16 dk.
30 Mart 2025
Kavramların Diller Arasındaki Yolculuğu | Adn Cenneti Aslında Aden Bahçesi midir? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kavramların Diller Arasındaki Yolculuğu | Adn Cenneti Aslında Aden Bahçesi midir? | Tek Parça

Soru: Merhaba, bir arkadaşım ile yaptığım sohbet sırasında kendisinin öne sürdüğü bazı iddialara yanıt veremedim. Bu nedenle, konu hakkında sizin görüşünüzü almak istiyorum. Arkadaşım Kur'an'da adı geçen Adn Cenneti'nin aslında "Aden Bahçesi" olduğunu, bunun da Tevrat'ın Yaratılış (Tekvin) bölümünde detaylı olarak anlatılan bir mekânla özdeşleştiğini iddia etti. Ona göre Aden bölgesi Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer almakta olup, bu bölge Yahudilere vaat edilmiş topraklar arasındadır.

 

Ayrıca Tevrat'ta Tanrı'nın insanı kendi suretinde, yani kendisine benzer bir biçimde yarattığı ve ona tüm varlıklar üzerinde hâkimiyet verdiği ifade edilmektedir. Arkadaşımın yorumuna göre, Âdem'in yasak meyveyi yemesi gerçeği bilme yetisini kazanmasına, bunun sonucunda ise çıplaklığından utanmasına yol açmıştır. Bu olayın ardından, Tanrı insanın ölümsüzlük yetisini elinden almıştır. Sonuç olarak, "Cennet" denilen kavramın aslında fiziksel bir yer olan Aden bölgesi olduğunu ve zamanla bu kavramın soyut bir anlama büründüğünü iddia ediyor.
 

Bu konu hakkında araştırma yapmaya çalıştım, ancak yeterli kaynak bulamadım. Sizin görüşünüzü almak isterim. Teşekkür ederim.
 

Cevap: Öncelikle Cennet’in Aden Bahçesi veya Aden Bölgesi ile özdeşleştirilmesi, sosyal bilimlerde sıkça karşılaşılan bir metodolojik hataya işaret etmektedir. Bu hata, ihtimal dâhilinde olan ile kesinliği kanıtlanmış olanı birbirine karıştırmak; mümkün olabilecek bir yorumu tarihsel gerçeklik gibi sunmaktır.

Sosyal bilimler içinde yer alan arkeoloji, somut bulgulara dayanarak belirli konularda kesin yargılara varabilir. Örneğin Orhun Yazıtları’nın içeriği, Hammurabi Kanunları’nın kapsamı veya Mısır hiyerogliflerindeki sembollerin anlamları gibi konular arkeolojik ve filolojik kanıtlarla desteklenebilir. 
 

Ancak kesin yargılarla konuşulabilecek alan sonsuz bir alan değildir. Bu bağlamda bazı tarihçiler, antropologlar veya bilimsel yöntemin temel ilkelerini tam olarak kavrayamayan sosyal bilimciler tarihsel verileri mutlak ifadelerle yorumlama eğiliminde olabilirler. Özellikle kutsal metinlerde yer alan sembolik anlatıları modern tarihsel coğrafya ile birebir örtüştürme çabaları metodolojik hatalara yol açabilir. Cennet kavramı farklı dinî geleneklerde çeşitli anlamlar kazanmış olup, onu yalnızca belirli bir coğrafi bölgeyle bu kavramı sınırlandırmak oldukça indirgemeci bir yaklaşım olacaktır.

Antik dönemde Anadolu'da yaygın bir kült olan Ana Tanrıça inancı, pek çok pagan uygarlığında farklı biçimlerde yer almıştır. Bu bağlamda, Frig uygarlığında önemli bir yere sahip olan Kibele kültü, Anadolu kökenli bir tanrıça inancı olarak bilinmektedir. Kibele’nin Antik Yunan, Roma ve diğer tarihî uygarlıklarda farklı isimlerle varlık gösterdiği ve bu tanrıça adına çeşitli tapınaklar inşa edildiği tarihsel verilerle desteklenebilir. Bu bilgiler, arkeoloji ve tarih alanında genel kabul görmüş, nesnel ve doğrulanabilir verilerdir. Ancak bu verilerden yola çıkarak, "Kibele’nin bir figürü Mekke’ye götürülerek Kâbe’ye konmuştur ve orada tapınma nesnesi olmuştur." veya "Namazdaki 'kıble' kelimesi, Anadolu Tanrıçası Kibele’den türemiştir." gibi mutlak ifadelerle ortaya atılan iddialar bilimsel yöntem açısından ciddi sorunlar barındırmaktadır. Benzer şekilde Sümer kökenli olduğu öne sürülen ve Hitit kültüründe yer alan Kubaba ismini, Kâbe veya Kubilay gibi kelimelerle ilişkilendiren yaklaşımlar da metodolojik açıdan hatalıdır.
 

