


Kadının Aklı Dini Eksiktir Hadisi | Tek Parça
Soru: Kadının aklının ve dininin eksik olduğu yönündeki hadisle ilgili cevabınızı okudum. Acaba orada anlatmak istediğiniz şey şu örneğe mi benziyor: Diyelim ki bir evde, sözü geçen, saygı duyulan, bilge bir amca var. Yanına gelen evin erkeklerine, “Siz çok tembelsiniz. Hem tembellik yapıyorsunuz hem de eşinize kötü davranıyorsunuz. Kendinize çeki düzen verin.” diyor. Yani bu, dünya üzerindeki tüm erkeklere söylenmiş bir söz değil; o an orada bulunan kişilere hitaptır. Dolayısıyla “Bütün erkekler tembeldir.” anlamı çıkarılmaz. Bu hadisin anlamının da buna benzer olduğunu mu söylüyorsunuz?
Cevap: Hayır, ifade etmek istediğimiz mana bu değildi. Konunun zihinlerde daha net oturabilmesi için meseleyi adım adım ele alalım:
Birincisi: Bir lafzın manası her zaman akla gelen ilk anlamıyla anlaşılmaz. Anlaşılsa bu bir yanlış anlama olur. Örneğin Bediüzzaman hazretleri bir yerde “İnsan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.”[1] der. Buradan hareketle Allah Teala’nın bir başkası tarafından vazifelendirildiği şeklinde bir mana çıkarılmaz.
Benzer şekilde Alvarlı Efe Hazretleri[2] meşhur şiirinde, “Âşık der inci tenden, / İncinme incitenden, / Kemalde noksan imiş, / İncinen incitenden” der. Buradan da incinen kişinin her yönüyle inciten kişiden daha kötü olduğu sonucu çıkarılamaz.
Başka bir örnekle devam edelim. Araplarda “Annesi kaybedesice, annesi evlatsız kalasıca.”[3] şeklinde deyimler vardır ve bazı hadislerde de bu deyim kullanılmıştır. Ancak bu bir deyimdir, deyimden sonraki ifadeyi güçlendirmek için kullanılmaktadır ve hakikatte kişinin annesinin evladını kaybetmesi istenilmemektedir.
İkincisi: Çok kabiliyetli ve başarılı bir cerrahı bile kendi çocuğunun ameliyatına genellikle almazlar. Ne kadar adil olursa olsun bir hâkim de yakınlarının davasına bakamaz. Zira insan söz konusu mesele ne kadar önemliyse çoğu zaman o kadar duygusallaşır ve bunun etkisiyle makul kararlar vermekten uzaklaşabilir.
Şimdi bu iki tespiti birleştirelim. Bediüzzaman der ki: “Söylenene bak, söyleyene bakma.” (diye) söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”[4]
Çünkü iletişimde yalnızca “söz” yoktur; iletinin kaynağı (gönderici), muhatabı (alıcı), iletinin kendisi ve onun aktığı kanal/ortam ile bunların hepsini kuşatan bir bağlam vardır. Nakşibendî yolunun birinci esası sayılan “Hûş der-dem”[5] de tam buraya işaret eder: Her dem farkında olmak, her an şuurlu olmak. Bazı anlatımlarda bu esas “nefesi şuurlu alıp vermek” şeklinde ifade edilir fakat asıl gaye, kişinin sözde ve hâlde uyanık kalmasıdır.
Nitekim bir Afrika atasözü şöyle der: “Sana yıldızları gösterdim; sen parmağa baktın.” Yani işaret edileni kaçırıp işaret edene takılmak hakikati perdeler.
Öyleyse bir sözün hakiki ve tam manasını kavramak için şu dört soruyu ihmal etmemek gerekir: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Hangi makamda söylemiş?
Yalnızca “Kim söylemiş?” sorusuna odaklanmak ad hominem’e[6] sebep olur ve anlamın omurgasını kırar. Sadece “Hangi makamda söylemiş?” sorusuna odaklanmaktan ise otoriteye başvurma hatası denilen bir mantık yanlışı doğar.[7] “Ne için söylemiş?” eksenine tek başına bakıldığında konuşan, muhatap ve sözün söylendiği konum gözden kaçar; aynı şekilde yalnız “Kime söylemiş?”e yoğunlaşmak da söyleyenin niyetini ve bağlamı silikleştirir. Demek ki sözün muradını kavramak, bu dört unsuru birlikte ele almakla mümkündür.
Nitekim “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[8] ayetinde:
- Söyleyen (Kim?): Allah Teâlâ.
- Muhatap (Kime?): Siyak ve sibakı[9] itibarıyla özelde Tevrat’ı tahrif eden Yahudiler; genelde ise Allah’ın indirdiğini bilinçli bir şekilde inkâr eden, hafife alan, haramı helâl sayan kimselere.
- Makam (Hangi makamda?): Ulûhiyet makamının yegâne sahibinin hitabı.
- Gaye (Ne için?): İlâhî hükmü bilerek devre dışı bırakmanın ciddiyetini ortaya koymak ve vahyin hükmünü esas kılmak.
Haricîler[10] ise bu ayetin yalnız zahirine takılıp bağlamı, muhatabı ve maksadı ihmal ederek Hz. Ali’yi (ra) tekfir edecek bir yoruma savrulmuşlardır.
Sonuç olarak “anlamak” belirli bir genişlik, sabır ve duyguyu terbiye etme emeği gerektirir. İnsan çoğu zaman, kendi çocuğunu ameliyat edemeyen cerraha benzer: Allah’a ve Resûlü’ne duyduğu hürmet sebebiyle her sözü hemen, eksiksiz ve dosdğru tatbik etmek ister. Ne var ki tam da bu hürmet bizi aceleyle hata yapmaya sürükleyebilir.
“Ey iman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin…”[11] ayetini bağlamından koparıp dümdüz ve mutlak bir manada ele alırsak, dünyadaki bütün ehli kitapla kesintisiz bir düşmanlık içinde olmamız gerekir. Oysa murad-ı İlâhî bu değildir. Zira aynı Kitap, “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz…”[12] buyurur. Ayrıca “Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâldir, sizin yemekleriniz de onlara helâldir.”[13] diyerek karşılıklı sosyal ilişkiye kapı açar. Buradaki “Sizin yemekleriniz de onlara helâldir.” ifadesi, elbette Hristiyan ve Yahudiler için dinî hüküm vaz‘etmek değildir; onların helal–haram ölçülerini Kur’an belirlemez. Ayet Müslümanlara hitaben “Onlara yemek ikram edebilir, beraber sofraya oturabilirsiniz.” demektedir. Nitekim aynı pasajda Ehl-i Kitap’tan iffetli kadınlarla evlenilebileceğinin ruhsatı da vardır; insan evlendiği birine nasıl düşmanlık besleyebilir? Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.”[14] Bu sevgi ve hısımlık tabii olarak onun anne-babasına karşı da nezaket ve dostluk doğurur.
