İmam Buhari'nini İmam-ı Azam'a Eleştirileri | Tek Parça
Soru: İmam-ı Azam Ebu Hanife ile İmam-ı Buhari arasındaki bir anlaşmazlıktan, hatta İmam-ı Buhari'nin İmam-ı Azam'ı tekfir ettiğinden bahsediliyor. İmam-ı Buhari'nin İmam-ı Azam'ı tekfir ettiği doğru mudur? Şayet doğruysa İmam-ı Buhari gibi büyük ilim sahibi bir insan niçin tekfir etme gibi bizim kötü gördüğümüz bir davranışa başvurmuştur. Aralarındaki tartışmanın sebebi nedir?
Cevap: Bu konuyu maddeler hâlinde ele alacağız.
Birincisi: İmam Buhari, İmam Azam’ı tekfir etmemiştir. Buhari'nin tekfir ettiğini iddia edenler İmam Buhari’nin kendi görüşünü değil onun başkalarından aktardığı haberleri İmam Buhari’nin de aynen benimsediği varsayımıyla hareket etmektedirler. İddianın aslı ise şudur:
İmam Buhari’nin ed-Duafâü’s-sagîr isimli hadiste zayıf olan ve rivayetleri kabul edilmeyen ravilere dair bir eseri vardır. Bu eserinde İmam-ı Azam ile ilgili şunları söyler: “Bize Nuaym b. Hammad tahdis etti: Bize Yahya b. Said ve Muaz b. Muaz tahdis etti. Sevri’yi şöyle derken duydum: “(Ebu Hanife) iki defa küfürden tevbeye davet edildi.”1
Fark edileceği üzere burada İmam Buhari, İmam-ı Azam’a doğrudan doğruya “kafir” dememiş ancak başkalarının onun küfürden tevbeye davet edildiğine dair bir duyumunu aktarmıştır. Onların görüşlerine katılıp katılmadığı hakkında bir beyanı yoktur. Kaldı ki Ebu Hanife’nin küfürden tevbeye davet edildiğini ilk aktaran kişi olan Süfyan es-Sevri dahi “Ebu Hanife kafirdir.” dememiştir. O da Ebu Hanife’nin küfürden tevbeye davet edildiğini başkalarından aktarmıştır.
“Duafâ” türü eserler kendilerinden hadis rivayet edilen kişilerin özelliklerine dair bilgilerin yer aldığı kitaplardır. İmam Buhari de İmam-ı Azam’ın özellikleriyle ilgili kendi çevresinin görüşlerini bu kitabına almıştır. İmam-ı Azam'ın hangi nedenle küfre düştüğünü veya tam olarak ne sebeple tevbeye davet edildiğini ise aktarmamıştır. Meselenin bu kısmını ise Ebu Nuaym el-İsfehânî’den öğreniyoruz. Ebu Nuaym, İmam-ı Azam’ın Kur’an’ın mahluk olduğu yönünde görüş belirttiğini ve bu nedenle tevbeye davet edildiğini aktarır.2
Fakat burada kaderin ilginç bir cilvesi ortaya çıkar: İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin (ra) Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusundaki görüşü kendi ifadesiyle tam olarak şöyledir: “Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Bizim Kur’ân-ı Kerîm’i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur’ân mahlûk değildir. Allah’ın Kur’ân’da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, Firavun ve iblisten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah’ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa’nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur’ân ise Allah’ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir.”3
İmam Buhari (ra) de Halku Ef‘Âli’l-İbâd adlı eserinde Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ancak Kur’an’ı telaffuz etmenin mahluk olduğunu belirtir. Bu noktada İmam-ı Azam ile aynı görüşte birleşmiş olur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; İmam-ı Azam’ın başka isimlerce tekfir edildiği bir meselede İmam-ı Azam ile aynı görüşteki İmam Buhari’nin İmam-ı Azam’ı tekfir etmesi mümkün olmadığı gibi tekfir ettiğini iddia edenlerin görüşleri de mantıklı değildir.
