34 dk.
29 Ağustos 2023
İslam'da Nazar | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İslam'da Nazar | Tek Parça

Soru: Nazarın hak olduğunu biliyoruz. Peki nazarın sebebi nedir ve nazar nasıl bir hikmetle yaratılmıştır?
 

Cevap: Nazar kelimesi sözlük anlamı olarak bakmak, görmek ve düşünmek manalarına gelir. Günlük dilde haset veya kıskançlıkla bakıldığında bakılan şeyi veya sahibini ona zarar verecek şekilde etkilemek manasıyla kullanılmaktadır. Arapçada da aynı anlam hem nazar kelimesiyle hem de “isabetü’l ayn” (göz isabeti veya göz değmesi) kelimesiyle kullanılmaktadır.

 

Nazarın Sebebi (Kimlerin Nazarı Değer?)

 

Nazarın sebebi hasedin bir cinsidir. Nazar bir insanın kendisi için istediği bir nimeti, kendisine denk saydığı bir başkasında görüp o anda ya delice hayran olması ya da çok güçlü bir biçimde “Bu bende niye yok?” hissinin bulunması ile doğar.

 

Nazarın doğmasında “denk görme” meselesi önemlidir. Bir kişinin kendisinin tahayyül etmediği veya edemeyeceği nimetler söz konusuysa orada haset ve nazar sistemi işlememektedir. Örneğin zayıflamak isteyen ve bunun için çaba gösteren normal bir insan, gördüğü herhangi bir sanatçıya, sporcuya veya bir devlet adamına haset edemeyeceği gibi nazar da edemez. Çünkü o insanlar kendisi için ulaşılmaz bir konumdadır. Dolayısıyla o insanları kendisine denk görmemektedir. Ancak bir akrabası veya komşusu zayıf ise veya kolayca zayıflamış ise bu durumda şiddetli bir haset ve nazar doğabilir.

 

Nazarın oluşmasında etkili olan bir diğer husus da nazarı değen insanın gördüğü şeyi gözü kararırcasına, tam konsantre hâlde görmesi veya baktığı şeye o şekilde bakmasıdır. 

 

Ayrıca bir insanın baktığı şeyi kendisi için ulaşılmaz görmesi de nazarın doğmasında etkilidir. Bu nedenle daha eğitimli, problemlerin çözümü için farklı yollar bulabilen veya kendi sahip olduğu imkanlara daha fazla güvenen insanların başkalarına pek nazarı değmez.

 

Konsantre olma halinin bir yönü de şudur ki: Daha avam, bir yönüyle daha cahil ya da daha ilkel insanlarda doğan arzular onların kalplerini, zihinlerini baştan aşağı kaplayabilmektedir. Bu da nazarı kolaylaştırmakta, daha mümkün hâle getirmektedir.

 

Son olarak nazarın değmesinde etkili olan, ayrıca meselenin aslı, esası diyebileceğimiz bir husus daha vardır: Bir güzelliğe, bir nimete bakarken Allah Teala işin içine dahil edilmezse, yani hayranlıkla bakılan bir nimetin Allah’ın nimeti olduğu, bakılan şeydeki nimetin Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dahilinde gerçekleşen bir nimet olduğu akla getirilmezse, bu şuur işletilmezse nazarın değmesi daha kolay olmaktadır. Bu durumda halk arasında anne babanın çocuğuna nazarının değmeyeceği şeklindeki inancın yanlış olduğu da anlaşılmaktadır. Bir anne baba, nazarda var olan haset hali ile kendi çocuğuna bakmaz, bu doğrudur. Ancak hayranlıkla bakış esnasında Allah’ın hiç hatırlanmaması nazara daha kolay kapı açabilmektedir.

 

Nazarın Hikmeti

 

Maddi açıdan değerli bir eşyanın kalabalık bir mekânda masanın üzerinde bırakılması halinde çalınması muhtemel olacaktır. Kıymetli, güzel ve hoş şeylerin düşmanı çok olur. Güzelliklerin, kıymetli şeylerin fark edilebilir hale gelmesinde böyle bir zahmet vardır. Allah Teala Hz. Adem’e (as) ekstra bir değer vermiş, Hz. Âdem de şeytanın düşmanlığına uğramıştır. Habil, Kabil’den daha makbul bir kul olmuş, Kabil de Habil’e onu öldürecek kadar kin gütmüştür. Hz. Yusuf (as) babası tarafından daha fazla sevilmiş ve kardeşlerinin hasedine maruz kalmıştır. Emsaller arasında birisi daha önde göründüğü zaman insanların azımsanmayacak bir kısmında o önde görünene haset etme, haset duygularıyla bir enerji oluşturma veya önde görünene somut zarar vermek için harekete geçme gibi durumlar söz konusu olabilmektedir.

 

İnsanlarda daha iyiye, daha güzele sahip olma temayülünün kendi içinde haset ve nazar gibi sıra dışı bir komplikasyonu da oluşabilmektedir. Bu da insanın aslında bir zalim olduğunu göstermektedir.1 İnsan öyle zalim ve cahildir ki örneğin Allah Teala’nın birbirlerini daha iyi tanısınlar, birbirleriyle kaynaşsınlar diye takdir buyurduğu2 ırk ve dil farklılıklarını bir ayrıştırma nedeni hâline getirebilmekte, bir üstünlük kriteri sayabilmektedir. Allah’ın verdiği nimetlere, yani başkalarının üzerinde görünen nimetlere ve güzelliklere yanlış bakış açıları, şükürsüz imrenmeler, yoğunlaşmış bir hâlde haset gibi arızalarla da nazar olgusunun doğmasına neden olabilmektedir.