Bir meseleyi doğru ve tam anlamak, o meseleye dair bütün delil ve bağlamları birlikte görmeyi gerektirir. Parçalı okuma, boşlukları sonradan “zorla” doldurmaya mecbur bırakır. İyi niyetli de olsalar, orta seviyede bilgi sahibi din adamlarının yahut usûl mekanizması yeterince oturmamış kimselerin meseleleri tek boyutlu ve yanlış anlama temayülleri olabilecektir.
Peki “Kadınların aklı ve dini eksiktir.” hadisini nasıl anlamalıyız? [15]
Önce şu ayrımı berraklaştıralım: “X haramdır.” cümlesiyle, “Efendimiz (sas) buyurdu ki: X haramdır.” ve “Y imamı, X’in haram olduğunu söylemiştir.” cümleleri görünüşte aynı şeyi ifade etse de hakikatte aynı şeyler değildir. Çünkü başka sahih rivayetlerde X’in helal olduğuna dair bir beyan bulunabilir veya ilgili imam bu rivayetten haberdar olmayabilir. Yahut Efendimiz (sas) belirli bir dönemde “X haramdır.” buyurmuş, daha sonraki bir dönemde “X helaldir.” demiş olabilir. Şartların değişmesiyle hüküm değişmiş olabilir.[16]
Bu sebeple herhangi bir meselede hükme varırken, konuyla ilgili ayet ve hadislere bir bütün olarak bakmak gerekir. Aksi hâlde mesela Efendimiz'in (sas) yalnızca ayakta su içmeyi yasaklayan hadisini görüp[17], ayakta su içtiğine dair rivayetleri[18] bilmezsek, “Ayakta su içmek haramdır.” gibi hatalı bir sonuca varabiliriz. Tek bir rivayete dayanarak genel hüküm bina etmek çoğu zaman yanlış sonuçlara yol açar.
Konunun bir diğer boyutu kadın ve erkek arasındaki yaratılış farklılıklarıdır.[19] Kadınların doğum yapmaları, hayız görmeleri, emzirmeleri; cinsî rollere bağlı olarak beden yapılarının ve örtünme alanlarının farklı oluşu gibi hususlar fıkhî hükümlere yansımıştır. Erkeklerin ise hayatın fiilî yüküyle bağlantılı olarak ortalama anlamda daha iri, uzun ve fiziksel olarak güçlü olmaları da ayrı bir vakıadır.
Bu farklılıkların uygulamadaki yansımalarından bazıları şunlardır: Tesettür hükümlerindeki farklılık, cihadın[20] ve cuma namazının erkeklere farz olup kadınlara farz olmaması[21], ailenin geçimini temin sorumluluğunun erkeğe yüklenmesi[22]. Bu çerçevede—savaş yükümlülüğü ve kamusal sorumlulukların dağılımı dikkate alındığında—genel imamet ve otorite pozisyonlarının çoğu durumda erkeklere daha uygun düşmesi tarihi ve sosyolojik olarak anlaşılabilir. Ancak bu da istisnasız bir kural değildir. Bireysel kabiliyetlerin öne çıktığı yahut şartların gerektirdiği durumlarda bir kadının devlet başkanı, vali ya da hâkim olmasının haram olduğu söylenemez.[23]
Genel ve tabiî şartlarda, zorlayıcı durumlar yokken bu tür görevlerin çoğunu erkeklerin daha iyi icra ettiği görülür; özellikle otorite ve liderlik mevzularında tarihî ve sosyolojik tecrübe böyle bir eğilime işaret eder. Bu eğilimi ifade etmek bir değer hiyerarşisi kurmak ya da cinsiyetçilik yapmak değildir, ortalama eğilimlerin tespiti mahiyetindedir. Nitekim ölçümlerde kadın ve erkeklerin zekâ ve bilişsel beceri ortalamaları genellikle birbirine yakındır ancak dağılımın uç noktalarında erkeklerin daha sık temsil edildiğine dair bulgular rapor edilmiştir.[24] Öte yandan modern şehir hayatı da kadınlar ve erkekler arasında sosyolojik bakımdan farklı rol ve yükümlülükler üretmekte ve günlük sorumlulukları farklı biçimlerde dağıtmaktadır.
Bu farklılıkları göz ardı etmeden şu hususu da not etmek gerekir: Kur’ân ve Sünnet’in hitaplarında, öğüde muhtaç olup öğüt alma ihtimali bulunan kadınlara bazen daha sert, zahiren abartılı görülebilecek bir dil kullanıldığı olur. Bu tonun kullanımı tahkir maksatlı değildir; sarsıcı bir uyarı ve terbiye edici bir dikkati celp etme stratejisidir.
Örneğin Tahrîm Sûresi’nde anlatılan olayı hatırlayalım[25]: "Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi. (Ey Peygamber eşleri!) Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, (yerinde olur). Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve salih müminlerdir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır."
Ayetin iniş sebebi etrafındaki farklı rivayetleri bir kenara bırakırsak, Hz. Hafsa (r.anhâ) ile Hz. Âişe’nin (r.anhâ) aile içi bir mesele dolayısıyla aralarında küçük bir birliktelik kurdukları anlaşılır. Her iki annemiz de Allah’a ve Resûlüne yürekten iman etmiş saliha mü’minelerdir fakat aile mahremiyetine dair bir hususta, insânî bir refleksle “Bunu sana kim haber verdi?” diye sorabilmişlerdir.
Benzer şekilde, nakledildiğine göre Hz. Âişe (r.anhâ) ile Resûlullah (sas) arasında basit bir tartışma yaşanır ve hakemlik için Hz. Ebû Bekir (r.a.) çağrılır. Resûlullah (sas), “Önce sen mi konuşursun, ben mi?” diye sorunca Hz. Âişe, “Önce sen konuş; ama doğruyu söyle.” der. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.) kızına çıkışmak üzere elini kaldırır, Resûlullah (sas) müdahale ederek “Seni bunun için çağırmadık.” buyurur. Hz. Âişe (r.anhâ) ise babasının hışmından sakınmak için az önce tartıştığı eşinin arkasına sığınır.[26] Elbette Hz. Âişe (r.anhâ), Resûlullah’ın doğruluğundan asla şüphe etmez ancak aile içi duygusal dalgalanma anlarında böyle ifadeler ağızdan çıkabilmiştir.