Bu tür iddialar genellikle tarih ve arkeoloji disiplinlerinde akademik uzmanlığı olmayan, ancak bu alanlarla hobi düzeyinde ilgilenen kişiler tarafından dile getirilmektedir. Oysa bilimsel araştırmalar ve eldeki veriler arasında doğrudan bir bağlantı kurulabilmesi için dilsel, arkeolojik ve tarihsel bulguların bütünlüklü bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu tür bağlantılar en fazla "ihtimal dâhilinde olabilir" şeklinde yorumlanabilir; kesinlik ifade eden yargılar ise sağlam bilimsel kanıtlarla desteklendikten sonra belirtilmelidir.

Örneğin Kâbe kelimesi etimolojik olarak Arapça "Ka‘b" kökünden türemiş olup "dört köşeli" veya "küp biçiminde yapı" anlamına gelmektedir. Kıble kelimesi ise "yönelinen istikamet, yön" anlamını taşır. Bu nedenle Kâbe'nin Kibele veya Kubaba gibi kelimelerle etimolojik bir bağlantısı bulunmamaktadır. Bu örnektekine benzer biçimde yalnızca kelime benzerlikleri üzerinden tarihsel çıkarımlar yapılması, bilimsel açıdan son derece problemli sonuçlar doğurur. Benzer bir mantıkla "Tevrat’ta geçen Aden bölgesi aslında Adana’dır, zamanla ismi değişmiştir." veya "Tarihte Sparta olarak bilinen şehir aslında Isparta’dır. Yunanlar her şeyi bizden aldıkları gibi bunu da bizden almışlardır." gibi spekülatif iddialar da öne sürülebilir. Ancak bu tür yüzeysel benzerlikler, dilbilimsel ve tarihsel bağlamdan yoksun oldukları için bilimsel değeri olmayan spekülasyonlardan ibarettir.

 

Bu durumda “Bu kelime buradan geliyor, bu kelime bundan türemiştir” gibi mutlak ifadelerden kaçınmak, ihtimallerle konuşmak gerekir. Sadece kelime benzerlikleri üzerinden gidilecek olsa, bir Adanalı da çıkıp “Aslında Tevrat’ta Aden diye geçen bölge Adana’dır. Aden zamanla Adana olmuştur.” diyebilir. Yahut bir Ispartalı “Tarihte Sparta diye bilinen yer aslında Isparta’dır. Yunanlar her şeyi bizden aldıkları gibi bunu da bizden almışlardır.” diyebilir. Demek ki kelime benzerlikleri tek başına bir anlam ifade etmemektedir.

Sonuç olarak, tarihsel analizlerde kelime benzerlikleri tek başına yeterli bir kanıt oluşturmaz. Bir terimin veya kavramın başka bir dilden ya da kültürden etkilenmiş olabileceğini öne sürmek için, filolojik, arkeolojik ve tarihsel kanıtların bütünlüklü bir biçimde ele alınması gerekir. Bu nedenle, kesinlik içeren iddialardan kaçınılmalı, yalnızca olasılıklar çerçevesinde temkinli yorumlar yapılmalıdır.
 