 

Ortalama (ve maalesef çoğunluğu teşkil eden) insanlardaki arızaya bir örnek de Twitter adlı sosyal medya platformundan verilebilir. Aslında insanların birbirlerini tanımaları, farklı görüşte olanların birbirlerinin görüşlerinden, hislerinden haberdar olmaları için Twitter kadar büyük bir nimet çok az bulunabilir. Örneğin dindar, sağ, muhafazakâr bir gelenekte yetişmiş birisi sol veya seküler bir ortamda yaşayan kitleleri tanımak için (tersi de geçerlidir) ya onlarla bire bir irtibat kuracaktır ki bu hiç kolay değildir. Bu durumda tanınmak istenen kişiler tanımak isteyen kişiye tamamen doğal davranmayacakları için tanıma meselesi yarım kalmış olabilecektir. Veya tanımak isteyen kişi tanımak istediği kişilerin hayatlarıyla ilgili yazılar, romanlar, makaleler okuyacaktır ki bu durumda da çok uzun ve zorlu bir süreç gerekecektir. Ayrıca bu da yeterli bir tanıma imkanı veremeyebilecektir. Ancak her kesim kendi duygu ve düşüncelerini başkalarının müdahalesi olmadan doğal bir şekilde 140, 280 veya 4.000 karakterle anlatınca o insanları kolay ve doğru bir şekilde tanıma imkânı da doğmuştur. Twitter eğer böyle değerlendirilebilse farklı görüşlere sahip kitleler arasındaki hoşgörü ve anlayışı geliştirmek daha kolay olacaktır.

 

Ancak elimizde var olan bilgiler göstermektedir ki Twitter yaygınlaştıktan sonra insanların birbirlerine veya karşı görüşte olanlara karşı tahammülsüzlüğü artmıştır. Çünkü insanlar “yankı odası etkisi” ile hareket etmektedirler. 

 

Sonuçta Allah Teala, insanlara daha iyiye ve güzele ulaşmaları için bir temayül ve pozitif bir hırs vermiştir. Bunlar da pek çok meselede insanda itici bir güç oluşturmaktadır. Ayrıca insanlara, başkalarına bakarak onlardan daha önde olmaya, en azından eşit şartlara sahip olmaya dair bir arzu da verilmiştir. İnsan daha bebekliğinden itibaren anne babasını taklit eder, bir an evvel büyümek, her şeyi yapabilmek ve her şeye sahip olmak ister. Bir insanın da en fazla gördüğü, muhatap olduğu kimse doğal olarak en yakınları ve akranlarıdır. Bir insan kendi yakını olan diğer kimselere göre daha iyi, daha zengin, daha verimli, daha faydalı, daha çalışkan birisi olmak arzusu taşıyabilir. Ayrıca o rekabet hissi ve yakınlık düşmanlığa dönüşmezse daha iyi olanı örnek alma, bunun da uhuvvete ve muhabbete hizmet etmesi imkânı vardır. Bu durum aslında küçük çocuklarda daha rahat gözlemlenebilir. Küçük bir çocuk bir başka çocuğun bisiklete bindiğini görünce kendisi de bir bisiklet isteyecektir. Bu gayet normaldir. Ancak o çocukta gidip bisiklete binen diğer çocuğun bisikletine zarar verme eğilimi (bir başka yerden öğrenmedikçe) doğmamaktadır.

 

Benzer şekilde insanlardaki söz konusu daha iyiye gitme, başkalarını geçme ve başkalarının daha iyi olduğu noktaları örnek alma ve böylece kolay öğrenme potansiyeli insanın cahilliği ve zalimliği nedeniyle başkalarına zarar verme, haset ve nazar etme, başkasının elindeki nimetin yok olmasını isteme hâline dönüşebilmektedir. İnsan, cahilliği tercih etmek yerine kendini ve Rabbini bilse, kendine ve başkalarına zulmetmeyi tercih etmek yerine Kur’an’ın “Hayırda yarışın!”3 emrine itaat etse, insana hayır adına verilen potansiyelleri yaratılış amacı istikametinde değerlendirebilecektir. Böyle olunca da örneğin zayıflamak isteyen kilolu bir insan sonradan zayıflamayı başarabilmiş birisini görünce ona haset etmeyecek, ondaki zayıflama nimetinin yok olmasını istemeyecek, ona zarar verecek ölçüde kıskançlık hislerinde yoğunlaşmayacak, onun nasıl zayıfladığını bizzat giderek o kişiye soracak, onu örnek alacak, böylece yaratılıştan bahşedilen potansiyel hayır kendi istikametinde kullanılmış olacaktır. 

 

Dikkat edilmesi gereken husus şudur ki: İnsandaki rekabet duygusu, başkalarından daha iyi olma hissi tek başına kötü bir his değildir. Bu bağlamda, Efendimiz (sas) bir mecliste “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” buyurunca sahabeden bir zat “İnsan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını arzu eder.” ve “Ben güzel şeyleri seviyorum. Bu güzellikten bana da verilmiştir. Hatta bir kimsenin benden üstün olmasını (veya başkasının ayakkabısının bağının benimkinden daha güzel olmasını) istemiyorum. Bu şey kibirden midir?” demiştir. Efendimiz de buna karşılık “Hayır! Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.”4 buyurur. 

 

Demek ki bir insanın başkalarından daha zengin, daha başarılı, daha verimli, daha faydalı olmaya çalışması tek başına kötü bir haslet değildir. Bunlardan hoşlanmasında da bir problem yoktur. Tabii diğer yandan bir insanın kendisi için istediğini başkaları için de istemesinin bir iman şartı olması hasebiyle meselenin ince bir noktası daha vardır ancak o konu şimdilik dışarıda tutulabilir. Ancak bir insan kendisinden kötü giyineni küçümseme, onu kınama gibi hâllere giriyorsa bu kibirdir ve zaten haramdır.

 

Demek ki insan, başkalarının üzerindeki nimetlere, güzelliklere kendisinin de sahip olmasını isteyebilir ve bu konuda bir çaba gösterebilir, dua da edebilir. Ancak bu istek insanın kendi emsallerinin aleyhinde olmasına, onlardaki nimetlerin yok olmasını istemesine, nimetlerin üzerinde göründüğü kişilere hasetle bakmasına dönüşüyorsa bu durum büyük bir bela haline de gelebilir.

 

Allah Teala’nın insanlara verdiği istidatlar farklı farklıdır. İnsanlarda daha iyiye yönelik bir arzu ve çaba olmazsa zaten maddi terakki de imkânsız olurdu ve insanlar halen mağaralarda yaşamaya devam ederdi. Bu nedenle daha iyiye doğru olan eğilim insan için itici bir güçtür. Tabiri caizse bu itici güç olan motoru Allah Teala her insanın içine yerleştirmiştir. İnsan bunu negatif duygularla bozmaz ise herhangi bir zarar da doğmayacaktır. Ancak negatif hislerin ve davranışların bu motoru bozması sonucu insan kardeşini de öldürebilecek hâle gelebilmektedir, bir başkasına nazarı da değebilmektedir.