Tahrîm 66/4’teki sert uyarı, işte bu insânî zaaf anlarında Peygamber’in konumunu ve aile mahremiyetinin ağırlığını korumaya dönük ilâhî bir mesaj olarak okunmalıdır: “Eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka çıkarsanız, bilin ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrâil ve salih mü’minlerdir; melekler de ardından (ona) yardımcıdır.”
Şimdi, Resûlullah’a (sas) karşı birbirlerine arka çıkmaya yeltenen iki annemizin (Hz. Hafsa ve Hz. Âişe) karşısında olduğu ifade edilen “ordu”yu düşünelim: Allah Teâlâ, Cebrâil (as), melekler ve sâlih mü’minler… Manzaranın azameti gerçekten sarsıcıdır. Bir yanda kocasıyla aile içi bir mesele sebebiyle tartışan iki kadın; öbür yanda Allah, Cebrâil, melekler ve bütün sâlih mü’minler… O iki kadına (r. anhüma) karşı “Tevbe edin, Peygamberi üzdünüz.” gibi bir uyarı gelmiyor. “Eğer Peygambere karşı ikiniz yardımlaşırsanız Allah, Cebrail, melekler ve salih müminler peygamberin yardımcılarıdır.” gibi dehşetli bir cümle geliyor.
Bununla birlikte ayetin zahirini, iki mü’min annemizi hedef alan fiilî bir “cephe alış” gibi anlamak doğru olmaz. Aksi hâlde—hâşâ—Hz. Âişe ve Hz. Hafsa validelerimizi Utbe’ler, Velîd’ler, Ebû Cehil’lerden daha ileri düzeyde bir karşıtlığın öznesi saymamız gerekir ki bu akla ve tarihî gerçekliğe aykırıdır. Müşrikler ve kafirler için de azametli tehdit ayetleri vardır ancak bu kadar toptan bir karşı duruş beyan edilmiş değildir. Zaten ayetin maksadı da elbete ki kişisel bir düşmanlık ilanı değildir.
Benzer bir üslup şu hadiste de görülür: “Bir erkek, karısını yatağına çağırır da (o) gelmez ve erkek ona dargın olarak gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet ederler.”[27] Bir meleğin bir insana üç dakika bile beddua etmesi yeterken, “sabaha kadar lanet etmek.” şeklinde bir beyanda bulunulmuştur. Buradaki “lanet”in Arapça’daki temel anlamı “rahmetten uzaklaşmak”tır, yani bu ifade hakaret değil ağır bir uyarıdır.[28]
Daha önceki yazılarımızda kadın-erkek arasındaki farklılıklara değinirken erkeklerin karşı cinse bakmaya ve zinaya daha meyilli olduklarını söylemiştik. Baştan çıkarma veya iğfal gibi durumlarda kadınların daha suçlu olduğunu düşünen geleneksel yorumlar olsa da Kur’an zina durumunda her iki cinse eşit ceza öngörmüştür.[29]
Bu bağlamda evlilik süreci ile bir kadın; bir erkeğin dünyasında beslenme, uyku, barınma kadar önemli olan cinsellik gibi bir hususu kendi tekeline almış olmaktadır. Evlilik bir akittir: Taraflar, birbirlerinin iffetini korumayı ve cinsî ihtiyaçlarını helal yolla karşılamayı taahhüt ederler. Fiiliyatta bu, tarafların bu ihtiyacı nikâh dışına taşımamasını ve birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamalarını ifade eder.
Bununla birlikte karı-koca arasındaki tartışma, bir süre devam edebilen soğukluk gibi durumlarda kadınlar ne kadar sinirli de olsalar yemek yapmaya yahut temizliğe çoğunlukla devam ederler. Halbuki bu iki ihtiyacı erkek kendisi de halledebilir. Dışarıda yemek yiyebilir, eve temizlikçi çağırabilir yahut yemeğini de temizliği de kendisi yapabilir. Fakat diğer durumda erkeğin cinselliğe dair konuyu kendi kendine halletmesi de dışarıda halletmeye çalışması da uygun değildir. Demek ki çiftlerin birbirlerinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamaması ciddi bir meseledir ve önemsenmelidir. Peki, meleklerin bir kadına sabaha kadar lanet edeceği kadar da ciddi midir?
Buradan çıkarılacak asıl ders şudur: Bazı ayet ve hadislerde kullanılan söylemin ürpertici ve sarsıcı olabileceğini gözden kaçırmamalıyız. Burada önemli olan lafzın çıplak zahiri değil, üslubun bizzat kendisi ve hedeflediği maksattır. Bu sert ton çoğu zaman ihmali bertaraf etmek ve kalpte teyakkuz uyandırmak içindir. Konunun bu denli güçlü bir dille ele alınması, meselenin gerçekten çok önemli olduğuna işaret eder. Bizim bu konulardaki gevşeklik ve ilgisizliğimiz çoğu kez gafletten yahut öncelik sıralamamızın bozulmasından kaynaklanıyor olabilir. Allahu alem kadınları ilgilendiren başlıklarda bu üsluba nispeten daha sık başvurulmasının, kadınların yaratılışına dair psikolojik gerekçeleri olması da muhtemeldir.
Başka bir hadisle devam edelim: Efendimiz (sas) “Bana Cehennem gösterildi; orada bulunanların çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Onlar nankörlük ederler.” buyurdu. Sahâbîler “Allah’a karşı mı nankörlük ederler?” diye sorunca “Kocalarına karşı nankörlük ederler, kendilerine yapılan iyiliklere nankörlük ederler. Öyle ki onlardan birine yıllarca iyilik yapsan, sonra senden hoşlarına gitmeyen tek bir şey görseler ‘Senden hiçbir iyilik görmedim.’ derler.” açıklamasını yapar.[30]
Bir başka rivayette ise şu çarpıcı ifade yer alır: “Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadına kocasına secde etmesini emrederdim.”[31]
Dikkat edilirse burada “talebenin hocasına”, “askerin komutanına”, “cemaatin imamına” yahut “çocuğun anne-babasına” değil, bilhassa “kadının kocasına” secde etmesinden bahsediliyor. Kadınlara hitap eden bazı rivayetlerde, muhatabın ders almasını sağlamak için daha vurgulu ve duygusal bir üslup kullanıldığını ifade edebiliriz. Bu metinlerden "Kadının erkeğe secde etmesi gerekir." gibi bir hüküm çıkarılamaz, klasik literatürde de böyle bir hüküm yoktur.
