8 dk.
27 Şubat 2024
Bilim Yönteminin Esası ve İslam Dünyasında İlim Geleneği | İlmî Gelişimin Doğu ve Batı Halleri | İslami İlimler Geleneğine Eleştirel Bir Bakış | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Bilim Yönteminin Esası ve İslam Dünyasında İlim Geleneği | İlmî Gelişimin Doğu ve Batı Halleri | İslami İlimler Geleneğine Eleştirel Bir Bakış | 1. Kısım

Soru: İmam Buhari’nin İslami ilimler tarihinde özel bir yeri olduğu biliniyor. İmam Buhari’yi özel kılan nedir? İmam Buhari’nin eserini yazarken uyguladığı metodun bilimsel yöntem açısından oldukça ileri bir aşamayı temsil ettiği söylenebilir mi? Bu durumu İslami ilimlerin geneli açısından nasıl yorumlarsınız?

 

Cevap: Aslında mesele İmam Buhari özelinde anlatılmaktan çok daha fazlasını hak etmektedir ve bu yazı dizisinde öncelikle bunu yapmaya çalışacağız.

 

Gerçekten de İmam Buhari özelde hadis ilmi genelde ise İslami ilimler alanında özgün bir yere sahiptir. Ancak onun temsil ettiği bu özgün konum genellikle sadece hadis ilmine katkıları yönünden ele alınmış, böylece dar bir çerçeveye hapsedilmiş gibidir. Halbuki İmam Buhari’nin asıl önemi onun çalışma yöntemindedir.

 

Bu noktada çağlar ve yöntem kavramları üzerinde daha çok durmak gerekir. Çünkü her çağın veya dönemin kendine göre bir bilimsel veya ilmî seviyesi olduğu gibi kendine göre ilmî bir yöntemi, bilimsel bir metodu da vardır. Dolayısıyla farklı bilgi alışkanlıkları ve çağları söz konusudur. Terminolojiler arasında farklar bulunduğu gibi paradigmalar da farklıdır. Bu nedenle İmam Buhari’nin yaşadığı dönemdeki ilmî faaliyetler için “bilim”, “bilimsel yöntem” gibi kavramları kullanırken dikkatli olmak gerekmektedir.

 

Diğer yandan şu da ayrı bir gerçektir ki; bir kavram bir çağda insanların geneline mâl olup toplumsal bir değer ifade etmeye başlayınca o kavramın gerçek mana içeriği tükenmeye başlayıp o kavramı kullanmak anlamsızlaşabilir. Örneğin günümüz için “organik” veya “sağlıklı yaşam” kelimeleri böyledir. Bu kavramlar elbette önemlidir ve kendilerine özgü uzmanlık alanları içinde kullanılınca anlamlıdır ancak sosyal medya, televizyon, gazeteler ve benzeri mecralarda kullanılış tarzlarına bakınca bunların pek de anlamlı oldukları söylenemez. 

 

Aynı şekilde günümüzde “bilim”, “bilimsel yöntem” kavramları da benzeri bir akıbete uğramıştır. Bilim kavramı daha çok popüler çağrışımlar eşliğinde anlaşılmakta, bazen yanlış olarak teknoloji ile eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir. 

 

Bu durum önemlidir çünkü bilim kavramı Müslümanlar arasında kompleks anlamına gelebilecek duygularla da anlaşılabilmektedir. Müslüman alimlerin tarihte pek çok teknolojik gelişmenin öncüsü oldukları, bilimin aslında İslam dünyasında gelişip Batı’ya taşındığı gibi söylemler bir yönüyle bu komplekslerin ürünü sayılabilir. Müslüman alimlerin bulundukları çağa göre ilmi olarak ciddi noktalara ulaştığı zamanlar olduğu doğrudur fakat batının ilmî ve teknolojik gelişimiyle Müslüman âlimlerin çalışmaları arasında bir nedensellik kurmak zorlama bir yorum olacaktır.