Soru: Nazar boncuğu takmak caiz midir? Nazar boncuğunun nazar edenin gözünden çıkan ışınların etkisiz hâle gelmesine yaradığı söyleniyor. Nazar boncuğu nazardan korur mu?
 

Cevap: Pek çok kültürde olduğu gibi cahiliye dönemi Arap kültüründe de nazar kavramı önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemin Arapları nazardan korunmak için çocuklara siyah boncuk, atlara beyaz boncuk, yetişkin insanlara da katır boncuğu denilen bir boncuk türü takarlardı. Eski fıkıh alimlerimizden bazıları da cahiliye Araplarının bu boncukların bizzat kendilerinin nazarı uzaklaştırdığına inandıklarını kaydetmektedirler. Bu alimlerimize göre İslam, o boncuklarda nazarı önleyen bir güç olduğu inancını yasaklamıştır. Ancak bu boncukların veya başka objelerin bizzat kendilerinde bir güç olduğuna inanmadan onların kullanılmaları kimilerince caiz görülmüştür. Örneğin Hanefi fıkıhçılarından İbn Abidin bir tarlaya nazar değmemesi için o tarlaya korkuluk veya hayvan kafası konulabileceğini, tarlaya hasetle bakanların önce o kuru kafaları göreceğini, sonra tarlaya nazar edeceklerini, nazarların ilk önce kuru kafalara isabet etmesi nedeniyle de tarlaya bir zarar vermeyeceğini söylemiştir.(5)

 

Ancak meselenin bu kadar basit olmadığı, doğru ve yanlış yönlerinin de olduğu ifade edilebilir. 

 

Geçmişte de günümüzde de bir yandan Müslüman olup, yani hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanıp diğer yandan nazar boncuğu, şifalı taşlar veya şans getirmesi beklenen objeleri kullananların neredeyse hepsi bu objelerin kendilerinde bir güç olduğuna inanmadıklarını, onları sadece vesile olmaları niyetiyle kullandıklarını söyleyeceklerdir. 

 

Diğer yandan Efendimiz'in (sas) “Kim (nazardan ve diğer musibetlerden korunma amacıyla) bir şey takarsa ona (taktığı şeye) havale edilir.”(6) gibi hadisleri de meselenin riskli ve dezavantajlı yönlerini göstermektedir.

 

Elimizde bu veriler varken böyle bir durumda tek yönlü düşünmek doğru olmayacaktır. Örneğin Hıdırellez şenliğinde bir insanın bir kağıda istediği araba markasını yazıp bir ağacın altına gömmesi veya akarsuya atması sonucunda bir sene içinde o arabaya sahip olacağını ümit etmesini ele alalım. Bu insana yaptığı işin şirk olduğu söylenince “Neden şirk olsun? Ben ağaçtan veya sudan istemiyorum, Allah’tan istiyorum, arabayı verecek olanın Allah olduğunu biliyorum. O yazıyı gömmek veya suya atmak ise Allah’tan istememin sadece bir yöntemidir.” dese bu insana açık bir şekilde kafir veya müşrik denilemez. Çünkü tekfir ciddi bir meseledir. Hukuki sonuçları vardır. Tevilin mümkün olduğu yerlerde ise tekfir mümkün değildir. Örneğin birisi bir arzusuna ulaşmak için bir türbede kurban kesse o insana bunu neden yaptığı sorulmalıdır. Alınacak cevap “Ben istediğimi Allah’tan istiyorum, bu yaptığım sadece vesiledir.” dese onun küfrüne veya şirkine hüküm verilemez. Ancak o insan “Bu kurbanı burada yatan zat adına kestim istediğimi de o zattan istedim, Allah’tan istemedim.” gibi açık bir küfür veya şirk beyanında bulunursa o zaman başkadır.

 

Aynı şekilde nazar boncuğunun nazarı uzaklaştıran bir güce sahip olduğuna inanmayan ama teknik olarak nazarın engellenmesinde fonksiyonel bir faydası olduğunu düşünerek takan insana müşrik denilemez.

 

Nazar ve Gözden Çıkan Işınlar(!)

 

Bir insan nazar ettiği zaman onun gözünden çıkan bir ışın yoktur. Bu yanlış bilgi antik Yunan dönemi filozoflarından Plutarkhos’a dayanmaktadır ve ondan İslam dünyasının bazı filozof ve bilginlerine de sirayet etmiştir. İbn Sina gibi eski bilginlerimizde de bu tip açıklamalara rastlanabilir. Bu açıklamalar görme yetisinin insan gözünden çıkan bir ışına dayandığı şeklindeki temel varsayıma dayanır. Ancak fiziğin ve biyolojinin ilerlemesiyle görme olayının bu şekilde gerçekleşmediği zaten anlaşılmıştır. 

 

Ayrıca manevi meselelere karşı maddenin herhangi bir engel teşkil etmeyeceği de malumdur. Cinlerin geçişine engel olmak için betondan duvar örmek işe yaramayacağı gibi sağlam kalelerde korunmak da Azrail’in (as) gelmesine mâni olamayacaktır. Nazar da metafizik bir konudur. Dolayısıyla nazardan korunmak için taş ve boncuk gibi nesnelerin herhangi bir faydası yoktur.

 

Nazardan Korunmak İçin

 

İnsanlar nazardan korunmak için tarihin eski dönemlerinden bu yana farklı teknikler uygulamaya çalışmışlardır. Kimileri ekinleri gösterişli olan tarlasına nazar değmesin diye ölmüş hayvanların kafataslarını asmış, kimileri güzel ve sevimli çocuklarını korumak için onların yüzüne is sürmüş, kimileri de sevdiklerine kendi nazarının değmemesi için kendi gözlerini çıkaracak kadar ileriye gidebilmişlerdir. İslam öncesi Türk tarihinden antik Mısır ve Yunan uygarlıklarına, pagan İrlanda kültüründen Orta Asya medeniyetlerine kadar dünyanın her yerinde bu tür uygulamalara rastlamak mümkündür. 