Yeri gelmişken hemen belirtelim: Tekfir meselesi sahabe döneminin sonlarında ortaya çıkmıştır ve bunu ilk başlatan Haricilerdir. Hariciler, Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye arasındaki Sıffin savaşında hem Hz. Ali’yi hem Hz. Muaviye’yi ve taraftarlarını tekfir etmiştir. Daha sonra hilafetin Hz. Ali’nin (ra) hakkı olduğunu savunan Şia içindeki bazı aşırı gruplar da sahabe efendilerimizin çoğunu tekfir etmiştir. Ehl-i sünnetin ise genel görüşü siyasi ayrılıklara karışanların yahut günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceği yönündedir. Ancak zamanla ilk itikadi mezheplerin belli mensupları bazı sahabileri ve kendi muhaliflerini tekfir etmeyi adeta alışkanlık haline getirmişler, daha sonra bu durum umumi bir hastalık hâlini almaya başlamıştır. Akabinde bazı fırkalar hakkında hadisler de uydurulmuş ve bu uydurma hadisler tekfir hastalığını beslemiştir.
Tekfir konusundaki salgından maalesef bazı ehl-i sünnet alimlerinin de etkilendiği söylenebilir. Özellikle ehl-i hadis alimlerinin bir kısmı ile selefiye mensupları bu konuda oldukça rahat davranabilmektedirler. Ancak İmam Buhari’yi bu gibi mutaassıp isimlerden birisi saymak mümkün değildir.
İkincisi: İmam Buhari’nin (ra) İmam-ı Azam’ı (ra) tekfir etmemekle birlikte ona yönelik bazı eleştirilerde bulunduğu bilinmektedir. Bu eleştirilerin sebeplerini ilmî sebepler, meşrep ayrılığından kaynaklanan sebepler ve siyasi sebepler olmak üzere üç kısımda değerlendirmek mümkündür.
İlmî Sebepler: İmam Buhari ehl-i hadis ekolüne mensuptur. İmam-ı Azam ise ehl-i rey ekolünün en önemli temsilcisi sayılır. Bu iki ekolün ayet ve hadislerin değerlendirilmesinde yöntem farklılıkları nedeniyle bazı konularda görüş ayrılıklarına düştüğü zaten bilinmektedir. İmam Buhari de Sahih’inde eleştirdiği bazı kimseleri “Bazı kimseler şöyle dedi.” diyerek isim vermeden ancak görüşlere atıfta bulunarak eleştirmiştir. Bu görüş sahiplerinden birisi de İmam-ı Azam’dır. Bu eleştirilerin sebebiyse tamamen ilmîdir. Bu da gayet doğal karşılanmalıdır. İmam Buhari herhangi bir mezhebe mensup olmayan, mensup olması da gerekmeyen büyük bir alim ve müçtehittir. Bu seviyedeki bir alimin İmam-ı Azam’ı eleştirmesi gayet normaldir. Zaten sadece İmam-ı Azam’ı değil İmam Şafii’yi eleştirdiği yerler de olmuştur ve İmam Şafii’yi eleştirdiği yerler İmam-ı Azam’dan daha fazladır.
Siyasi Sebepler: İslam tarihi bir “Mihne Dönemi” yaşamıştır.4 Bu dönemde yaşanan zulümlerin başında bulunanlardan biri de devletin baş kadısı İbn Ebi Duad isimli birisidir. Bu isim itikatta Mutezile mezhebi mensubudur ve aynı zamanda Hanefî kökenli bir alimdir. Yani zamanında Hanefi alimlerinden ders almıştır. Ebi Duad’ın “Kur’an mahluktur!” demeyen, özellikle ehl-i hadis ekolü alimlerine baskıcı bir tutum sergilemesi ve devamındaki devlet politikaları halife Mütevekkil dönemine kadar yaklaşık yirmi yıl devam etmiştir. Mütevekkil’den sonra da siyasi rüzgâr tam tersine dönmüş, bu sefer ehl-i hadis ekolü alimleri devletçi tutumlarıyla ehl-i rey ve Mutezile üzerinde baskı uygulamaya başlamıştır. Dolayısıyla İmam Buhari gibi ehl-i hadis mensubu bir alimin Ebu Hanife gibi ehl-i rey mensubu bir alime en azından sempati duymaması anlaşılabilir bir nedendir. Çünkü söz konusu siyasi nedenler, ekoller arasında bir gerilim oluşturmuş olabilir.