Öyleyse bu sert ifadelerin maksadı nedir? Bu ibarelerin amacı, öğüt alabilecek kadınların duygusal bir şok tedavisiyle zihinsel ve duygusal dirençlerinin aşılmasını sağlamaktır denilebilir. Zahirde ağır gelen lafız literal anlamına hüküm bina edilmesi için değil, muhatabı kendisiyle yüzleştirmek içindir diyebiliriz.
Efendimiz’in (sas) beyanlarında yer yer hissedilen duygusal ton bir eksiklik değil, bilakis bilinçli bir irşad yöntemidir. Bu üslûbun erkeklere yönelik belirgin bir örneği Huneyn Savaşı sonrasında Ensar'a karşı görülür.[32] Ganimetlerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için yeni Müslümanlara dağıtılması, Medineli genç Ensar arasında “Mekkeli hemşehrilerini bulunca bizi unuttu mu?” tarzında seslere yol açınca, Allah Resûlü (sas) Ensar’ı bir araya getirir ve onlara şu tarihi konuşmayı yapar: “Vallahi, isterseniz sizler, 'Sen bize kovulmuş olarak geldin, biz Seni barındırdık! Sen bize muhtaç olarak geldin, biz Sana yardımcı olduk! Sen bize korku ve endişeyle geldin, bizler Sana sahip çıkıp güvenliğini sağladık! Sen bize terk edilmiş olarak geldin, bizler Sana destek verdik ve yine Sen bize yalanlanmış olarak geldin, bizler Seni tasdik ettik!' diye de söyleyebilirsiniz! Bu durumda hem doğruyu söylemiş hem de Benim tarafımdan doğrulanmış olursunuz! Ey Ensar topluluğu, sizi değersiz dünya malına meyletmiş görüyorum ki ben o malları insanların kalplerini İslam’a ısındırmak için verdim, sizin İslâm’ınıza vekil olmuştur. Ey Ensar topluluğu, insanlar deve ve davarlarla giderken, siz Allah’ın Rasulü ile evlerinize dönmekten razı değil misiniz? Hicret olmasaydı Ensar’ın yanında olurdum, insanlar bir vadiye gidecek olsa ben Ensar’ın vadisine giderdim. Allah’ım! Ensar’a, Ensar’ın çocuklarına ve Ensar’ın çocuklarının çocuklarına merhamet et!” buyurmuştur. Bu hutbe üzerine Ensar sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve şöyle dediler: “Biz Allah’ın Rasulü’nün taksimine, payına razıyız.”[33]
Buradaki duygusal ton haşa boş bir ajitasyon değil, kalbi uyandırmayı hedefleyen ve amacına ulaşan bir hatırlatmadır. Kadınlara yönelik uyarılarda görülen sert ibareler de benzer bir amaca hizmet etmektedir. Zaten itaat ve vefa üzere yaşayan kadınlar için fazladan bir tembih gerekmez fakat arada “toparlanma eşiğinde” duranlar, çoğu kez ancak yoğun duygusal çağrılarla sarsılıp kendine gelebilir. Bu tür duygusal hitaplardan etkilenip, fayda görmenin şartlarından biri de hitapta öne sürülen argümanın rasyonel olup-olmadığına takılıp kalmamaktır. Zihinde sürekli meselenin farklı yönlerini tartmaktansa "Burada Allah'ın Peygamberi (sas) benim için potansiyel tehlike taşıyan bir konuda beni uyarıyor. Kendime çeki-düzen vermeliyim." diye düşünmek en doğru adımdır. Bu, Hz. Peygamber'in sözlerinin üzerine düşünmemek; anlattıklarındaki derin hikmetler üzerine kafa yormamak anlamına gelmez. Lakin mekanik bir zihinle karşıdakiyle tartışır bir tarzda yapılan fikir çarpışmalarının da kişinin Allah Resulü'nün (sas) sözlerindne istifade etmesine mani olacağını belirtebiliriz.
Özetle “Kadınların aklı ve dini noksandır.”[34], “Cehennemde kadınlar çoktur.”, “Eğer birinin birine secde etmesini emredecek olsaydım, kadına kocasına secde etmesini emrederdim.”, “Kadın kocasının irin bağlamış yarasını ağzıyla temizlese bile hakkını ödeyemez.”[35] tarzı rivayetlerde mesele bu ibarelerdeki duygusal ağırlıktır. Bu sözler elbette ki hukukî bir hüküm koymak için değildir ve tarih boyunca böyle de anlaşılmamıştır. Bu sözler ahlâkî bir sarsıntı oluşturmak içindir. Zaten kimsenin kocasına secde etmesi caiz değildir, secde yalnız Allah’adır. Yine kimsenin “yarayı ağzıyla temizleme” gibi bir fiili kelimesi kelimesine uygulaması beklenmez. Buradaki ton yükselmesi, mübalağa ve temsil mesajın kalbe işlenmesi için seçilmiş bir irşad yöntemidir.
Cehennemdeki Kadın-Erkek Oranı
“Cehennemin çoğu kadınlarla doludur.”[36] meâlindeki rivayeti sanki “nihai ve evrensel bir yüzde tablosu” bildiriyormuş gibi okumak isabetli değildir. Varsayalım ki “Cehennemliklerin yüzde altmışı kadın, yüzde kırkı erkektir.” denilsin; bu ilk bakışta kadınlara yönelik bir ayrımcılık gibi görünebilir. Ne var ki herhangi bir sınavda erkeklerin %50’si, kadınların %40’ı başarı gösterebilir ve bu başlı başına anlaşılmaz değildir. Fakat erkeklerde başarı oranı %70 iken kadınlarda %20 ise; yahut beyazlar–siyahlar, yerliler–yabancılar gibi karşıt gruplar arasında benzer geniş uçurumlar varsa o zaman ölçümü etkileyen kültürel yahut başka belirleyicilerin olduğu söylenebilir.
Kur’ân ve hadislerin genelinde kadın ile erkek arasında imtihanın mahiyetini farklılaştıran bir bilgi yoktur. Öyleyse sırf kadın yahut erkek olmak cehennem ehlindeki oranı belirleyen bağımsız bir sebep değildir. Bazı soru ve imtihanlar belirli gruplar için yapısal olarak daha zordur. İlâhî adaletin kuşatıcılığı gereği değerlendirme zorluğun derecesine göredir. Diyelim ki bir kişi bir imtihana karşı güç ve imkânları nispetinde “100 üzerinden 50” düzeyinde bir sınav verdi; bu, aynı imtihanda daha avantajlı birinin “100 üzerinden 80”lik sınavıyla aynı kefeye konulmaz. Bir imtihan için avantajlı şartlara sahip olan bir kimse başka bir imtihan için dezavantajlı şartlara da sahip olabilir.