Aden Bahçesi/Cenneti
 

Tevrat’ın Yaratılış kitabında Aden Bahçesi’ne ilişkin anlatım şu şekildedir:
 

RAB Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir, Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır.”1

Aden bölgesinin konumuna dair tarih boyunca çok sayıda iddia ortaya atılmıştır. Ancak bu bahçenin kesin konumunun tespit edilemediğini söyleyebiliriz. Bazı görüşlere göre Aden Bahçesi, İran Körfezi’nin kuzeyinde veya Güney Mezopotamya’da yer almaktadır. Kimileri ise Nahcivan ve Ağrı bölgesini, Ermeni Platosu’nu, Tebriz civarını ya da Telassar (bazı yorumlara göre Telafer) şehrini Aden Bahçesi ile ilişkilendirmiştir. Bir diğer iddiaya göre Aden Lübnan ormanlarında bulunmaktadır. Mormon inancına göre ise Aden Bahçesi, Amerika kıtasında Missouri eyaletinin Jackson County bölgesindedir.
 

Bununla birlikte, Tevrat’ta geçen Pişon ve Gihon nehirlerinin hangi nehirler olduğu konusu da belirsizdir. Fırat ve Dicle’nin kimliği açıkça belirtilmiş olsa da Pişon ve Gihon’un günümüzde bilinen hangi akarsulara karşılık geldiği kesin olarak tespit edilememektedir.

 

Bu tür mekânsal spekülasyonlar, yalnızca Aden Bahçesi ile sınırlı değildir. Ashab-ı Kehf Mağarası’ndan Hz. Nuh’un (as) gemisinin indiği yere kadar pek çok dinî anlatı, farklı coğrafyalarda sahiplenilerek belirli bölgelere atfedilmektedir. Ancak bu tür iddialar genellikle tarihsel, arkeolojik ve filolojik kanıtlardan ziyade efsaneler ve yerel inanışlar üzerine inşa edilmiştir. 

Ashab-ı Kehf ve Hz. Nuh’un Gemisi Üzerine Rivayetler

 

Ashab-ı Kehf kıssasının nerede geçtiği konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Cezayir, Mısır, Ürdün, İspanya, Suriye, Doğu Türkistan ve Afganistan’da Ashab-ı Kehf’e ait olduğu iddia edilen mağaralar mevcuttur. Anadolu’da ise Efes, Afşin ve Tarsus’ta üç mağaranın bu kıssayla ilişkilendirildiği görülmektedir. Ancak Ashab-ı Kehf’in yaşadığı zaman ve yer konusunda elimizde kesin bir delil yoktur. Ne Kur’an’da ne sahih rivayetlerde ne de arkeolojik olarak bu kıssanın geçtiği yer hakkında net bir bilgi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu tür iddialar ancak birer tahmin olarak değerlendirilmelidir.

 

Benzer bir durum Hz. Nuh’un (as) gemisinin konumu için de geçerlidir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

 

“Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut! denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti.”2 

 

Bu ayette geçen Cûdî kelimesi, bazı meallerde “Cudi Dağı” olarak çevrilmiş veya “dağı” kelimesi parantez içinde verilmiştir. Alıntıda bulunduğumuz Diyanet Vakfı mealinde de bu şekilde bir kullanım görülmektedir. Bu nedenle geminin Şırnak’taki Cudi Dağı’na oturduğuna dair yaygın bir inanış bulunmaktadır. Ancak bu yorum kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Kur’an’da geçen Cûdî kelimesinin doğrudan bugünkü Cudi Dağı’nı işaret edip etmediği belirsizdir. Ayrıca, bu dağın tarih boyunca bu isimle anılıp anılmadığı da bilinmemektedir. Dolayısıyla, insanların ayetin etkisiyle bu ismi bir dağa yakıştırmış olmaları da mümkündür.

Bu örneklerdekine benzer biçimde Mezopotamya’daki verimli, yeşillikler içindeki bahçelere zamanla Aden isminin verilmiş olabileceğini söylemek de mümkündür. Tarihî ve dinî metinler üzerine yapılan yorumlarda ihtimaller çerçevesinde konuşmak ve kesinlik içeren ifadelerden kaçınmak gerekir.

Benzetmeler Hakkında

Aden Bahçesi’nin Adn Cenneti’ne yahut dünyadaki herhangi bir bahçenin cennete benzetilerek “Cennet” olarak adlandırılması, insan düşüncesinde yaygın bir benzetme biçimidir. Bu tür isimlendirmeler, fiziksel ya da manevi benzerliklerden hareketle yapılan sembolik anlatımlardır.
 