Meşrep Ayrılığı: İslami ilimler tarihinde ehl-i rey ve ehl-i hadis şeklinde adlandırılan iki temel ekolün varlığı bilinmektedir. İmam-ı Azam hazretleri ehl-i rey ekolünün simge isimlerinden biri iken İmam Buhari hazretleri de ehl-i hadis ekolünün en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. Bu iki ekol arasındaki ayet ve hadislere yaklaşım farkları bilinen bir husustur. Bu nedenle iki ekolün temsilcilerinden birisinin diğerini eleştirmesi gayet normaldir. Zaman içinde bu iki ekol birbirleriyle ciddi münakaşalar içine de girmiştir. Ancak İmam Buhari’nin İmam-ı Azam’a yönelik eleştirilerinin bu alanda birbiriyle cedelleşen pek çok isimden düşük yoğunluklu bir eleştiri olduğu unutulmamalıdır. Bu insanlar sıradan, tartışmayı seven, birbiriyle çekişmekten haz alan düşük karakterli insanlar değildir. Her biri ciddi alimdir. Bu nedenle bu zatlara bakış açımızı çevremizde gördüğümüz sıradan isimlerle bir tutmamaya dikkat etmek önemlidir.
Üçüncüsü: Gerek Ebu Hanife’nin gerek İmam Buhari’nin yaşadığı dönemde iletişim imkanlarının ne kadar kısıtlı olduğu bilinir. Sonuçta her ikisinin de telefonun, telgrafın, internetin olmadığı bir zamanda yaşadığı unutulmamalıdır. Bu nedenle insanların birbirleri hakkındaki bilgileri uzaktan, dolaylı ve bazen de çarpıtılmış olabilmektedir.
Örneğin Ebu Hanife’nin “Kur’an’ın telaffuzu mahluktur.” şeklindeki sözleri bazıları tarafından “Ebu Hanife Kur’an’a mahluk dedi.” olarak anlaşılabilmekte ve başkalarına da bu şekilde aktarılabilmektedir.
Bugün biri size gelip; “İsmet Özel Kur’an’ı Peygamberin yazdığını söylüyor.” dese, siz de “O zaman İsmet Özel dinden çıkmıştır.” diyebilirsiniz. Dikkat edileceği üzere buradaki mesele İsmet Özel’in kendisi değil, Kur’an’ı Efendimiz’in (sas) yazdığı iddiasıyla ilgilidir. Temelde ise İsmet Özel’in tekfir edilmesi değil bu iddianın tekfir edilmesi vardır.
İletişimin tam verimli olmadığı eski dönemlerde kulaktan kulağa aktarılan olayların, fikirlerin, söylemlerin arasına yanlış veya çarpıtılmış bilgilerin karışması normaldir. İmam Buhari’ye de kendisinden yaklaşık 100 yıl önce yaşamış Ebu Hanife hakkında ulaşan duyumların içine yanlış ve çarpıtılmış bilgilerin karışmış olması mümkündür.
Diğer yandan İmam Buhari’nin Ebu Hanife hakkındaki aleyhte söylemlerin tümüne katıldığını iddia etmek mümkün değildir. Çünkü “duafâ” adı verilen rical kitapları, yani hadis rivayet edenlerin cerh ve tadillerinin yapıldığı, bu insanların özelliklerinin sayıldığı kitaplara alınan fikirler eser sahiplerinin her zaman kendi görüşlerini oluşturmaz.