Esas olan şudur: Kimse kendisine verilmiş imkân ve yükün ötesinde sorumlu tutulmaz. Bu yüzden dünyada bazı alanlarda kadınlar veya erkekler görece başarısız, imtihanı zor görünse bile ahirette hesap bireyselleştirilmiş ölçülerle görülür. Netice “ham ortalamalara” göre değil kişiye tanınmış imkan ve maruz kaldığı külfetlere göre tayin edilir.
Kısacası, adalet “tek tip bir sınır” üzerinden değil sübjektif mükellefiyet (kişiye özgü yükümlülükler) üzerinden işler. Her insanın eşiği, imkânı ve mesuliyeti farklıdır. Değerlendirme de farkların adil biçimde göz önünde bulundurulmasıyla yapılır. Unutulmamalıdır ki Yüce Allah Adil-i Mutlaktır.
Meselenin Gramatik Boyutu
Hadiste geçen “ekserâ ehlin-nâr”[37] ibaresi çoğu zaman “cehennem ehlinin çoğunluğu” diye tercüme edilir. Bu, bağlam içinde mümkün bir yorumdur. Bununla birlikte Arapçada; İngilizcede olduğu gibi bir sıfatın en üst derecesini belirten bir çekim yoktur. Aynı kelime hem “en büyük” hem “daha büyük” anlamına gelebilmektedir. Dolayısıyla hadiste geçen ibarenin “Cehennem ehlinin çoğunluğu” yerine “Cehennem ehli içinde çokça” anlamına gelme ihtimali de vardır.[38]
Biraz daha detay verelim. Arapçada “tafdîl” kalıbı bağlama göre “daha …”, “en …” yahut sadece nitelik bildiren bir “…” şeklinde okunabilir. Meselâ “ahyâr” kimi yerde “en hayırlı”, kimi yerde “falan kimseden daha hayırlı”, kimi yerde de yalnızca “hayırlı” anlamındadır. Bu çerçevede “eksera ehli’n-nâr” ibaresi de “Cehennemde kadınları çokça gördüm.” diye çevrilebilir, bazıları ise “Kadınların erkeklerden sayıca daha fazla olduğunu gördüm.” yorumunu tercih etmişlerdir. Şayet hadis açık ve kesin bir dille “Cehennemde kadınlar erkeklerden sayıca fazladır.” deseydi bunu o şekilde anlardık fakat lafız bu netlikte değildir. Sözün söylendiği bağlamsa kadınları sadaka ve istiğfara yönlendirmektir.
Benzer bir dil hassasiyetiyle “Kadınların aklı/dini eksiktir.”[39] şeklinde meşhur olmuş hadisi de ele alalım. Hadisin metni detaylı incelenirse “Kadınların aklı yarımdır.” veya “Kadınlar yarım akıllıdır.” denilmiyor. “Aklı ve dini yarım olanlar arasında erkekleri baştan çıkarmada, yanlışa sürüklemede kadınlar kadar etkilisini görmedim.” deniliyor. Burada deyimsel bir anlatım söz konusudur.
Deyimsel anlatımın hakikati nasıl işaret ettiğini iki örnekle somutlaştıralım: Latincede “In vino veritas” (şarapta hakikat vardır)[40] sözü aslında “alkol, kişinin oto-kontrolünü gevşetir; gizlediğini açığa vurmasını kolaylaştırır” demek ister. Yoksa hakikat bizzat şarapta bulunduğu için bu söz söylenmez, nitekim mahkemede sarhoş birinin beyanı güvenilir kabul edilmez. Keza “çocuktan al haberi” sözü, gündelik dilde bir gözlem ifadesidir ama hukuken çocuk tanıklığı özel usullere tabidir, çoğu durumda çocukların ifadeleri uzman eşliğinde değerlendirilir. Her iki deyim de lafzî anlamıyla değil, vurgulamak istediği eğilim üzerinden anlaşılır.
Hadisi zahiriyle anlamamız icap etseydi, kadınların akıllarının “yarım” olduğu iddiası dinin başka alanlarına da kaçınılmaz biçimde yansırdı. Meselâ ilim öğrenmenin kadın–erkek her Müslümana farz olduğu değil, kadınların ilim tahsil etmemesi gerektiği söylenirdi. Kur’ân’da “Belkıs” (Sebe melikesi)[41] örneği yanlış hüküm veren bir kadın kıssası olarak anlatılırdı. Keza kaynaklarda çarşı–pazarda kamusal sorumluluklar üstlenen hanım sahabilerden söz edilir: Semrâ bint Nüheyk (r.anha)[42] ve Şifâ bint Abdillâh (r.anha)[43] gibi isimlerin, Efendimiz (sas) ve Hz. Ömer (ra) dönemlerinde piyasayı denetlemekle görevlendirildiğini biliyoruz. Bu örnekler, ilgili ibarenin mutlak bir ontolojik yargı değil, belirli bir bağlamda “bir yönüyle” uyarı mahiyetinde kullanıldığını gösterir.
Şahitlik meselesi de böyledir. Ticari ihtilaflarda iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği yerine geçtiği hüküm, dönemin sosyo-ekonomik şartları ve konuya mahsus uzmanlık gerekleri dikkate alınarak vazedilmiştir.[44] Bununla birlikte klasik fıkıhta, tek bir kadının şahitliğinin makbul görüldüğü alanlar da vardır. Dahası beşerî ilişkilerde bir hanımın sözü, aile içi tesir bakımından yüz erkeğin sözünden daha etkili olabilmektedir. Beşeri münasebetler açısından kadının sözünün erkeğin sözünden çok daha fazla tesirli olduğu pek çok nokta vardır.
Kadının dininin yarım olması meselesine gelince… Bu ibareden de matematiksel olarak %50 eksiklik anlaşılamaz, zatem hesap da tutmamaktadır. Zira regl süresi 15 gün değildir. Ayrıca o sürede namaz kılınmasa bile zikir çekilebilir, dua edilebilir, sadaka verilebilir, tesettür ibadeti devam eder vs… Ayrıca Allah Teala’nın yaratıp hüküm verdiği bir konuda kişiye hesap sorulamaz, kişi suçlanamaz. Örneğin ayakları veya elleri tutmayan bir erkeğe “Niye cihada katılmıyorsun?” denilemez. Asgari ücretle geçinmeye çalışan birisi zekât vermemekle suçlanamaz. Çünkü bu şartlar onların kendi tercihleri değildir. Kadınların da regl olmaları ve o sürede namaz kılmamaları kendi tercihleri değildir. Bu yüzden kadınlar “Siz regl iken namaz kılmıyorsunuz, oruç tutmuyorsunuz, o hâlde yarım Müslümansınız.” şeklinde suçlanamaz. Hele böyle mantıksız bir suçlamayı Efendimiz (sas) hiç yapmış olamaz.