Nitekim Bediüzzaman Said Nursî de Barla’daki ilk talebelerinden biri olan Süleyman Kervancı'ya (Sıddık Süleyman) ait bahçeye “Cennet Bahçesi” adını vermiştir. Bediüzzaman bu mekâna zaman zaman ibadet ve tefekkür maksadıyla gitmiş, burada abdest almıştır. Ayrıca Risale-i Nur Külliyatı içinde yer alan ve cennet kavramını ele alan “Cennet Bahsi” risalesinin de bu bahçede yazılmıştır. Bu bağlamda söz konusu bahçeye “Cennet Bahçesi” isminin verilmiştir ve orası günümüzde de bu adla anılmaya devam etmektedir.

 

Benzetme, insan zihninin kavramları anlamlandırma ve soyut düşünceyi somut bir çerçevede ifade etme eğiliminden kaynaklanan doğal bir olgudur. Kur'ân-ı Kerîm de bu tür benzetmeleri içermekte ve iman edenlere vaat edilen cennet nimetlerini dünyadaki benzerleri üzerinden anlatmaktadır:

 

"İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, 'Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!' diyecekler. Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir." (Bakara, 2:25)

 

Bu ayet ilahî vaatlerin anlaşılması noktasında benzetmenin önemli bir rol oynadığını ve cennet tasvirlerinin insanoğlunun aşina olduğu dünya nimetleriyle kıyaslanarak sunulduğunu göstermektedir.

Kavramların Anlam Genişliği ve Dilbilimsel Süreçler
 

Cennet kelimesi, Arapçada temel olarak “bahçe” anlamına gelmektedir. Nitekim Kehf Suresi’nin 32. ayetinde iki kişiye verilen bahçelerden bahsedilirken de aynı kelime kullanılmıştır. Cennet kelimesinin hem dünyevi bir bahçeyi hem de ahirette müminlere vaat edilen ebedî nimetleri ifade etmesi, dilbilimsel açıdan olağan bir durumdur. Bir kelimenin bağlamına göre farklı anlamlar taşıması dillerde sıkça rastlanan bir olgudur. Örneğin İngilizcede heaven kelimesi hem “gökyüzü” hem de “cennet” anlamına gelmektedir. Cennet anlamı kelimenin semavi (gökle ilgili) kökünden türemiştir. Benzer şekilde Türkçede de “semavi dinler” ifadesi, ay veya gökyüzüyle ilgili bir anlam taşımamakta; doğrudan ilahî kaynaklı dinleri ifade etmektedir. Farklı bir örnek olarak Âdem isminde bir akrabamız olabilir ama birisi Âdemoğlu deyince o akrabamızın oğlundan değil de “insan” türünden bahsedildiğini anlarız.


Dillerde bir kelimenin farklı anlamlara gelebilmesi yaygın bir durumdur. Örneğin lahmacun kelimesindeki lahm Arapçada “et”, İbranice’de ise “ekmek” anlamına gelir. Bu durum kelimenin farklı toplumlarda farklı besin maddelerini ifade etmek üzere kullanılmış olabileceğini gösterir. Göçebe toplumlar için temel gıda maddesi et iken yerleşik toplumlar için ekmek öne çıkmış ve bu da kelimenin manasının farklı toplumlarda farklı şekillenmesine katkı sağlamış olabilir.


Dillerde soyut kavramlar genellikle somut kavramlardan türemektedir. Örneğin “meşrutiyet” kelimesi Arapça şart kökünden türetilmiş olup, zamanla hem padişahın hem de meclisin bulunduğu yönetim biçimini ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Çocuk gelişimi açısından da soyut kavramların anlaşılması, somut kavramlar üzerinden sağlanmaktadır. Benzer şekilde ilkel toplumlarda da soyut kavramlar genellikle somut unsurlar üzerinden anlatılmış veya somutlaştırılarak ifade edilmiştir.