Örneğin popüler tartışmalarda şöyle bir iddiaya rastlanır: “İmam Buhari, İmam-ı Azam’a “deccal” demiştir. Halbuki olayın aslı şudur: İmam Buhari, birinci maddede ismini zikrettiğimiz kitabında şöyle bir kayıt düşmüştür: “Bize bizim bir arkadaşımız Hamdeveyh’ten tahdis etti dedi ki: Ben Muhammed b. Mesleme’ye dedim ki: Numan’ın görüşü bütün beldelere girdiği halde Medine’ye dâhil olmadı. Dedi ki: Muhakkak Allah’ın Rasülü (sav) şöyle dedi: Oraya deccal ve taun giremez, o deccallerden bir deccaldır.”5
Bu metinde İmam Buhari’nin asıl adı Numan olan Ebu Hanife’ye doğrudan deccal demediği zaten açıkça görülmektedir. Diğer yandan bu tip kitapların bir özelliği şudur ki; yazar kendisine ulaşan haberleri bir şekilde kitabına alır. Ciddiye aldığı haberlerin bütün silsilesini, haberin ilk sahibinden kendisine ulaşana kadarki bütün ravileri tek tek zikreder. Açık isim zikretmediği haberleri ise pek ciddiye almamış, sadece piyasada dolaşan bir haber olması nedeniyle kitabına almış demektir. Bu metinde de İmam Buhari “Bize bizim bir arkadaşımız Hamdeveyh’ten tahdis etti (haber verdi)” demekle aslında bu rivayetin pek de ciddiye alınır olmadığını üstü kapalı bir şekilde ifade etmiştir. Halbuki birinci maddede aktardığı rivayette “Bize Nuaym bin Hammad tahdis etti (haber verdi).” demiş ve o haberi kendisine ulaştıran kişinin ismini açıkça zikretmiştir.
Medine’ye İmam-ı Azam’ın simge ismi olduğu ehl-i rey ekolünün hiç girmemesi zaten yanlış bir düşüncedir. Çünkü Medine’nin imamı olarak kabul edilen İmam Malik (ra) bazı alimlerce ehl-i rey olarak kabul edilmiştir. İmam Buhari’nin de bu kadar bariz bir gerçeği bilmemesi mümkün olmasa gerektir.
Dördüncüsü: O dönemlerde ehl-i hadis ve ehl-i rey arasındaki tartışmaların önemli bir nedeni her iki ekol temsilcilerinin bazı kavramları aynı anlamda kullanmamaları olmuştur. Örneğin “İmanda artma ve eksilme” meselesi o dönemin önemli bir tartışma konusudur. Amelin imandan bir parça olduğunu kabul eden ehl-i hadis ekolü amelin artmasına ve eksilmesine bağlı olarak imanın da artıp eksilebileceğini söyler. İmam-ı Azam gibi imanın kalp ile tasdik dil ile ikrar olduğunu, amelin imandan bir parça olmadığını kabul eden ehl-i rey ekolü ise iman edilecek hususlarda sayısal olarak bir artma ve eksilme olamayacağını ancak yakîn ve tasdik yönünden imanın artıp eksilebileceğini söyler. Buradaki artma ve eksilme ise güçlenme ve zayıflama ile eşanlamlıdır. Yani imanın tasdik ve yakîn yönünden artıp eksilebileceğini söyleyen ehl-i rey mensupları aslında imanın bazen güçlenebileceğini bazen de zayıflayabileceğini söylemiş olmaktadırlar. Burada önemli olan “İman artar ve eksilir.” veya “İman artmaz ve eksilmez.” diyenlerin imanın hangi bakımdan artıp eksileceği veya artıp eksilmeden maksatlarının ne olduğu konusunda birbirlerini anlamamaları veya yanlış anlamalarıdır. Temel kavramlarda ortak bir zeminde buluşamayan kesimler temel kavramlar etrafındaki konularda elbette birbirleriyle tartışmaya devam edeceklerdir. Halbuki her iki ekolün birbirlerini anlamaları, ortak bir zeminde buluşmaları, meseleleri buna göre müzakere etmeleri de mümkündür.
Hatta bu konuda Ahmed bin Hanbel (ra) şöyle der: “Biz ehl-i reyi, onlar da bizi durmadan lanetlerdik. Bu hâl Şafiî'nin gelmesine kadar devam etti. O gelince aramızı bulup bizi kaynaştırdı.”(6)
Bu durumda diyebiliriz ki; o dönemle ilgili bugüne kadar yansıyan tartışmaların önemli bir kısmı kavramlara yüklenen farklı anlamlar ve tarafların birbirlerinin maksatlarını tam olarak anlamamasından kaynaklanmıştır. İletişim problemleri de bunun en önemli harici nedenlerinden biridir.