 

Böyle bir ortamda “bilim” kavramının hakiki anlamını tespit etmek ve unutmamak çok önemlidir. Dolayısıyla yazı boyunca “bilim” ve “bilimsel yöntem” gibi kavramları kendi kavramsal yapısı ve anlam içeriği dahilinde kullanacağımızı özellikle vurgulamamız gerekir. Aksi hâlde benzeri yanlış çağrışımların ve komplekslerin konuyu yanlış anlamaya neden olma riski doğacaktır.

 

Bilimsel Yöntemin Esası ve İslam Dünyasında “İlim” Geleneği

 

Bilimsel yöntemin temelleri “Bir şeyin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?” sorusuna dayanmaktadır. Bu sorunun cevabı basit gibi görünse de “Bilim felsefesinin tarihi bu sorunun farklı yanıtlarından oluşmaktadır.” denilse yeridir.

 

Konuyla ilgili meşhur bir hikâye anlatılır: Skolastik yöntemin egemen olduğu Orta çağda bir grup bilgin atların ağzındaki diş sayısını tartışırlar ve her biri Aristoteles’in veya Platon’un kitaplarından konuyla ilgili bilgileri aktarırlar. Ortamdaki gençlerden birisi “Atın dişlerinin kaç tane olduğunu öğrenmek için neden ahıra gidip atın ağzındaki dişleri saymıyoruz?” diye sorunca skolastik bilginler bu genci Aristoteles gibi kutsallaştırılan isimlere ve dönemin egemen bilim anlayışına muhalefet ettiği gerekçesiyle kovarlar ve kendi aralarında atların diş sayısını tartışmaya devam ederler. Çünkü onlara göre “İlim böyle yapılmaz!”

 

Bugün için bize komik veya anlamsız gelen bu tablo o gün için son derece önemlidir ve dönemin bilimsel veya ilmî anlayışını yansıtmaktadır. 

 

Bu tabloyu İslam camiasına uyarladığımızda da maalesef olumlu görüntülerle karşılaştığımızı söylemek zordur. Bugün herhangi bir meselede “X haram mıdır?” şeklinde bir soru sorulsa cevap verenlerin tamamına yakını Hanefilerin bu konuda şöyle söylediklerini, Şafiilerin böyle yorumladıklarını, bazı alimlerimizin de şu hükme vardıklarını söylerler ve kendilerince bir cevap vermiş olurlar. Cevabın adı da “fetva” olur. 11. yüzyılda telif edilmiş Mebsut, 16. yüzyılda yazılan Mülteka veya 18. yüzyılda yazılmış Fetava-i Hindiyye gibi kitaplara da referans verilir. Ancak birisi çıkıp da bu kitaplara hiç referans vermeden konuyla ilgili hadisleri bağlamlarıyla birlikte ortaya koysa, fikrini bunlarla delillendirse ve ifade etse bu insanın açıklamalarını pek çok Müslüman tuhaf karşılayabilecektir. Çünkü bu kişilere göre de “İlim böyle yapılmaz!” yahut fetva böyle verilmez!

 

Yıllar önce bir yerde mealli Kur’an sayfalarını projektörle duvara yansıtıp dinleyicilere ayetlerin izahının yapıldığı bir Kur’an meclisi vardı. Ayetleri teker teker izah eden kişi bunu yaparken herhangi bir tefsiri takip ediyor değildi. Bu derslere katılacak birisi katılmadan önce “Hangi tefsiri takip ediyorsunuz?” diye sormuştu. Soru aslında bizlere çok basit ve doğal gelebilir. Ancak üzerinde biraz durulunca “tefsir dersleri” adı verilen geleneğin mutlaka yüzyıllar önce yazılmış bir tefsir üzerinden devam etmesi gerektiğine dair bir ön kabulü de içinde taşıdığı görülecektir. Söz konusu tefsir dersi geleneğimizde bir ayetin tefsiri yapılırken mutlaka İbn Kesir, Taberi, Fahreddin Razi gibi alimlerin eserlerine referanslar verilir, konuyla ilgili farklı alimlerin görüşleri aktarılır ancak genellikle yeni bir şey söylenmez. Yeni gibi görülen sözler ve düşünceler de çoğunlukla geçmiş dönemlerdeki düşüncelerin günümüze uyarlanmasından ibarettir. 