Kavramların Diller Arasındaki Yolculuğu
 

Bir kavramın bir dilden diğerine geçmesi, o kavramın tamamen o kültürden alındığını göstermez. Örneğin kültür kelimesi köken itibarıyla Latince olmakla birlikte, Türkçeye Fransızcadan geçmiştir. Ancak bu durum Türklerin daha önce bir kültüre sahip olmadığı anlamına gelmez. Aynı şekilde Arapçadaki soyut kavramlardan bazılarının başka dillerden alınmış olması, o kavramların doğrudan o kültürden türediğini ispatlamaz. Diller arasındaki etkileşim, tarih boyunca doğal bir süreç olmuştur ve bu durum bilimsel olarak da kabul edilen bir gerçektir. Bu gibi etimolojik verileri yanlış yorumlayarak mutlak çıkarımlarda bulunmak, bilimsel bir yaklaşımdan uzak bir tutum olacaktır.

 

Bu bağlamda kurban kelimesi etimolojik olarak Süryanice kökenli olup, Arapçada karebe (yakınlaşmak) kökünden türemiştir. Ancak bu durum Arapların kurban ibadetini Süryanilerden aldığı anlamına gelmez. İbadet biçimleri ve kavramlar tarihsel süreçte kültürler arasında benzerlikler taşıyabilir ancak bu benzerlikler doğrudan bir aktarım olduğu anlamına gelmez. Kavramlar bazen aynen korunurken, yalnızca o dönemde baskın olan kültürün dilinde isimlendirilmiş olabilirler.
 

Firdevs kelimesi, Kehf Suresi’nin 107. ayetinde “cennâtü’l-firdevs” şeklinde geçmektedir. Bu kelime İngilizceye paradise olarak aktarılmış olup, her iki kelimenin de Orta Farsça'da “bahçe” anlamına gelen pardez kelimesinden türediği bilinmektedir. Ancak bu durum ne Arapların (Müslümanların) ne de Batılıların (Hristiyanların) bu kelimeyi Perslerden ödünç alarak cennet inancını benimsediği anlamına gelir. Bir kelimenin belirli bir dilden gelmesi, o kavramın o kültüre ait olduğu anlamına gelmez.
 

Tarih boyunca kavramlar, insanlara onların bildiği dilde ve anlayabileceği şekilde aktarılmıştır. Bu süreç geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu şekilde yaşanmaktadır ve gelecekte de böyle olacaktır.

 

Adn Cenneti & Aden Bahçesi

 

Yukarıda bahsettiğimiz sebeple Adn Cenneti ile Tevrat’ta geçen Aden kelimesi, köken açısından benzer olabilir. Ancak bu aynı içeriğe sahip olduklarını ve aynı manaya taşıdıklarını göstermez. 

Aden kelimesi, İbranice’de Eden olarak telaffuz edilir ve “bolluk” ile “neşe” anlamlarına gelir. Tevrat’ta Aden’in Tanrı’nın bahçesi olduğu, dört nehrin aktığı, içinde güzel ağaçlar ve bereketli meyveler bulunduğu anlatılır. Ayrıca Eden bazı metinlerde şahıs, topluluk veya mekân adı olarak da kullanılmıştır.
 

Kelimenin kökenine dair farklı teoriler bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar Aden kelimesinin Sümerce’de “çöl, ova, bozkır” anlamına gelen Edin kelimesinden veya Babilce’de “alüvyonlu ova” anlamındaki Edennu kelimesinden türediğini öne sürmüştür. Sümer metinlerinde Edin, Fırat ve Dicle arasındaki bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Hatta bazı Sümer mitlerinde, ilk insanların bu bölgede yaşadığı da anlatılır.2

Ancak bu benzerlikler ses yakınlığına dayalıdır. Adn veya Aden/Eden kelimesinin ve taşıdığı anlamların Yahudiler tarafından Sümerlerden birebir kopyalandığını iddia etmek için daha kapsamlı ve somut kanıtlara ihtiyaç vardır. Diller arasındaki kelime alışverişi doğal bir süreçtir ancak bir kelimenin kökeni, o kelimenin ifade ettiği kavramın tamamen başka bir kültürden alındığını göstermez.

Müslümanlar Kur’an veya hadislerde geçen bazı kavramların diğer kutsal kitaplarda da bulunmasından rahatsızlık duymazlar ve duymamalıdırlar. Çünkü bizler aynı hakikatin Hz. Musa (as) dâhil birçok peygambere indirildiğine iman ederiz. Bu sebeple aynı vahyin farklı dillerde benzer kelimelerle ifade edilmesi son derece doğaldır.
 