Örneğin, bugün birileri “Bu şeriatın gereğidir!” diyerek sivillere yönelik intihar eylemleri yapsa veya okul basıp kız öğrencileri öldürse, bunu gören bir Batılı veya Müslüman bir ülkedeki seküler birisi “Kahrolsun şeriat!” dese, bir başka Müslüman da “Kahrolsun şeriat!” diyene “Şeriat Allah’ın emirleri demektir, sen İslam düşmanısın!” dese bu örnekteki üç kişi de hatalı olacaktır. Çünkü “Bu şeriatın gereğidir!” diyen cahil ve mutaassıptır. Şeriatın öyle bir emri olmadığını bilmemekte ancak bildiğini varsaymakta ve kendi hayal dünyasındaki şeriata inanmaktadır. “Kahrolsun şeriat!” diyen de şeriatı bilmemektedir ancak onun kastı şeriatın emri zannederek intihar eylemi yapan veya okula saldıran kişinin söylemindeki şeriattır. “Kahrolsun şeriat!” diyene “Sen İslam düşmanısın!” diyen de o kişinin şeriatı bilmediğini bilmemekte, asıl kahrolmasını istediği şeyin saldırıyı yapan kişinin zihniyeti olduğu ayrımını yapamamaktadır. Burada asıl nokta şeriat kavramına yüklenen farklı anlamlardır.
İşte, ehl-i hadis ve ehl-i rey arasındaki tartışmalar da bir yönüyle bu duruma benzemektedir. Ehl-i rey, özellikle de İmam-ı Azam ve Hanefi ekolü ayet ve hadisleri temel bilgi kaynağı olarak kabul ettikten sonra bu kaynaklar üzerinde akıl yürütme işlemine rey demektedirler. Ancak ehl-i hadis ekolünden bazıları “rey” deyince bir insanın ayet ve hadisleri dikkate almadan, tamamen kendi kişisel görüşüyle hüküm vermesini anlayabilmektedir. Böyle zannettikleri insanları da sapkınlıkla veya küfürle itham edebilmektedirler. Diğer kesim de “Rey Allah ve Resulünün emridir. Allah Kur’an’da düşünmemizi emretmiş, Rasulullah (sas) da Yemen’e gönderdiği Muaz bin Cebel’in (ra) “Bir konuda Kur’an ve hadiste bir şey bulamazsam reyimle hükmederim.” demesini onaylamıştır.” demektedir. Bu da gayet normal bir durumdur. Ancak burada da asıl mesele “rey” kelimesine farklı anlamlar yüklenmesidir.
Beşincisi: İmam Buhari (ra) ile İmam-ı Azam’ın (ra) doğdukları, yetiştikleri ve eğitim aldıkları ortamı da unutmamak gerekir.
İmam Buhari Buhara’da doğmuş, büyük hadis imamları İshak b. Râhûye, Humeydî gibi alimlerden ders almış, yıllarını sahih hadisleri toplamak için seyahatlerde (Rıhle) geçirmiş, yüzlerce muhaddisten hadis almış, ömrünü hadislere adamış, hadisçilerle oturup kalkmış bir alimdir. Aynı zamanda ehl-i hadis içinde kelimenin tam anlamıyla “fakih” diyebileceğimiz bir insandır. Bu nedenlerle hadislerin sahihlerine ulaşma şansı İmam-ı Azam’dan daha fazla olmuştur. Fıkhını da sahih hadisler üzerine kurmuştur.
İmam-ı Azam ise Kûfe gibi kozmopolit, İslam’a sonradan girenlerin çok olduğu, Mekke ve Medine’ye de uzak, halkının hepsinin Arap olmadığı dolayısıyla Arapça bilmediği bir şehirde doğup büyümüştür. İmam Buhari gibi önce hadis değil akaid (kelam) ve cedel ilimlerini öğrenmiştir. Hocası Hammad bin Süleyman da Kûfe rey ekolünün temsilcisidir. İmam-ı Azam döneminde Kufe gibi yerlerde hadis uydurma faaliyetleri maalesef yoğun bir hâldedir. Bu nedenle Ebu Hanife (ra) hüküm çıkaracağı hadisler konusunda son derece titiz davranmıştır. Hakkında şüphe bulunan ve kesin bilmediği, sıhhatinden emin olmadığı hadisleri yok saymıştır. Ehl-i hadis gibi zahirde dini bir hüküm belirttiği düşünülen her hadis ile amel etmemiş yahut onların kesin bir dini hükme delalet etmediğini düşünmüş de olabilir. Ancak bazı selefi meşrep insanların iddia ettiği gibi kesinlikle hadisleri terk etmemiş, onları asla yok saymamıştır. Hadislere önem vermede, onları delil saymada diğer fıkıhçılardan ve hadisçilerden hiçbir farkı yoktur. Tek farkı, hadisleri anlama, yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma konusundaki yaklaşımı, yöntemidir.
