Kader ve Özgür İrade Üzerine
Soru: Bediüzzaman Said Nursi “Kader ve cüz-i ihtiyari İslamiyet’in ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.” diyor. Kaderin hâlî ve vicdanî olması, ilmi ve nazarî bir mesele olmaması tam olarak ne demektir?
Cevap: Bu cümlenin devamındaki paragraflar aslında bu cümleyi açıklamaktadır.
Kader ve cüzi ihtiyari, yani insanın bir seçim hakkı olduğu, özgür iradeye sahip olması İslam’ın ve imanın son sınırlarını gösteren bir meseledir. Buradaki üç anahtar kavram; kader, özgür irade ve sınır kavramlarıdır. Kader, Allah’ın ilmi ve takdiri manasındadır. Özgür irade, insanın cüzi ihtiyari sahibi olması, yani fiillerini bir tercihe binaen, en az iki alternatif arasında bir seçim yaparak gerçekleştirebilmesi gücüdür. Sınır ise, bu iki varlık alanı arasındaki sınırdır.
Demek ki insanın kendi özgür iradesiyle yapabileceği şeyler vardır. Pek çok ayet ve hadis zaten buna işaret etmektedir. Bunun yanında insanın özgür iradesinin geçerli olmadığı, tamamen Allah’ın ilminin ve takdirinin tekelinde olan hususlar da vardır. Buna da pek çok ayet ve hadiste değinilmiştir.
Peki bu sınırlar nelerdir ve bu sınır nasıl bir sınırdır?
Bir mümin kâinatta cereyan eden her hadisede olduğu gibi kendi fiillerini de Allah’a nispet etmelidir. Güneş sistemini idare eden kanunları koyan ve işleten Allah Teala olduğu gibi insanların bütün fiillerini yaratan da Allah Teala’dır. Böyle bir kâinatta mümin, özellikle günlük hayatı içerisinde her şeyini, fiillerini ve nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, yani her şeyi Onun yarattığı şuurunu işlete işlete bir sınıra kadar gelir. Bu sınıra gelene kadar bir insan kıldığı namazları da Allah Teala’nın yarattığını bilir. Ancak işlediği günahları da Allah’ın yarattığını söyleyebilir. İşte bu sınırda durulmalıdır. Bu sınır, müminin veya bir kulun teklif ve sorumluluğunu hatırlatan sınırdır. Bu sınırda karşısına cüzi ihtiyari veya özgür irade çıkar. Özgür irade mümine “sorumlusun ve mükellefsin” der.
Bu sınırın ikinci işlevi ise şudur: İnsanlar yaptıkları iyilikleri kendilerinden bilebilirler. Namaz kılmak, sadaka vermek, bir mağdurun ihtiyacını gidermek gibi ameller ile insanlar kendilerini iman ve ahiret adına fazlasıyla emniyette hissedebilirler. Bu da insana bir cins kibir duygusu verir. İnsan yaptığı iyilikler ve sevaplarla gururlanmaya başlayabilir. İşte yine bu sınır karşısına çıkar ve “Haddini bil! Bu iyilikleri, sevapları yapan sen değilsin. Senin içine iyilik ve sevap yapma eğilimini koyan, o eğilimi pratiğe dökebilmen için gerekli imkanları ve şartları hazırlayan Allah’tır.” der.
Bu noktadan hareketle Bediüzzaman, kader ve cüzi ihtiyarinin (özgür iradenin) insan nefsini gururdan ve sorumsuzluktan kurtarmak için imanın şartlarına dahil olduğunu, imani bir mesele olarak ele alındığını söyler. Kader, insanın yaptığı iyilikler neticesinde gurura kapılmaması, cüzi ihtiyari (özgür irade) ise insanın yaptığı kötülüklerin sorumluluğunu kadere atmaması içindir.
Bu meseleler günlük hayatın içinde kalbî olarak anlaşılabilecek, vicdanda hissedilebilecek meselelerdir. Belirli akıl yürütmelerle, epistemolojik yöntemlerle ilmî kaidelere bağlanabilecek teorik meseleler değildir. Allah Teala’nın ilmi ve takdiri ile insanın özgür iradesi, bilimsel metodolojiyle ele alınabilecek deneysel veya gözlemsel konular da değildir. Ancak her insan kendinde bir özgür irade, bir seçim yapma gücü bulunduğunu bilir. Diğer yandan aklı başında her insan, her filozof, her bilim adamı, her hukukçu ve siyasetçi insanın özgür iradesi olduğunu açıkça veya örtük bir biçimde zaten kabul etmiştir. Hukuk sistemleri, özellikle ceza kanunlarının yaptığı suç tanımları insanın özgür iradesi olduğu varsayımından hareketle yapılır. Ancak hiçbir hukuk sistemi kanunlarında insanın özgür iradesinin olup olmadığını tartışmaz. Dolayısıyla özgür irade aklı başında herkesin ve her sistemin zaten var olarak kabul ettiği bir realitedir. Ancak özgür irade bilimsel olarak ele alınabilecek, laboratuvara sokulabilecek bir nesne veya olgu da değildir. Bu nedenle “Hâlî ve vicdanidir, ilmî ve nazarî değildir.” denilmiştir.