Toparlarsak: Söz konusu hadisler Arapça’nın ifade imkânları ve hitabın bağlamı içinde okunmalıdır. Bunlar mutlak ve ezelî bir değersizleştirme değil; muhatabın durumu, şartların ağırlığı ve dönemin sosyolojisi göz önünde bulundurularak yapılan uyarılardır.
Kadının “Hayır” Deme Hakkı: Etik ile Hukukun Sınırları
Bazı klasik fıkıh kitaplarında, kadının kocasının daveti karşısında “Hayır” deme hakkının bulunmadığı ifade edilir. Buradan hareketle erkeğin bu ihtiyacını gerekirse zorla karşılayabileceğini, kadının da kocasından davacı olamayacağını söyleyenler olmuştur. Fakat burada göz ardı edilen çok önemli bir ayrım vardır: Efendimiz (sas) erkeklere dönüp “Kadınlarınız size hayır diyemez, derlerse hakkınızı zorla alın.” dememiştir. Aksine kadınlara hitaben “Hayır demeyin.” buyurmuştur. Bu da sözün bağlamının ahlakî tavsiye olduğunu, buradan doğrudan bir hukukî yaptırım çıkarılamayacağını gösterir.
Bir kadın gelip size bu konuda danışsa, “Hoşlanmasan bile sessiz kal ya da hoşnutluk göstermeye çalış, aksi hâlde aile huzuru zedelenir.” diyebilirsiniz. Ama bir erkek eşini zorlamaya kalksa, buna şahit olanlar polis çağırmayı ve cezai yaptırım uygulanmasını makul bulur. Çünkü bu meselede hukukun sınırı ayrıdır.
Kardeşiyle arasında sorun olan bir çocuğa "Sen abisin, kardeşini biraz idare et." diyebilirsiniz. Ama bu küçük kardeşin abiye istediğini yapabilmesi ve hoyratça davranmasını hoş karşıladığınız anlamına gelmez. Nitekim Efendimiz (sas), “Zenginin borcunu ödemeyi ertelemesi zulümdür.”[45] buyurmuştur. Bu hadisten imkânı olduğu halde borcunu ödemeyenlere karşı hukukî yaptırımlar uygulanması anlamı çıkarılabilir. Ama bu her alacaklının, borçlunun evine gidip alacağını zorla tahsil etmesi hakkını doğurmaz. Aksi hâlde alacaklı suçlu duruma düşer. Bir kişiye, gruba veya duruma özgü bir sözün genel bir hüküm hâline getirilmeye çalışılması çoğu zaman bu şekilde zahmetlere neden olur.
Dolayısıyla “Kadınlar hayır demesin, melekler sabaha kadar lanet eder.”[46] hadisi ahlakî bir uyarıdır. Ama erkeğin eşine bu hadisi gerekçe göstererek “Bak, bana hayır dersen lanetlenirsin.” demesi ne ahlakîdir ne de hoş.
Bu noktada yapılması gereken şey eşler arasındaki iletişimi düzeltmektir. Kadın “Hayır” diyorsa bu sadece kadının haksız veya suçlu olduğu anlamına gelmez. Bazen erkek önemli bir hata yapmış, hatayı görmezden gelmiş veya hatanın üstünü örtmeye çalışmış olabilir. Kadın da bu problemi çözmeden eşine yakın olmak istemediğini ifade edebilir.
İnsanlar genellikle asimetrik durumlarda kafa karışıklığı yaşar. Bir öğrenciye “Bir hafta sonra sınavın var, çalış.” deriz. Çalışıp başarısız olursa, “Elinden geleni yaptın, gerisi kaderdir.” diyerek onu teselli ederiz. Ama sınava daha bir hafta varken öğrenci “Kaderde ne yazıldıysa o olur, boşver.” dese buna itraz ederiz. “Hayır, sınavın sonucu senin çalışmana bağlı.” deriz.
Sonuç olarak meleklerin laneti ya da kadınların aklının/dininin yarım olması gibi ibarelerin geçtiği hadislerden doğrudan hukukî hüküm çıkarmak, bunları cezai yaptırımlara bağlamak insafsızlık ve adaletsizlik olur. Bu metinlerden evrensel hukuk kuralları üretmeye çalışmak yerine, onları ahlakî uyarı ve öğüt çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Bir Kadın Bu Hadisten Ne Anlamalıdır?
Bir kadın evvela Efendimiz’in (sas) kendisine “Sen yarım akıllısın, erkekler senden daha akıllı, dini yönden de eksiksin.” demediğini bilmeli ve bu hadis karşısında duygusal bir tepki geliştirmemeye çalışmalıdır. İçinde irade dışı oluşan duygusal tepkileri ise en azından dışa vurmamalı, onları bir vesvese türü olarak görüp yok etmeye çalışmalıdır.
Bunun yanında düz bir mantık ve doğrudan bir bakışla iradi olsun veya olmasın hayatında bazı eksiklikler olabileceğini, ev dışına yönelik bazı meselelerde (finans, borsa, askeriye vb.) özel uzmanlığı yoksa eşinden daha geride olabileceğini, kendisinden beklenen dini sorumlulukların daha az olduğunu, erkeklerden bazı alanlarda daha güçlü, bazı alanlardaysa daha güçsüz olabileceğini görmelidir. Ancak bunların manevi bir üstünlük veya uhrevi bir fazilet meselesi olmadığını, dünya hayatının doğal akışının bu şekilde işlediğini de bilmelidir.
Günümüzde yaşayan hangi aklı başında Müslüman erkeğe "Ahirette Hz. Hatice'nin makamında olmak ister misin?"[47] diye sorulsa hayır diyebilir? Demek ki Allah indinde üstünlük takva iledir[48] ve en önemli mertebe Allah katındaki konumumuzdur.
Allah Teala’dan ayetleri, hadisleri, bizim için razı olduğunu bildirdiği dini doğru anlayıp yaşamamızı hepimize nasip etmesini diler ve dileniriz.