Diğer yandan İmam-ı Azam’a ulaşmayan hadisler de olmuştur. Nitekim İmam-ı Azam’ın talebesi Ebu Yusuf İmam Malik’le karşılaştığında birkaç fıkhî konuda ona fikir danışır. İmam Malik konuyla ilgili hadisleri sıralar. Ebu Yusuf “Senin hadislere dayanan görüşüne döndüm. Benim gördüğüm bu delilleri hocam Ebu Hanife de görmüş olsaydı benim gibi o da görüşünden dönerdi.”(7) der.
Bu örnek İmam Azam’ın hadis konusunda İmam Buhari kadar geniş bir bilgi kaynağına sahip olmadığını gösterebilir. Elbette bu durum İmam-ı Azam’ın hadis konusundaki yetersizliğini göstermez ancak ikisi arasında bir karşılaştırma yapınca İmam Buhari’nin ömrünü verdiği hadis ilmi nedeniyle elindeki hadis birikiminin İmam-ı Azam’dan daha fazla olması doğaldır.
Diğer yandan sahabe içinde bile bazı hadislerden haberdar olmayan üstelik de büyük sahabiler bulunabilmektedir. Örneğin Hz. Ömer (ra) veba salgını sırasında karantina uygulamasına işaret eden hadisi bildiği için salgının merkezine doğru gitmemeyi emretmiştir. Ancak bu hadisten haberi olmayan bazı sahabiler salgın noktasına doğru gitmeyi de düşünmüşlerdir. Demek ki bazı hadislerden haberi olmayan sahabiler bir konuda kendi aralarında konuşup karar vereceklerinde verdikleri kararın o konudaki hadise ters düşmesi yaşanmıştır. Bu durumda hadisle amel etmeyen sahabi hakkında kötü düşünmek nasıl abes olacak ise benzer durumda İmam-ı Azam veya aynı konumdaki başka alimleri kötülemek de makul değildir.
Altıncısı: İmam-ı Azam’ın kurduğu sistem de İmam Buhari’nin takip ettiği yöntem ve ortaya koyduğu ürünler de çok güzel, müthiş derecede verimli ve çok büyük oranda başarılıdır. Bununla birlikte insan elinden çıkmış oldukları ve Kur'an hariç hiçbir kitabın yüzde yüz mükemmeliyete sahip olması beklenemeyeceği için doğal olarak düzeltilmesi gereken bazı kısımları vardır. Ancak her iki deha da vefat ettikten birkaç kuşak sonraki nesiller bu isimlerin sistemlerini ve yöntemlerini olduğu gibi bırakmışlar, düzeltilmesi gereken yerlerini düzeltme, eksik kalan yerlerini tamamlama gibi işlere pek girişmemişlerdir. Böyle bir tavır da bu isimlerin sistemlerinin donmasına, olduğu gibi kalmasına neden olmuştur.
Örneğin, İmam Buhari (ra) hadis alanında dönemin şartlarına göre çok önemli ve özgün bir yöntem ortaya koymuş, bugün için bile “bilimsel” denilebilecek ve büyük oranda doğru sonuçlar veren bir yöntem izlemiş, sonuçta da “Sahih-i Buhari” isimli mükemmel eserini ortaya koymuştur. Ancak sonraki hadis alimlerinin işin doğası gereği Sahih-i Buhari’den daha nitelikli eserler ortaya koymaları gerekirken Sahih-i Buhari’nin kalitesinin altında eserler ortaya koymaları bu konuda ilerlemenin istikrarlı bir şekilde sağlanamadığını göstermektedir.