 

Efendimiz (sas) ise nazardan korunmanın en önemli yolu ve vesilesi olarak duayı öne çıkarmıştır. Abdullah bin Abbas (ra) hazretlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sas) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i Allah Teala’ya sığındırarak şu duayı okumuştur: “Eûzü bi kelimêtillâhit-têmmeti min külli şeytânin ve hêmmetin ve min külli aynin lêmmetin.” (Her türlü şeytandan, zehirli haşerattan ve kem gözden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.) Daha sonra Efendimiz (sas) “Babanız İbrahim de oğulları İsmail ile İshak’ı bu dua ile Allah’a sığındırırdı.” demiştir. (7)

 

Yine cinlerin ve insanların nazarlarından korunma adına Felak ve Nas surelerini okuduğu da rivayetler arasındadır.(8)

 

İnsanlar çoğunlukla kendisine nazar değmemesi için dua ederler. Ancak Efendimiz (sas) insanlara kendi nazarının başkasına değmemesi için de dua etmeyi öğretmiştir. Bunun da en güzel yolu insanın hoşuna giden bir şey karşısında “Bârekallahü Fîke” (Allah seni mübarek kılsın) veya “Mâşaallâh” (Allah’ın dilemesi ile olmuştur) veya “Mâşaallah ve lâ kuvvete illa billâh” (Allah dilemiş de olmuş, kuvvet sadece Allah’a aittir.) denilmesidir. Bu dua ifadeleri de hoşa giden şeye karşı insanın haset duygusunu baskılamakta, meseleyi Allah Teala’ya yönlendirmekte ve nazarın kötü sonuçlarının yok edilmesinde çok önemlidir. 

 

Dolayısıyla “nazardan korunmak” denilince hem kendisine nazar değmesinden korunmak hem de kendi nazarından başkalarını korumak adına yapılabilecek şeyler vardır. Birinci kesim yani kendisine değebilecek nazarlardan korunmak için yukarıda bahsedilen Efendimiz’in (sas) beyan buyurduğu dualar son derece tesirli bir koruma kalkanı oluşturmaktadır. Başkalarını kendi nazarından korumak için de hoşa giden nesnelere, kişilere veya olaylara karşı “Maşaallah” “Bârekallahü Fîke” ve “Mâşaallah ve lâ kuvvete illa billâh” kelimelerini zikretmek ve bu kelimelerin anlamlarını benimseyerek, şuurlu bir şekilde okumak önemlidir. Çünkü bunlar da sonuçta bir duadır.

 

Duanın dışında Efendimiz’in (sas) nazardan korunmak için tavsiye ettiği başkaca bir yol veya yöntem bilmiyoruz. Ancak kaynaklarda Hz. Osman’ın (ra) çenesinde gamze bulunan bir çocuğa nazar değmesinden çekinerek “Çenesindeki gamzeyi siyaha boyayın.” dediği şeklinde bir kayıt yer almaktadır. Bu kaydın sıhhatinden emin olamadığımız için onu delil olarak ele alamayız. Ancak ayet ve hadislerde yasaklanmayan, hatta ayet ve hadislerin anlam içeriklerinden çıkarılabilecek bir korunma türü olarak güzelliklerin başkalarının kıskançlığını çekecek ölçüde sergilenmemesi gibi bir korunma yönteminden söz edilebilir.

 

Nazar çekebilecek güzelliklerin makul ölçülerde saklanması, en azından bir gösteriş unsuru hâline getirilmemesi, yerli yersiz ifşa edilmemesi başka bir şeydir, o güzelliğin çirkinleştirilmesi başka bir şeydir. Ayet ve hadislerde nazar değmesinden korkulan bir güzelliğin çirkinleştirilmesine dair bir beyan yoktur. Ancak Hz. Yakup’un (as) Hz. Yusuf’a (as) gördüğü rüyayı kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etmesinden hareketle(9) başkalarının nazar veya başkaca fiziksel zarar verebilecek davranışlarından çekinmek ile bu davranışlara ve nazara karşı korunmak için nazara sebebiyet verebileceği düşünülen güzelliklerin makul ölçülerde korunması akla aykırı değildir.

Soru: Nazar boncuğu takmanın şirk olduğunu söyleyenler var. Nazar boncuğu takmak şirk midir? Nazardan korunmak için tavsiye edilen rukyeleri uygulayabilir miyiz?
 

Eğer bir kişi nazar boncuğu takarak “Ben hayrı ve korunmayı bu taşın kendisinden değil Allah’tan bekliyorum.” diyorsa o kişiye klasik manasıyla müşrik veya dinden çıktı denilemez. 
 

Diğer taraftan nazar boncuğunu görenlerin “nazar” kavramını hatırlamaları ve baktıkları şey için “Maşaallah” “Barekallah” gibi ibarelerle dua etmeleri de mümkündür. Bu da bazen şer gibi görünen şeylerden hayır çıkabileceği kabilindendir.

 

Ancak bir insan herhangi bir taşın enerjisi olduğuna, o taşın şans ve uğur getireceğine, insanı kötülüklerden koruyacağına imaen veya işareten de olsa inanmamalıdır. Geçmiş dönem alimlerimiz bu konuda oldukça hassas davranmışlardır. Bir mümin zaten böyle bir anlayıştan da kendisine hayır atfedilen herhangi bir taş parçasından da aynen içkiden veya domuz etinden kaçınır gibi kaçınacaktır. Bu da çok büyük ve harikulade bir takva göstergesi değil sıradan, gayet normal bir mümin refleksidir. Çünkü zihnin veya kalbin Allah Teala’dan bir an kopması, Allah’tan başka bir şeye az da olsa ümit bağlanması ciddiye alınmalıdır. Böyle bir kapı hiç açılmamalıdır.

 

Hakkında açık ayet veya hadis bulunmasa da Hasan Basri (ra) gibi önemli alimlerimizin de tavsiye ettikleri Kalem suresinin 51 ve 52. ayetlerinin, Ayetül Kürsi’nin, Felak ve Nas surelerinin, hadislerde geçen korunma ve sığınma dualarının yazılı olduğu parçaları da insanın okumasının yanında üzerinde taşımasının da bir mahsuru yoktur. Ayetler ile hadislerdeki dualar dışında bazı ibarelerin yazılması konusuna gelince: Örneğin bir insan kâğıda Allah, Muhammed, Ali, Fatma, Hasan, Hüseyin isimlerini yazsa, bu isimlerin etrafına da Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil gibi büyük meleklerin isimlerini yazsa ve bunların vesilesi ile korunma umsa buna da doğrudan haram veya şirk diyemeyiz. Çünkü bunların hepsi Allah ve Rasulü ile doğrudan ilgili kavramlardır. 