Zamanla bazı kelimeler değişebilir veya farklı şekillerde kullanılabilir. Örneğin Türkiye’deki Müslümanlar Arapça indirilmiş bir kitaba iman ettikleri hâlde, “salât” ve “vudu” kelimelerini Farsça kökenli “namaz” ve “abdest” olarak ifade ederler. Aynı şekilde bazı bölümlerinin tahrif olduğuna inansak da Tevrat ve İncil’de Kur’an’daki kavramların benzer kelimelerle yer alması mümkündür. Kaldı ki bunun bir Yahudi veya Hristiyan tarafından dile getirilmesi anlaşılır bir durumdur. Ancak inanmayan bir kişinin bu mesele hakkında konuşması, ne kendi açısından ne de bizim açımızdan bir anlam ifade eder.

 

Dil Değişimleri ve Metinlerdeki Yorum Farklılıkları
 

Sorunun ikinci kısmında şöyle söyleniliyordu: Tevrat'ta Tanrı'nın insanı kendi suretinde, yani kendisine benzer bir biçimde yarattığı ve ona tüm varlıklar üzerinde hâkimiyet verdiği ifade edilmektedir. Arkadaşımın yorumuna göre, Âdem'in yasak meyveyi yemesi gerçeği bilme yetisini kazanmasına, bunun sonucunda ise çıplaklığından utanmasına yol açmıştır. Bu olayın ardından, Tanrı insanın ölümsüzlük yetisini elinden almıştır. Sonuç olarak, "Cennet" denilen kavramın aslında fiziksel bir yer olan Aden bölgesi olduğunu ve zamanla bu kavramın soyut bir anlama büründüğünü iddia ediyor.

Bu iddiaları ele alacak olursak Tevrat’ta, “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı'nın suretinde yarattı.” (So God created mankind in his own image) ifadesi geçmektedir.3 Tevrat'ın tahrif olduğuna inandığımız için bu metnin Cenab-ı Allah'tan gelen asıl hâline ulaşabilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle kesin bir değerlendirme yapmak zordur. İslam kaynaklarına bakacak olursak Kur’ân-ı Kerîm’de böyle bir ayet bulunmaz ancak Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte dilimize benzer şekilde çevrilmiş bir ifade yer alır: “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.”4
 

Hadisin Arapça aslı incelendiğindeyse, “sûretihî” (kendi sureti) zamirinin Âdem’e (insana) ait olduğu görülür. Bu bağlamda, doğru çeviri şu şekilde olmalıdır: “Allah Âdem’i, Âdem’in kendi suretinde yarattı.” Bu, anlam açısından Tevrat’taki ifadeden farklı bir yorumu ortaya koymaktadır.

 

Benzer şekilde Âdem’in elmayı yemesi meselesi de dilsel bir değişimden kaynaklanmaktadır. Kur’an’da bu olay sadece şecere (ağaç) kelimesiyle geçer ve çoğu mealde “ağacın meyvesi” ifadesi kullanılır. Eski İngilizce’de apple kelimesi genel olarak “meyve” anlamında kullanılmıştır. Örneğin muz için apple of paradise, hurma için finger apple, ananas için pineapple ifadeleri kullanılmıştır. Eski Ahid’de geçen “elma” ifadesinin de bu geniş anlam çerçevesinde şekillenmiş olması muhtemeldir.
 

Hasılı meseleleri dengeli ve bilimsel bir yöntemle incelediğimizde, her şeyin anlaşılır olduğunu görebiliriz. Ancak bu noktada disiplinli bir araştırma yöntemi benimsemeli ve aceleci yargılardan kaçınmalıyız.
 

Allah Teâlâ’nın bizlere bildirdiği hakikatleri hakkıyla anlamamızı nasip etmesini diler ve dileniriz.

 



 

1 Tekvin (Yaratılış), 2:8-14

2 Hud, 44
3 Bakara, 25

4 TDV İslam Ansiklopedisi ADN maddesi

5 Yaratılış 1: 27-28

6 Buhari, İstizan, 1; Müslim, Bir, 115