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, 17. Lema, On Üçüncü Nota
[2] Asıl adı Muhammed Lütfi olan, Erzurum'un Alvar köyünde yaşamış, 20. yüzyılın önemli mutasavvıf ve şairlerindendir (1868-1956). Şiirlerinde Efe veya Alvarlı Efe Hazretleri mahlasını kullanmıştır.
[3] Arapçada ‘ثَكِلَتْكَ أُمُّكَ’ (sekiletke ümmük) şeklinde ifade edilen bu deyim bir beddua olmayıp şaşkınlık, kınama veya ifadenin önemini vurgulamak amacıyla kullanılan bir tabirdir.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, s. 107
[5] Farsça bir terkip olup ‘her nefeste uyanık/şuurlu olmak’ anlamına gelir. Nakşibendî tarikatının on bir temel esasından birincisidir ve kişinin her an Allah’ın huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmesini ifade eder.
[6] Latince "kişiye karşı" anlamına gelen bu mantık hatası, bir argümanı içeriğiyle eleştirmek yerine argümanı sunanın kişiliğine, niyetine veya özelliklerine saldırma yanılgısıdır.
[7] Bir iddianın doğruluğunu, o iddiayı ortaya atan kişinin veya kaynağın otoritesine dayanarak kanıtlamaya çalışma mantık safsatası. Bir kişinin alanında uzman olması her söylediğinin mutlak doğru olduğu anlamına gelmez.
[8] el-Mâide, 5/44.
[9] Arapça kökenli bir terim olup, bir sözün veya metnin kendisinden önce gelen (siyak) ve sonra gelen (sibak) kısımlarını, yani genel bağlamını ifade eder.
[10] İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan, siyasi ve itikadî bir fırka. Radikal tutumlarıyla bilinirler.
[11] el-Mâide, 5/51.
[12] el-Mümtehine, 60/8.
[13] el-Mâide, 5/5.
[14] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 26 (Yeni Asya Neşriyat). Bediüzzaman bu sözüyle, Kur’an’ın Ehl-i Kitap ile evliliğe izin vermesinin, onlarla mutlak bir düşmanlığın hedeflenmediğinin sosyal bir delili olduğunu ifade eder.
[15] Bu hadis, Buhârî (Hayz, 6) ve Müslim (Îmân, 132) gibi temel hadis kaynaklarında geçmektedir. Hadisin tam metninde kadınların şahitliğinin erkeğin yarısı olması "akıllarının eksikliği", hayızlıyken namaz kılıp oruç tutamamaları ise "dinlerinin eksikliği" olarak ifade edilir.
[16] Usûl-i fıkıh ilmi, nasslar (ayet ve hadisler) arasındaki bu tür görünür çelişkileri çözmek için çeşitli metodolojiler geliştirmiştir. Cem‘ ve te’lîf (uzlaştırma), tercih, nesih ve tevakkuf (hüküm belirtmekten kaçınma) bu metotlardan bazılarıdır. Metinde belirtilen durum farklı rivayetlerin birlikte değerlendirilerek genel bir hükme varılması gerektiğini gösteren klasik bir örnektir.
[17] Bkz. Müslim, Eşribe, 116. Bu rivayette Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber’in (sas) ayakta su içmeyi yasakladığını belirtir.
[18] Bkz. Buhârî, Eşribe, 16; Müslim, Eşribe, 117-119. Bu rivayetlerde ise İbn Abbâs, Hz. Peygamber’e (sas) Zemzem ikram ettiğini ve O’nun ayakta içtiğini nakleder. Âlimler bu rivayetleri birleştirerek ayakta içmenin haram olmadığını ancak oturarak içmenin daha faziletli (efdal) olduğunu belirtmişlerdir.
[19] Kur’an’da kadın ve erkeğin aynı nefisten yaratıldığı (en-Nisâ 4/1) ve Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğu (el-Hucurât 49/13) vurgulanır. Bununla birlikte biyolojik ve fıtrî farklılıklar sosyal rollerde bazı farklılaşmalara yol açabilir.
[20] Cihadın kadınlara farz olmaması, onların savaşın zorluklarından ve tehlikelerinden muaf tutulması olarak yorumlanır. Ancak İslam tarihinde, özellikle savunma savaşlarında ve lojistik destek rollerinde kadınların da aktif olarak yer aldığına dair çok sayıda örnek mevcuttur.
[21] Cuma namazının kamusal bir ibadet olması ve erkeklerin kamusal alandaki sorumluluklarıyla daha yakından ilişkili görülmesi, bu hükmün temel gerekçesi olarak kabul edilir.
[22] “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların bir kısmını diğerlerine üstün kılmıştır ve erkekler mallarından harcama yaparlar.” (en-Nisâ 4/34). Bu ayet, erkeğin aile geçimindeki sorumluluğunu belirtir.
[23] Tarihte ve günümüzde İslam toplumlarında kadınların liderlik pozisyonlarına gelip gelemeyeceği konusu fıkıhçılar arasında tartışılmıştır. Çoğunluk, devlet başkanlığı (imamet-i uzmâ) gibi en üst düzey görevlerin erkeklere ait olması gerektiğini savunsa da özellikle Hanefî mezhebi kadının hâkim (kadı) olabileceğini kabul etmiştir. Günümüzde birçok alim, şartlar ve liyakat gözetildiğinde kadınların yönetici olmasında dinî bir engel olmadığını savunmaktadır.
[24] “Erkeklerdeki daha büyük değişkenlik hipotezi” (greater male variability hypothesis) olarak bilinen bu teoriye göre, birçok psikolojik ve fizyolojik özellikte erkeklerin dağılımı kadınlara göre daha geniştir. Yani ortalama değerler benzer olsa da, dağılımın en alt ve en üst uçlarında (örneğin deha veya zihinsel yetersizlik gibi) erkeklerin sayısı oransal olarak daha fazla olma eğilimindedir.
[25] et-Tahrîm 66/1-5.
[26] Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 84.
[27] Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 121, 122.
[28] Arapça’da “lanet” (لعنة) kelimesi, la'n (ل-ع-ن) kökünden gelir ve temel olarak “kovmak, uzaklaştırmak” anlamına gelir. Terim olarak ise “Allah’ın rahmetinden ve hayrından uzak kalma” manasında kullanılır. Dolayısıyla hadisteki ifade bir hakaretten ziyade, bu davranışın kişiyi ilahi rahmetten uzaklaştıran bir günah olduğuna dair sert bir uyarıdır.
[29] “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun.” (en-Nûr 24/2). Ayet, cezanın uygulanmasında cinsiyet ayrımı yapmamaktadır. Bu durum, fiilin ahlaki sorumluluğunun her iki taraf için de eşit olduğunu gösterir.