 

Veya yine bir insan İmam Gazali’nin (ra) Cennetül Esma duasından bazı parçaları, Ayetül Kürsiyi yazsa veya Kalem Suresinin 51-52. ayetlerini bir daire halinde yazsa, dairenin içine de Ashab-ı Kehf’in isimlerini, dairenin ortasına da Ashab-ı Kehf’in mübarek köpeği Kıtmir’in ismini yazsa ve bunu nazardan korunma amacıyla üzerinde taşısa bunun da haram veya şirk olduğu söylenemez. Çünkü ayetler, hadisler, Kur’an ve hadislerle irtibatlı isimler veya duaları birer vesile kılmak, asıl beklentiyi ise Allah’tan ummak şirk değildir, haram değildir. 

 

Rukye Meselesi

 

Rukye kavramı kelime olarak okuyup nefes vermek suretiyle tedavi etmek, tesirli sözler okuyarak korunmak anlamlarına gelir. Terim anlamı da sözlük anlamıyla benzer olarak hastalıklardan ve (nazar dahil) her türlü kötülüklerden korunmak veya onlardan kurtulmak amacıyla yazılan, okunan ve üflenen özel türden lafızlar, kelimeler demektir. Rukye kavramı muska kavramından daha geniş bir anlama sahiptir ve muska, bir rukye türüdür. Daha doğru bir ifadeyle rukyenin bir kağıt üzerine yazılıp taşınan türlerine muska denmektedir. Geçmiş dönem Araplarında sihir ve tıp kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılabilmektedir. Hatta Araplar sihirbazları doktorların öncülü olarak görmektedirler. Bu nedenle hadis kaynaklarında rukye ve muskalarla veya nazarla ilgili hadisler genellikle tıp bölümünde zikredilmiştir.

 

Efendimiz (sas) döneminde de bazı Müslümanlar çeşitli durumlarda Yahudi bilginlerine başvurmakta ve onlardan kendilerini okumalarını istemekteydiler. Kendilerine başvurulan Yahudi bilginleri de İbranice ve Süryanice dualar ve tılsımlar okumaktadırlar. Efendimiz’in (sas) bu durumdan haberdar olduktan sonra bu uygulamayı yasakladığı kaydedilmiştir.(10)

 

Rukye, muska, okuyup üfleme konularındaki hadislerin bütününe baktığımızda bu hadislerin bir kısmının rukyeyi yasakladığı, bir kısmının da serbest bıraktığı görülür. O hâlde önemli olan hangi tür rukyelerin yasaklandığı, hangilerinin serbest kılındığını anlamaktır.

 

Avf bin Malik el-Eşcai’nin rivayet ettiği ve rukyeye cevaz veren hadislerin biri şu şekildedir: Av bin Malik; “Biz cahiliye döneminde okuyup üfleme ile tedavi yapardık. Allah Rasulüne (sas) “Bu konuda ne dersin ey Allah’ın Rasulü?” diye sorduk. “Okuduklarınızı bana getirin.” buyurdu. Dinledikten sonra “İçinde şirk olmayan bir sözle dua etmenizde sakınca yok.” buyurdu.(11)

 

Hz. Aişe (ra) validemizin rivayet ettiği bir hadiste de Efendimiz (sas) ensardan bir aileye her türlü zehire (veya zehirlenmeye) karşı rukye yapmaya izin vermiştir.(12) 

 

Yine Hz. Aişe (ra) validemizin bir beyanı “Rasulullah (sas) göz değmesine karşı rukye yapmamızı emrederdi.”(13) şeklindedir.

 

Bazı hadislerde rukye, muska ve benzeri şeylerin yasaklandığına dair ibareler görmek mümkündür. 

 

Rukye, muskalar ve sevgi büyüsü şirktir.”(14) hadisi bunlardan birisidir.

 

Ayrıca “Kim (muska cinsinden) bir şey takarsa ona havale edilir.”(15) hadisi de Efendimiz’in (sas) izin vermediği içeriklerden oluşan muskaların hükmünü göstermektedir.

Rukye veya muskalarla ilgili hadislerdeki farklılıklar göstermektedir ki; Efendimiz (sas) bir cahiliye adeti olarak devam ettirilen ve şirk unsurları barındıran rukyelerle muskalara kesinlikle izin vermemiştir. Ayrıca içinde anlaşılmayan bazı sözler ve işaretler bulunan rukyelere de müsaade etmemiştir. Ancak okunan veya yazılan şeylerde şirk barındırmayan, Kur’an ve sünnete uygun ibarelerin bulunduğu rukyeler ve muskalar serbest kılınmıştır.

 

Hz. Aişe (ra) validemizin anlattığına göre de Efendimiz (sas) gece yatağına girince Felak, Nas ve İhlas surelerini okuyup ellerine üfler sonra ellerini yüzüne ve vücuduna sürer, bunu da üç kere tekrar ederdi. Ayrıca Hz. Aişe validemize de hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmasını emretmişti.(16)

 

Efendimiz’in (sas) bu uygulaması da kelime anlamıyla bir cins rukyedir ve tamamen Kur’an ayetleri ile yapılmıştır. 

 

Zaten rukye, genel bir isim olup sözlü olarak okuma, suya veya yiyeceğe okuma, yazılı bir metni üzerinde taşıma, yazılı bir belge hâlinde verme, okurken hastaya doğru nefes veya tükürük kullanma gibi farklı türlerde uygulanmaktadır ve bunların hepsi rukye kavramına dahildir. 

 

Efendimiz (sas) yaptıktan sonra da bizim artık “Nefesin neyi var?” diye sormamız abes olacaktır. Demek ki nefesle, üflemekle, eli mesh etmekle bazı etkiler aktarılabiliyormuş. Efendimiz (sas) abes ve çirkin bir fiil yapmayacağı gibi şirk olan bir şey de yapmayacaktır.

 

Sonuç olarak tamamen ayet ve hadislerden oluşan veya ayet ve hadislerden oluşmayıp da içinde şirk ifadesi bulunmayan sözlerin rukye olarak kullanılmasına haram diyemeyiz. Bununla birlikte bunların yapılması gereklidir de diyemeyiz.

 

Ancak bazı kültürlerde bizzat şirk nesnesi olarak kullanılan, hiçbir yerde şirk unsuru olarak kullanılmasa da kendisinden bir şans ve uğur beklenen nazar boncuğu, çeşitli taşlar veya semboller gibi nesnelerin ve objelerin üstte taşınması, evlere asılması gibi durumlar haramdır. Çünkü bu uygulamalardan şirke ciddi anlamda bir kapı açılmaktadır.

 

Farklı bir nokta olarak, örneğin evinin kapısına Ayetül Kürsi yazıp asan bir insana da şirk işliyor diyemeyiz. Çünkü öncelikle Ayetül Kürsi bir Kur’an ayetidir ve onu yazıp evine bir zarar gelmemesi için kapısına asan bir insanın Allah’ın hükmünü ve kudretini unutup da tamamen Ayetül Kürsi’nin anlamını bilmediği lafızlarına birer büyülü tılsım gibi bakması neredeyse imkansızdır.

 

Ancak nazar boncuğu veya çeşitli taşlar gibi nesnelerin şirke dolaylı olarak kapı açması mümkündür. Çocuğuna nazar boncuğu takılı oldukça kendini rahat hisseden, nazar boncuğu kırılınca veya kaybolunca veya bir şekilde takılmayınca da çocuğun başına en ufak bir şey geldiğinde “Keşke nazar boncuğu takılı olsaydı.” diye düşünen ebeveynleri görmeniz mümkündür. Zaten Efendimiz de (sas) açıkça “Sen sana faydalı olan şeye gayretle yönel, Allah’tan yardım dile ve acze düşme. Sana herhangi bir şey gelip çatarsa eğer ben yapsaydım şöyle şöyle olurdu deme. Fakat: Allah’ın kaderidir, o dilediğini yapar de. Şüphesiz eğer (veya keşke) demek şeytanın ameline (kapı) açar.”(17) buyurmuştur.

 

Şirk Kırıntısı

 

Aslı sünnette olan şeyler dışında manevi korunma adına herhangi bir konsept ve kavram, aslında adı açıkça konulmadan vahiy dışında bir şeylerden medet ummak demektir. Ancak Allah Teala işleri ayırmıştır. Bu dünyada insanların deneme yanılma yoluyla veya kontrollü deneylerle bazı şeylerin daha iyisini öğrenmesinin mümkün olduğu olağan şeyler vardır. Depreme dayanıklı binaların nasıl daha iyi yapılabileceği, ulaşım araçlarının nasıl geliştirilebileceği, bir etin nasıl daha iyi pişirilebileceği gibi hususlar bunlardandır. Bunları bir Hristiyan’dan da bir Budist’ten de öğrenebiliriz. 

 

Fakat manevi ve metafizik alanda Allahu Teala'nın hükmü, araya esbap kurmadan görmemiz bilmemiz gereken bir alandır. O alan için zihnin herhangi bir biçimde kayması o anda olmasa bile çok kısa bir zaman içinde kalbi doldurur. 

 

Bu nedenle bir medet beklemeyi, bir fayda ummayı bir taşa, bir boncuğa veya herhangi bir objeye bağlamak; manevi/metafizik bir olguyu Allah Teala dışında bir şeylere bağlama anlamına gelecektir. Bu da hakikatte kalbi Allah’tan koparacaktır ve insanı manevi anlamda daha zayıf hale getirecektir. 

 

En basitinden en büyüğüne kadar kumar oyunları kişinin hayatında az buçuk bir yer kaplamaya başladığı zaman kumar oynayan insanlar rastgele bir yerlerden kolay para kazanma fikrinin cazibesine kapılırlar. Böylece kısa sürede kumar bir bağımlılık haline gelir. Nesnelerden manevi bir yardım uman bir insan da bir alkoliğin karaciğerinin zamanla çürümesi veya bir asidin içine atılan bir maddenin çözünmesi gibi manevi dünyasını günden güne tahrip eder ve şirke açık hâle getirir.

 

Putperestliğin asıl tanımı manevi ve gaybî meseleleri nesnelere bağlamaktır. Taşlar, boncuklar gibi nesnelerden şans veya uğur gibi küçük beklentiler içinde olmak da zamanla hatta kısa sürede şirke dönüşebilecek bir potansiyel taşımaktadır.

 

Benzeri bir durum türbe ziyaretleri gibi İslam’a uygun görünen durumlar için de geçerlidir. Bir insan evinde dua edeceği zaman “Ben evimde değil de gideyim Hacı Bayram’da (veya Mevlana’nın kabrinde) dua edeyim.” dese ancak bunu örneğin kalbinin kasvetli olduğunu hissettiği veya derin bir ıstırap içinde olduğu nadir zamanlarda yapsa, yahut tevazu ile “Benim duam pek kıymetli olmaz ama belki mübarek insanların mekanlarında dua edersem daha kıymetli olabilir.” düşüncesiyle yapsa bu düşüncenin makul bir yönü vardır. Öyle mekanlarda insanın manevi hisleri daha fazla yoğunlaşabilir, insan kendisini daha iyi ifade edebilir. 

 

Ancak “Ben evimde dua etmek yerine önemli hususlar için her zaman gidip Hacı Bayram’ın (veya Mevlana’nın) orada dua edeceğim.” dese, bunu kendisi için bir gelenek hâline getirse bu gelenek bile mahzurludur. Buna haram denilemese de en azından mekruh denilebilir. Çünkü bu durumda insan, Allah Teala’nın kişiyi her zaman ve her yerde duyduğunu, ihsan etmek istediği zaman istediği yerde istediği kadar ihsan edebileceğini, evinin de (yeryüzünün inananlara mescit kılınması hasebiyle) bir yönüyle mescit olduğunu gözden kaçırıyor demektir. Bu açıdan da (Allah korusun) Allah ile hakiki bir irtibat kurulmuş olmamaktadır veya o irtibat zayıf kalmış demektir. Ayrıca bu insan, mübarek zatların mekanlarından uzak kalınca, örneğin başka bir şehre gidince kendini dua edemeyecek bir hâlde de bulabilecektir.