 

Elbette ki geçmiş dönemlerde yazılmış tefsirler de okunmalıdır, Kur’an’ın anlaşılması adına bu eserler faydalıdır ve imkânı olanlar bu eserlere mutlaka göz atmalıdır. Ancak Kur’an’ı okuyup anlama adına tek yol bu olmadığı gibi pek çok yol içinden sadece bir tefsiri takip etme yolunu mutlaklaştırıp diğer yolları yok saymak da makul ve ilmî değildir.

 

Geleneğin bu kadar güçlü olduğu bir ortamda bir insan çıkıp “Ben ayetten bunu anlıyorum.” deyince de “Atın dişlerini sayalım.” diyen genç ile aynı akıbete uğrayabilecektir.

Örnekleri geniş bir çerçeveden ele aldık ve konudan bir parça uzaklaştık ancak şimdi başladığımız noktaya geri dönelim: Bir fetvanın doğruluğundan veya bir ayetin yorumunun en doğru yorum olduğundan nasıl emin olabiliriz? Doğru olanın doğru olduğunu nasıl bilebiliriz? Tam olarak neye “doğru” diyebiliriz? Doğru bilginin şartları neler olabilir?

 

İşte bilimsel yöntemin (veya isterseniz adına gerçek ilmî usulün de diyebilirsiniz) esası olan sorular bunlardır ve bu sorular bir şekilde İslami ilimlerle ilgili meselelere de uyarlanmalıdır. Ayrıca bu sorular sadece akademisyenlerin, ilahiyatçıların veya din alimlerinin sorması gereken sorular da değildir. Bu soruları her Müslüman kendi seviyesinde karşılaştığı dini meselelerle ilgili görüşler, fetvalar ve yorumlar için sormalı, sorabilmelidir.

 

Ancak insanlar belli bir gelenek içinden yetişip o geleneğin temellerini kendi düşüncelerinin görünmeyen ön kabulleri olarak sabitlediklerinde içlerinde oldukları durumu bile tam olarak anlayamayabilirler. Örneğin, bugün adlarına ister tarikat ister cemaat ister mezhep ister meşrep deyin İslami grupların genelinde şöyle bir çelişki mevcuttur: Herhangi bir konuda ne yapılması gerektiğine dair görüşmeler, konuşmalar, istişareler yaparken “Bu konuda şeyhimizin, üstadımızın, hocamızın, mürşidimizin görüşü şudur!” şeklinde bir görüş ortaya atılır. Ancak o görüşün tam olarak ne zaman, hangi şartlarda, ne tür bir ortamda, kimlere söylendiği hakkında hiçbir fikir ileri sürülmez ve meselenin bu yönleri üzerine kimse düşünme ihtiyacı bile hissetmez. Ayrıca o görüş çok büyük ihtimalle sözlü bir şekilde nakledilmiştir, kitabi bir dayanağa sahip değildir. Yani görüşü ortaya konulan şeyhin, hocanın veya üstadın herhangi bir eserinin hangi sayfasında o ifadenin geçtiğine dair bir bilgi de sunulmaz. “Hocamız-mürşidimiz-şeyhimiz böyle söylemiş!” ibaresi o kadar güçlüdür ki dini gruplar içinde böyle bir söz söylendikten sonra herhangi bir insanın çıkıp farklı bir şey söylemesi, grup büyüğünün sözünün farklı anlamı olabileceğini ima dahi etmesi pek mümkün değildir. Ayrıca grubun büyüğüne referansla ortaya konulan görüşün bir ayet veya hadis olmadığı da düşünülmelidir.

 

Burada tabii ki spesifik bir grubun veya kişinin eleştirisi söz konusu değildir. Bu anlatılardan asıl kastımız İslam dünyasının yüzyıllardır içinde bulunduğu ilim ve istişare geleneğinin birkaç çelişkisini görülebilir kılma çabasıdır.