İmam-ı Azam’ın (da) da ilk dönem talebeleri dışında sonraki Hanefi fıkıhçılarının İmam-ı Azam ve talebeleri kadar geniş fikirli olamadıkları, içtihat meselesini dondurdukları, bir yerden sonra Hanefi mezhebinin de diğer mezhepler gibi kendi fetvalarını farklı yer ve zamanlarda tekrarlayan bir sistem hâline dönüştüğünü söylemek mümkündür.
Dolayısıyla her iki ekol temsilcilerinin veya her iki ekol adına konuşanların taassup noktasında birleştiklerini, her iki tarafın da bir yerden sonra tarafgirlikle birbirlerine bazı ithamlarda bulunduklarını görmek mümkündür.
İslam aleminde maalesef şöyle bir akıl tutulması vardır: İnsanlar hocalarının veya büyüklerinin bir eksikliğini tamamlama, bir hatasını düzeltme yolunu değil, onları çılgınca ve taassupla savunma yolunu sıkça tercih edebilmektedirler.
Bu arada son olarak belirtelim ki: İmam Buhari’nin (ra) hadisler konusundaki birikimi daha fazladır, çünkü daha çok sahih hadise ulaşmıştır. İmam-ı Azam’ın (ra) ise fıkıh alanındaki yöntemi daha sağlam, daha geniş, daha geçerli ve daha verimlidir. Akıllı Müslümanlara asıl lazım olan ise bu her iki büyük isimden de olabildiğince istifade etmenin yollarını aramaktır. Allah Teala bizleri görüş ayrılığına düşen alimler arasında hakem kılmamıştır. Başta İmam Buhari ve İmam-ı Azam olmak üzere aralarında görüş ayrılığı bulunan ciddi, rasyonel, makul, samimi alimlerin her birisi başımızın tacıdır. Onlar adına konuşanların ve onları birbirlerine karşı savunmak için birbirlerine kaba ithamlarda bulunanların ise görüşleri bize lazım değildir. Allah Teala’dan onları da bizleri de affetmesini dileriz.
Ayrıca İmam Buhari’nin İmam-ı Azam hakkındaki tenkitleri İmam-ı Azam’ın da İmam Buhari’nin de değerini düşürmez. Nitekim sonraki dönem Hanefi alimleri Ebu Hanife’ye atfedilen “Müsned” tarzı hadis kitapları olmasına rağmen İmam Buhari’nin Sahih’ine son derece kıymet vermişler, o kitap üzerine şerhler yazmışlardır. Örneğin Türk asıllı Hanefi fıkıhçısı Bedreddin Aynî, tarihteki en düzenli Buhari şerhlerinden birisi olan Umdetü’l-Kârî eserini kaleme almıştır. Bu çerçevede çoğu Hanefi aliminin İmam Buhari’nin eserine kıymet vermelerini mezhep taassubuna düşmeden uzmanlığa kıymet vermeleri olarak görebiliriz.
Biz biliyoruz ki; “Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.”(8)
Bu nedenle konuyla ilgili son diyebileceğimiz şudur: “Onlardan sonra gelenler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin.”(9)
1 ) ed-Duafâü’s-Sağir, madde no: 388 (Aktaran; Mehmet Erdem, İmam Buhari’nin Kitaplarında İmam Ebu Hanife Hakkındaki Rivayetlerin Tespit ve Tahlili, s. 81)
2 ) Ebû Nuaym el-İsfehânî, Kitâbü'd-Duafâ, s. 154, (Aktaran; Kemal Özcan, Müslim’e Yöneltilen Eleştiriler, Doktora Tezi, s. 29)
3 ) İmam-ı Azam, el-Fıkhu’l Ekber, s. 53
4 ) Ayrıntılı bilgi için bkz; https://kurantime.com/selef-denizinin-feneri-imam-ahmed-bin-hanbel-peygamber-varisleri-boeluem-4
5 ) ed-Duafâü’s-Sağir, madde no: 388 (Aktaran; Mehmet Erdem, İmam Buhari’nin Kitaplarında İmam Ebu Hanife Hakkındaki Rivayetlerin Tespit ve Tahlili, s. 81)
6 ) İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 1, s. 194
7 ) Yusuf el-Karadavi, Fetava Muasıra, c. 2, s. 113
8 ) Bakara, 141
9 ) Haşr, 10