 

Tekrar edelim; mübarek zatların mekanlarındaki manevi atmosferden faydalanma, oralarda manevi hislerin daha yoğun hale gelebilmesi gibi açılardan o mekanlarda dua edilmesinin ciddi bir sakıncası yoktur. Mesele bu durumu ritüel haline getirmektir. Efendimiz (sas) “Ancak üç mescidi ziyaret için yola çıkılır; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim!”(18) buyurarak bu üç mescit dışındaki mekanlarda ibadet veya dua etmenin ekstra bir getirisi olmayacağını, bu üç mescit dışındaki yerlerden özel bir sevap umulmaması gerektiğini zaten açıkça beyan buyurmuştur.

 

Evet! Allah’la irtibat, Allah’ın kudreti ve müdahalesi meselelerinde bu kadar bir ritüelin bile problemleri vardır. 

 

Bu meseledeki yaklaşım aslında Hz. Ömer’in (ra) Hacerül Esved’e karşı yaklaşımı gibi olmalıdır. Bilindiği üzere Hz. Ömer Hacerül Esved’i öper ve sonrasında “Ben senin taş olduğunu, bir fayda ve zarar veremeyeceğini biliyorum. Eğer Rasulullah’ın (sas) seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim.”(19) der. Yani dini içerikli, manevi boyutlu meselelerde, özellikle de ritüellerde Efendimiz’in (sas) bizzat yapmadığı, bizlere öğretmediği her şeye temkinli yaklaşmak önemlidir.

 

Sonuçta dua, manevi korunma, sığınma gibi her türlü metafizik konuda Allah Teala’dan istemek dışında başka herhangi bir şeyi aracı kılma, bunun mümkün olduğunu düşünme farklı yönleriyle itikadın altını kazan şeylerdir. 

 

Dışarıdan bakılınca çok masum gibi görülebilen hâllerde de sistem yukarıda anlatıldığı gibi işlemektedir. Bu nedenle bu konuda hassas olunmalı, itikadın az da olsa zarar görmesine, içine yabancı şeyler bulaşmasına izin verilmemelidir. 

Soru: Nazardan korunmak ve başkalarını korumak için “Maşallah” kelimesini kullanmak bir âdet haline gelmiş durumda. “Maşaallah” kelimesinin tek başına, yani bir telaffuz olarak, ne manaya geldiği bilinmeden bir alışkanlık hâlinde söylenmesi nazardan korunma adına işe yarar mı?

 

Cevap: Bu konunun temelde iki noktası vardır:

 

Birincisi: Kur’an kelimelerinin Arapça olarak telaffuzlarından, onlar Kur’an'ın kelimeleri oldukları için normal olarak bir hayır doğar. Fakat bu hayır, söyleyenin o telaffuza eklediği niyet ve şuura bağlı olarak oluşur. 

 

Maşallah” gibi günlük dilde sık kullanılan kelimelerden manevi bir hayır ve bereket doğmasında gerekli olan minimum şuur seviyesi şudur ki: Bu sözü kullanan kimse Türkçe anlamını bilmese bile o kelimenin söylenmesine neden olan olayın o kelime vasıtasıyla Allah Teala ile irtibatlandırdığını bilsin. Bu kelimeyi söylemekle kelimeyi söylemesine neden olan olay, kişi veya durumların Allah’ın ilmi, iradesi ve kudretine râm olduklarının şuurunda olsun. O kelimenin herhangi bir kelime değil, eşya ve hadiselerin oluşunu ve durumunu Allah’a bağlayan bir kelime olduğunun farkında bulunsun. Elbette korunma duaları da dahil bazı duaların yapılabildiği takdirde tamamen içten, sessizce yapılması yerine konuşma sesiyle yapılmasında, o imkân da yoksa dudakların kıpırdatılarak yapılmasında daha büyük fayda vardır. 

Bir insan anlamını bilmeden Kur’an okusa da onun için bazı bereketler doğar. Kur’an’dan olan veya sahih hadislerde bulunan metinlerin her şeyden bağımsız olarak dile getirilmesinde bir hayır vardır. Ancak bu hayır da nihayetinde en azından okunan şeyin Kur’an veya hadisten bir metin olduğunun bilinerek okunması, minimum da olsa hürmet veya haşyet duygusu gibi standartlara bağlıdır. Bu kadarcık bir şuur ve hissin bile olmadığı, tamamen ezbere ve alışkanlıkla rastgele söylenmiş olan “Maşallah” gibi sözlerden pek de bir bereket beklenmemesi gerektiği söylenebilir. Çünkü böyle bir “Maşallah” sözünde bir niyet, bir bakış açısı ve anlam yoktur. “Maşallah” kelimesini böylesine anlamsızca, ezbere kullanan birisine Maşallah kelimesi yerine “Abra kadabra kelimesi nazara karşı koruyormuş.” dense o kelimeleri de söyleyebilecektir. Ancak okuduğu “Maşallah” kelimesine az bir şuur ilavesi, var olan az buçuk dini bir kültürle o kelimeyi söyleme, istenilen şeyi Allah’tan bekleme gibi bir durumun varlığı hâlinde o kelimeden bir hayır doğabilir.

 

İnsanlara “Maşaallah” kelimesinin ifade ettiği geniş manaların en lazım olan kısmı şudur: Bu kelime “Allah dileyince her şey olur.” manasına gelir ve ilahi iradenin her yerde, her durumda, her şart altında geçerli olduğunu ifade eder. Bir insan başkalarının nazarlarından korunmak istiyorsa ve kendi nazarının başkalarına değmesinden de sakınmak istiyorsa bilmelidir ki Allah Teala’nın bir şey veya birisi için bir sonuç takdir etmesi, görünüş itibariyle sebepler dahilinde yaratılmış olsa bile herhangi bir sebebe bağlı değildir. Allah Teala’nın bir şeyi yaratması için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. Yani Allah dileyince sebepleri de yaratır ve vereceğini verir. Örneğin Allah Teala’nın evrenin işleyişine dair koyduğu kanunlar açısından gökten altın yağmaz ancak Allah, bir insana altın vermek istiyorsa içinde altın madeni olan bir araziyi satın almasını sağlar ve altını o kuluna buldurur. Bu dünyada sebeplerin tesiri yoktur denilemez ancak Allah vermek isterse sebepler de Onun emrinde olduğu için sebepleri de ayarlayarak öyle yaratır, öyle kılar ve öyle verir.