Diğer yandan “kader” konusu İslami ilimler literatürüne de geleneksel İslam anlayışımıza da Kur’an ve hadislerdeki anlamıyla geçmemiştir. Yani bugünkü kullandığımız anlamda kader kelimesi ayet ve hadislerde İslami ilimlerde veya günlük hayattaki şekliyle kullanılan bir kelime değildir.
Kelamcıların konuyu ele alış şekilleri, yüzyıllardır üzerinde tartışılan ayrıntılar ve günümüzde bu konuda yaşanan kafa karışıklıkları ayrıca üzerinde durulması gereken konulardır.
Ancak bu konuda bize asıl lazım olan hakikat, insanın yapıp ettiklerinden sorumlu olduğu ve yaratılan her şeyi Allah Teala’nın takdir edip yarattığı gerçeğidir. Hiçbir şey insanın kendi yaptığı fiillerden sorumluluğunu kaldırmaz. Yine hiçbir şey, yaratılmış herhangi bir şeyi Allah Teala’nın takdir edip yarattığı hakikatini de ortadan kaldırmaz. Bu iki hakikat birbirine zıt değildir. Ayrı varlık alanlarının konusudur. İkisini birbirine zıt görmek veya birinin diğerini geçersiz kıldığını zannetmek abestir, yanlış bilgiden ve yanlış anlamadan ibarettir.
Yaratılan her şeyi yaratan Allah Teala olduğu gibi her şeyde asıl yaratma kararını veren de Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla olmuş bitmiş şeyler için “Bu kesinlikte olacaktı, ne yaparsak yapalım başımıza gelecekti.” demek de “Şöyle olmasaydı böyle olmayacaktı, şöyle olduğu için böyle oldu, bu sonuç şu sebeplerden oldu, o sebepler olmasaydı bu sonuçlar olmayacaktı.” demek de mantıksal ve bilimsel açıdan ispatlanabilir önermeler değildir.
Bu tip açıklamalar belirli modeller dahilinde ve bazı alanlarda kabul edilebilir. Örneğin bilimsel olarak bu açıklamaların bazı deneysel çalışmalarda yeri vardır. Şeker hastası olduğu bilinen 100 kişiden ellisine yeni üretilen bir şeker ilacı verilebilir. Diğer ellisine ise plasebo mahiyetinde başka bir vitamin verilir. Birkaç ay sonra ilaç verilen ve verilmeyen gruplar karşılaştırılır. Ortalama etkiler hesaplanır. Deney grubuyla kontrol grubu arasındaki farklar belirlenir. Sonuçta bir bulguya ulaşılır.
Ancak bireysel yaşamlarımızda özellikle de psikolojik eğilimlerimiz, imanımız, Allah Teala ile ilişkimiz, imani meseleleri algılama, hissetme, değerlendirme kriterlerimiz gibi değişkenler açısından bir mesele hakkında "Şöyle yapmasaydım böyle olmayacaktı.” veya “Ne yaparsam yapayım yine böyle olacaktı.” gibi bir düşünce ispatlanabilir bir düşünce değildir.
“Şöyle yapmasaydım böyle olmayacaktı.” düşüncesi için Efendimiz (sas); “Sen sana faydalı olan şeye gayretle yönel, Allah’tan yardım dile ve acze düşme. Sana herhangi bir şey gelip çatarsa eğer ben yapsaydım şöyle şöyle olurdu deme. Fakat: Allah’ın kaderidir, o dilediğini yapar de. Şüphesiz eğer (veya keşke) demek şeytanın ameline (kapı) açar.”1
Efendimiz (sas) “keşke” lafzını kullanmayı açıkça yadırgamıştır. Çünkü böyle bir söylem muhal bir şey hakkında hüküm vermektir. “Şöyle olsaydı böyle olur muydu?” sorusunun cevabı bilinemez ancak “Şöyle olsaydı böyle olurdu.” diye hüküm vermek, bilinemeyecek bir konuda hüküm vermek anlamına gelecektir ve şeytanın bu hüküm üzerine daha rahat bina edebileceği vesvese ve saldırıları olacaktır.
Diğer yandan, her ne sebeple olursa olsun gerçekleşmiş olan bir şeye insanın ne kadar razı olacağı, ne kadar kanaat edebileceği meselesi onun vicdanına, hayat tecrübesine, özellikle de imanına ve marifetine bağlı bir husustur. Böyle bir şeyi dışarıdan hiçbir insana pek anlatamazsınız ve onu bu konuda zorlayamazsınız. Bunu yapmak isteseniz de gücünüz yetmez.
Bu konuda (diğer şartlar sabitken) yaşlı ve genç zihinlerin yaklaşım farklılığı da olabilmektedir. Genç zihinler “Şöyle olmasaydı böyle olmazdı.” demeye daha yatkındırlar. Biraz daha yaşlılar alemde meselelerin böyle işlemediğine dair daha fazla tecrübe sahibi olduklarından daha teslimiyetçi yaklaşırlar. Dolayısıyla bu meseleler önceden veya sonradan bilmekle, üzerinde teorik çıkarımlarda bulunmakla halledilebilecek meseleler değildir. Çünkü mesele, ilmî ve nazarî olmaktan çok hayat tecrübesine, gerçekleri kabullenebilme potansiyeline bağlıdır.
1 ) Müslim, Kader, 34