleriyle kardeş de olsalar hatta ikiz de olsalar, benzer genetik mirasa ve benzer sosyal şartlara da sahip olsalar aslında ayla güneş kadar farklı varlıklardır. Her birisi için farklı kanunlar ve kaideler işlemektedir. Dolayısıyla her ikisinin de hayat tecrübesi bambaşka olacaktır. Bu sebeple iki kardeşi birbiriyle kıyaslarken aslında bir timsah ile bir elma kurdunu kıyaslıyor gibi oluruz. 

 

O hâlde iki insanı birbiriyle karşılaştırmak anlamsız bir davranıştır. Bu iki insandan birisinin kendimiz olması durumu değiştirmemektedir. Yani “O da çalışıyor ben de çalışıyorum ama o yabancı dili kolayca öğrenebiliyor ben çok zorlanıyorum.” diye düşünmek ve bunu bir hakkaniyetsizlik, adaletsizlik olarak görmek son derece yanlıştır.

 

Allah Teala’nın tecellileri de fiilleri de yaratmaları da böyle işlememektedir. Yani insanların şikâyet ettikleri karşılaştırmalar aslında her şeyin eşit dağıtılması gerektiği şeklinde örtük bir varsayımdan kaynaklanır. İnsanlar genellikle kendilerinde eksik olana odaklandıkları, başkalarına nazaran kendilerinde daha fazla olanı pek önemsemedikleri için de bu şikayetlerini artırabilmektedirler. Ancak bu şikayette ısrar insanın içini karartmaktan, enerjisini sömürmekten başka işe yaramayacaktır. İleri gidince de Allah Teala’ya karşı suizanlara neden olacağından kişinin imanına zarar verebilecektir.

 

Bu nedenle insan bir başkasında hoşuna giden bir nimeti gördüğünde “Maşaallah, Barekallah” demeli, “Bu nimet neden bende yok?” diye düşünüp Allah Teala’nın takdirini ve nimet dağıtımındaki hikmetini itham etmemelidir.

 

Meselenin konumuzla ilgisine gelince: Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab’ı (ra) aynı temelde, aynı değişkenlere göre karşılaştırmak sağlıklı sonuçlar vermeyecektir. Her ikisi kendine özgü başlangıç şartlarıyla doğmuş, kendine özgü karakterleri olan insanlardır ve kendilerine özgü değişkenlere sahiptirler. 

 

Yedincisi: Efendimiz’in (sas) Ebu Cehil’in kesinlikle iman etmeyeceğini bildiği için böyle dua etmesi ihtimal dahilinde değildir. Çünkü böyle bir ihtimal bizzat duanın kendisiyle çelişmektedir. Efendimiz (sas) eğer Ebu Cehil’in iman etmeyeceğinden emin olsaydı veya bunu kesinlikle bilseydi duasına Ebu Cehil’i dahil etmezdi. 

 

Daha önce belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber (sas) insanları iç dünyalarıyla da çok iyi tanımaktadır. Efendimiz’in (sas) abes cümle sarf etmeyeceği, hele abes bir dua etmeyeceği de düşünülünce ve Ebu Cehil’de bir kabiliyet görmemesi durumunda, hatta Ebu Cehil’in iman etmeyeceğini kesinlikle bilmesi durumunda böyle bir dua etmesi de bir yönüyle abes olacağından baştaki ihtimali devre dışı bırakabiliriz.

 

Ancak şu kuvvetli bir ihtimaldir: Efendimiz (sas) Amr bin Hişam ve Ömer bin Hattab’ta diğer insanlardan daha fazla güç ve netlik, bir yola girince o yolun hakkını verme, imanı ve İslam’ı hakkıyla anlayabilecek kabiliyeti görmüş ve bu ikisinden en az birinin hidayeti için dua buyurmuştur. 

 

Sekizincisi: Meselenin bir diğer yönü şudur ki: Efendimiz (sas) Mekke döneminde güç kullanılmasına izin vermemiştir. Bilal-i Habeşi (ra) yahut Ammar bin Yasir (ra) gibi toplumsal açıdan görece daha zayıf denilebilecek Müslümanlar zaten güç kullanamazlardı ancak Hz. Ebu Bekir (ra) de dahil olmak üzere Hz. Hamza (ra), Sad bin Ebi Vakkas (ra) gibi nice isimler vardır ki böyle bir izin verilmiş olsaydı rahatlıkla güç kullanabilirlerdi. Çünkü bu insanlar savaşmayı da bilen insanlardır. Fakat bu izin Medine’de gelecektir. 

 

Bu bağlamda manevi bir kaideye işaret edildiğini söyleyebiliriz: 


Ekstra inayet ancak ekstra bir zahmetten sonra gelebilir. Dolayısıyla mesela bizler bir konuda hemen hiç çalışmadan, gayret göstermeden Allah Teala’dan sadece kavlî olarak başarı istesek bu duamız kabul edilmeyebilir. Örneğin hayatının bir döneminde ailesinin yeterli geliri olduğu için çalışmayan bir insan bu gelir kesilince çalışmaya ihtiyaç duyabilir. Bu insan sadece “Allah’ım bana her ay şu kadar gelir gönder!” diye dua etse bu duası kabul edilmeyebilir. Ancak sonuçta bulamasa bile sadece iş arasa, bir kursa gitse ve meslek edinmeye çalışsa, yine iş bulamasa, yani sadece iş arayıp meslek edinmek için çabalasa, herhangi bir işte çalışmaya henüz başlayamasa, bu durumda oturup dua etse işte o zaman duası kabul edilmeye daha yakın olacaktır.

 

Bu manada Mekke’de müminler belli bir dereceye kadar zahmet çektikten sonra böyle bir güce kavuşulacağı için Efendimiz (sas) müminlerin artık güçlü olması yahut güç kullanmaya hak kazanıldığı düşüncesiyle de böyle bir dua etmiş olabilir.

 

Böyle bir kaide olmasaydı ne olurdu?

 

Efendimiz (sas) tebliğe başladığı ilk günden itibaren hiç çaba göstermeden sadece dua eder ve hidayeti için dua ettiği herkes İslam’ı kabul eder, mesele kalmazdı. Fakat işler böyle yürümemektedir. Bu alemde gördüğümüz maddi kanunlar gibi manevi kanunlar da vardır ve meseleler o kanunlara göre işlemektedir. 

 

Örneğin Eylül’de ekilmesi gereken bir tohum cinsi Haziran’da ekilmiş ise o tohum muhtemelen tutmayacaktır. Ancak Eylül’de ekildikten ve gerekli bakımı yapıldıktan sonra aynı zamanda dua da edilirse hem o tohum yetişecek hem Allah’ın izniyle bereketli olacaktır.

 

Efendimiz (sas) de hem maddi kanunlara hem de manevi kanunlara ittiba ile birlikte böyle bir dua etmiş olabilir diyebiliriz.
 


 

1 ) Mümin, 60

2 ) Müslim, Birr, 55
3 ) Al-i İmran, 128

4 ) Müslim, Cihad ve Siyer, 104; Müsned, I, 335; Buhari, Daavat, 58

5 ) Kasas, 56

6 ) Buhari, Enbiya, 2; Müslim, Birr,159

7 ) Buhari, İman, 19; Müslim, İman, 236-237; Vakıdi, Megazi, III, 948 (Bu konuyla ilgili daha geniş değerlendirme için bkz; https://kurantime.com/bir-teblig-metodu-mueellefe-i-kulub