 

Allah Teala kâinatın hakimidir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Her şey Onun emriyle halledilebilir. İnsan da bu şuurla dua etmeli; bakış açısı, niyet ve his buna göre ayarlanmalıdır. Allah, bir insan için hayır dilerse hiç kimse bu hayra mâni olamaz. Aynı şekilde Allah, bir insan için şer dilerse buna da hiç kimse mâni olamayacağı gibi kulların uğradığı zararları Allah’tan başka giderebilecek kimse de yoktur.(19) Ne nazar ne sihir ne de büyü Allah Teala’nın meşietinin, takdirinin, kaderinin dışında gerçekleşen hadiseler, başıboş olaylar değildir. Onlar da Allah’ın izni, ilmi, iradesi ve kudreti dahilinde gerçekleşmektedir. Nitekim Efendimiz (sas) “Nazar haktır. Eğer kaderi delip geçecek (kaderle yarışabilecek) bir şey olsaydı bu nazar olurdu.”(20) buyurmuştur.

 

Son olarak kendisinde bir güzellik, hoşluk, hayır bulunan şeylerdeki güzelliklerin yaratıcısı da Allah’tır. Allah, rızkı dilediğine verdiği gibi güzelliği ve hayrı da dilediğine verir, dilediğinden geri alır. Hem, kendilerine bakılınca “Ne güzel, ne hoş!” denilen her şeydeki güzellikler ve hoşluklar sabit kalmamakta, zamanla kaybolmaktadır. Demek ki onların güzelliği ve hoşluğu kendilerine ait değildir. Kendilerini yaratan güzeller güzelinin güzel isimlerinin tecellisi için birer ayna vazifesi gören o güzel kişiler ve nesneler Cemâl ve Kemâl sahibi bir Zat’ın (cc) varlığını hatırlatıp, vazifelerini bitirip gitmektedirler. O hâlde o güzellikler o aynalara verilmemeli, onların kendi malı sayılmamalı, doğrudan Allah Teala’ya atfedilmelidir.

 

İşte, “Mâşaallah”, “Barekallah,” “Ve lâ Kuvvete illâ billâh” gibi kelimeler bu hakikatleri ifade etmektedir. İnsanlara, dünyaya, tabiata ve nesnelere bu bakış açısıyla bakan, bakınca “Maşallah” diyen ve bu şuurla, bu manalarla söyleyen insanlar da bu hakikatleri biliyorlarsa bundan elbette hayırlar ve bereketler hasıl olacaktır. En önemlisi de böyle bakan bir insan herhangi bir şeye göz değmesine neden olabilecek şekilde delice bir hasetle bakıyor olmayacaktır.

 

Son olarak belirtmeliyiz ki; Kur’an bizlere Maşallah kelimesinin sadece başkaları için değil, kendimize ait mal ve mülkümüz, evladımız hatta kendi varlığımız için de kullanmamız gereken bir kelime olduğunu ders vermektedir. Aslında bu sadece bir kelime değil, imanın kalpte yerleşmiş olduğunu, her şeyin Allah’a ait olduğunun farkında olunduğunu dile getiren bir iman sözüdür. 

 

Bu bağlamda Kehf suresinin 32 ile 44. ayetleri arasında zikredilen kıssanın tekrar okunması ve tefekkür edilmesi faydalı olacaktır. Söz konusu ayetlerde kendilerine verimli ürünler elde edilen bağ ve bahçe nimetleri verilmiş iki kişiden bahsedilir. İçlerinden birisi büyük bir servete kavuşur ve bu servetiyle diğerine üstünlük taslar. Bahçesine girdiği zaman da “Bunun sonsuza kadar yok olacağını zannetmiyorum.” diyerek tam bir gaflet ve nankörlük örneği sergiler. Arkadaşı ise o zatı uyarır ve bağına girdiği zaman “Maşaallah ve lâ kuvvete illâ billâh” demesini tavsiye eder. Her şeyi verenin ve alanın Allah olduğunu, Allah Teala’nın bugün verdiklerini yarın geri alabileceğini, vermediklerini ise verebileceğini hatırlatır. Derken o bahçesiyle ve zenginliğiyle şımaran kişinin bütün serveti helak edilir ve o zat sonunda “Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım.” der.

 

Bu noktada o zatın bir putun karşısına geçip tapındığına dair bir emare ilgili ayetlerde yer almamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla bahsi geçen kişi zenginliğiyle, bağ ve bahçeleriyle şımarmış, Allah’ı unutacak noktaya gelmiştir. Böyle bir duruma gelmek için zengin olmak da şart değildir. Her durumdaki insan Allah Teala’nın ilmi, iradesi ve kudretini, isim ve sıfatlarını unutacak noktaya bir şeklide gelebilir ve “Maşaallah ve lâ kuvvete illâ billâh” cümlesi ile o cümlenin ifade ettiği hakikatler bu unutmaya ve gaflete karşı bir ilaç hükmüne geçer. Dolayısıyla insanların o cümleye ve içeriğindeki hakikatlere her zaman hava ve su gibi ihtiyacı vardır.

 

Allah Teala’dan bizleri, kendisini unutturacak manevi hallere düşürmemesini diler ve dileniriz.


 


1 ) Ahzab, 72

2 ) Hucurat, 13

3 ) Bakara, 148

4 ) Müslim, İman, 147; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizi, Birr, 61
5 ) İbn Abidin, Reddül Muhtar, c. 6, s. 364

6 ) İbn Hanbel, Müsned, IV, 210

7 ) Buhari, Ehadisü’l-Enbiya, 10

8 ) İbn Mace, Tıp, 33

9 ) Yusuf, 5
10 ) Müslim, Selam, 43

11 ) Müslim, Selam, 22/64; Ebu Davud, Tıp, 18

12 ) Buhari, Tıp, 37; Müslim, Selam, 21

13 ) Buhari, Tıp, 35; Müslim, Selam, 21

14 ) Ebu Davud, Tıp, 17; İbn Mace, 39

15 ) Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 210

16 ) Buhari, Fedailul-Kur’an, 14, Tıp, 39; Müslim, Selam, 50; Muvatta, Ayn, 5; Tirmizi, Daavat, 21; Ebu Davud, Tıp, 19

17 ) Müslim, Kader, 34

18 ) Buharî, Enbiya, 8, Hac, 26; Müslim, Hac, 288; Tirmizi, Salat, 243

19 ) Buhari, Hac, 50; Müslim, Hac 251
20 ) Yunus, 107; En’âm, 17

21 ) Müslim, Selam 42; Tirmizi, Tıp, 19