[30] Bu hadis, başta Buhârî (Hayz 6, Küsûf 9, Îmân 21, Nikâh 88) ve Müslim (Küsûf 17, Îmân 132) olmak üzere birçok sahih hadis kaynağında yer almaktadır. Sahihtir.
[31] Bu hadis Tirmizî (Radâ 10), İbn Mâce (Nikâh 4) ve Ahmed b. Hanbel (Müsned, IV, 381) gibi kaynaklarda geçmektedir. Hadis alimleri bu hadisi hasen ve sahih olarak değerlendirmiştir.
[32] Huneyn Savaşı 630 yılında, Mekke fethinden kısa bir süre sonra Müslümanlar ile Hevâzin ve Sakīf kabileleri arasında gerçekleşen önemli bir savaştır.
[33] Bu olay ve konuşma, İbn Hişâm'ın es-Sîretü’n-Nebeviyye'si gibi temel siyer kaynaklarında ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i gibi hadis koleksiyonlarında detaylı olarak anlatılmaktadır.
[34] Bu rivayet yine Buhârî (Hayz 6) ve Müslim (Îmân 132) gibi kaynaklarda geçmektedir. Sahihtir.
[35] Bu ifadeyi içeren hadis rivayeti, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde (12614) ve Hâkim’in el-Müstedrek’inde (2763) yer almaktadır. Sahihlik açısından yazıda geçen diğer hadisler kadar kuvvetli değildir. Hadis alimleri bu hadisi hasen ve zayıf olarak değerlendirmiştir.
[36] Bu rivayet, temel hadis kaynaklarında geçmektedir. Örneğin, Buhârî’nin Sahîh’inde (Îmân, 21; Küsûf, 9; Nikâh, 88) ve Müslim’in Sahîh’inde (Îmân, 132) yer alır. Hadisin bağlamı genellikle, Hz. Peygamber’in (sas) bir bayram günü kadınlara özel olarak hitap edip onlara sadaka vermelerini ve çokça istiğfar etmelerini tavsiye etmesidir.
[37] Arapça'da (أكثر أهل النار) şeklinde yazılan bu ifade, "ateş ehlinin en çoğu" veya "ateş ehlinin çoğunluğu" olarak çevrilebilir. Metnin sonunda belirtildiği gibi, kelimenin yapısı "en çok" (superlative) anlamı dışında "çokça" (comparative) anlamına da gelebilir.
[38] Arapçada “ism-i tafdîl” (اِسْمُ التَّفْضِيل) olarak bilinen bu gramer kalıbı, bir niteliğin başka bir şeye göre üstünlüğünü (komparatif) veya kendi cinsinin en üstünü olduğunu (süperlatif) ifade eder. Ancak bazen sadece niteliğin kendisinde bir yoğunluk ve fazlalık olduğunu belirtmek için de kullanılır. Dolayısıyla "ekser" (أكثر) kelimesi, bağlama göre "en çok", "daha çok" veya sadece "çokça" anlamlarına gelebilir.
[39] Bu ifade bir numaralı dipnotta kaynak olarak gösterilen hadisin devamında yer almaktadır. Hz. Peygamber (sas), kadınların neden cehennemde çoğunlukta olabileceğini sorduklarında, onların “laneti çokça kullandıklarını ve eşlerine karşı nankörlük ettiklerini” belirtir. Ardından “aklı ve dini eksik olan sizler gibi birinin, aklı başında bir erkeğin aklını çeldiğini görmedim” buyurur. "Dininin eksikliği" hayız döneminde namaz kılamaması ve oruç tutamamasına, "aklının eksikliği" ise şahitlik konusundaki duruma bağlanarak açıklanır.
[40] Latince deyişin tam çevirisi “Şarapta hakikat vardır.” şeklindedir ve genellikle Romalı tarihçi Yaşlı Plinius’a (Gaius Plinius Secundus) atfedilir.
[41] Sebe Melikesi Belkıs’ın hikayesi Kur'ân-ı Kerîm'de, Neml Suresi’nin 22-44. ayetleri arasında anlatılır. Kıssada, Hz. Süleyman'ın davetine karşı istişareye ve akla dayalı bilgece bir yönetim sergilemesiyle öne çıkar.
[42] Semrâ bint Nüheyk el-Esediyye (r.anha), elinde bir kamçıyla çarşıda dolaşarak iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve denetim yapan bir hanım sahabi olarak bilinir. Bu bilgi, İbn Abdilberr'in "el-İstî'âb" ve İbn Hacer'in "el-İsâbe" gibi biyografi kaynaklarında yer alır.
[43] Şifâ bint Abdillâh el-Adeviyye (r.anha), okuma yazma bilen, zeki ve dirayetli bir hanım sahabidir. Hz. Ömer (ra) tarafından Medine pazarında denetim (hisbe) göreviyle görevlendirildiği rivayet edilir. Bkz. İbn Sa'd, "et-Tabakâtü'l-Kübrâ".
[44] Bu hükmün dayanağı Bakara Suresi, 282. ayettir. Ayette, borçlanma işlemlerinin yazılması tavsiye edilirken, "Eğer iki erkek yoksa, o zaman razı olacağınız şahitlerden bir erkek ve iki kadın" ifadesi yer alır. Klasik tefsirlerde bu durum, kadınların o dönemde ticaret ve finans gibi konulara genellikle erkekler kadar aşina olmamaları ve birinin unutması durumunda diğerinin hatırlatması hikmetine bağlanmıştır.
[45] Bu hadis, üzerinde ittifak edilen (müttefekun aleyh) sahih bir hadistir. Bkz. Buhârî, Havâlât, 1, 2; Müslim, Müsâkât, 33.
[46] Bu hadis de sahih kaynaklarda yer almaktadır. “Koca, karısını yatağına çağırdığında kadın gelmeyi reddederse, melekler sabaha kadar o kadına lanet eder.” meâlindeki rivayet için bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Nikâh, 85; Müslim, Nikâh, 120-122.
[47] Hz. Hatice (r.anha), Hz. Muhammed'in (sas) ilk eşi, ilk Müslüman ve altı çocuğunun annesidir. Peygamberliğin en zorlu yıllarında ona en büyük maddi ve manevi desteği sağlamıştır. Hz. Peygamber (sas) tarafından Cebrail aracılığıyla cennette inciden bir köşkle müjdelenmiştir. Bkz. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20.
[48] Bu ilke, Hucurât Suresi’nin 13. ayetinde açıkça belirtilmiştir: "…Şüphesiz, Allah katında en şerefliniz, (takvada) en ileri olanınızdır." (إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ).