19 dk.
09 Kasım 2023
Kibirden Kurtulmak | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kibirden Kurtulmak | Tek Parça

Soru: Kibri tamamen sıfırlamak, ondan kurtulmak mümkün müdür?

 

Cevap: Kibir kelimesi sözlükte “büyüklük” anlamına gelir. Bu hâliyle tek başına olumsuz bir mana ifade etmez. Terim olarak ise; büyüklenme, bir insanın kendini diğerlerinden büyük görerek onları söz ve davranışlarıyla aşağılaması anlamında kullanılır. İnsanlar genellikle terim anlamını kast etse de kibir kelimesinden anlaşılan manalar farklıdır.

 

Kur’an ve sünnette geçen tanımıyla kibri tamamen sıfırlamak mümkündür ve gereklidir. Çünkü “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.”1 hadisinin manası açıktır. Demek ki kalpte zerre kadar kibir bulunmaması, insanın öyle bir hâle gelmesi mümkündür.

 

Ancak bizler günlük hayatta gayet doğal ve normal olan izzet-i nefis, saygınlık, kişisel onuru koruma gibi olguları da kibir gibi algılamaya eğilimliyiz. Halbuki bunlar Kur’an ve sünnette kastedilen kibir değildir. Bu nedenle günlük dilde kullanıldığı hâliyle insanların “kibir” dediği her şeyin sıfırlanması gerektiği söylenemez. Sıfırlanması gereken, Kur’an ve sünnetteki haliyle anlatılan kibirdir. Çünkü o, iman ile zıttır.

 

Meselenin bu kısmı önemlidir çünkü insanlar aslında kibir olmayan bazı davranışlara da “kibir” damgasını vurabilmektedir. Güzel giyinmek, herhangi bir telefon veya sosyal medya mesajına cevap vermemek, güzel ve etkili konuşmaya veya yazmaya çalışmak, genel çoğunluğun ilgi alanı dışında kalan konularla ilgilenmek, farklı yemek türlerini tercih etmek ve benzeri davranışlar dışarıdan bakılınca kibir göstergesi olarak algılanabilir.

 

Günlük hayat içindeki bazı davranışların bize kibir gibi gelmesiyle Kur’an ve sünnetin kibir olarak tarif ettiği kavramlar farklıdır. Bizler her durumda bu kavramları ve ahlakımızı güzelleştirme meselesini Kur’an ve sünnetin kendi saf-temiz ışığı altında anlamalı ve öyle kullanmalıyız.

 

Konunun esasına dair tanımı Efendimiz (sas) bizzat yapmıştır. Hadiste “Kibir, gerçeği kabul etmemek, hakkı inkâr etmek ve insanları hor görmek, küçümsemektir.” buyurulur. 2

 

Bu tanımın geçtiği hadisin tam metnini alalım:
 

Abdullah b. Mesud’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas) şöyle buyurdu: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan insan cennete giremez.”

 

Bir adam; “İnsan elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını arzu eder.” deyince Allah Rasulü (sas); “Şüphesiz Allah da güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı inkâr etmek ve insanları hor görmektir.” buyurdu.3

 

Hadis-i şerifin Ebu Davud’daki varyantında Efendimiz’e (sas) şöyle bir soru yöneltilir:

 

Ey Allah’ın Rasulü! Ben, kendisine güzelliğin sevdirildiği bir adamım. Gördüğün gibi bana bu da verilmiş. Kimsenin takunya kayışı (ayakkabı kopçası) kadar da olsa benden daha yukarıda olmasından hoşlanmıyorum. Bu da kibir sayılır mı?”

 

Efendimiz (sas) şu cevabı verir: “Hayır! Lakin kibir, hakkı kabul etmemek ve insanları hor görmektir.”4

 

Hadislerden anlaşılacağı üzere kibir kavramının iki boyutu; hakkı-gerçeği kabul etmemek ve insanları hor görmek, küçümsemektir.

 

Hakkı-Gerçeği Kabul Etmek veya Etmemek 

 

Kibri sıfırlamanın en önemli yönü hakkı-gerçeği kabul etmek veya etmemekle ilgilidir.

 

Bizler hak olarak kabul ettiğimiz veya gerçek olarak gördüğümüz şeyleri zaten kabul ediyor durumdayızdır. Hakkı kabul etmeme meselesinde ise önemli olan nokta, bize yanlış gelen, hatta içsel olarak yanlış olduğuna emin olduğumuz, doğru olmasına ihtimal vermediğimiz herhangi bir şeyden farklı olan bir şeyi kabul etmemektir.

 

Örneğin bir insan Kant hayranı olmasının yanında Hegel’i küçümseyebilir. Yahut İmam Rabbani’yi büyük ve yanılmaz bir alim olarak görmesinin yanında Muhyiddin Arabi’nin görüşlerini yanlış bulup İbn Arabi’yi küçümseyebilir. Ve Kant hayranı olan bir insan Hegel’in doğru olan bir fikrini veya İmam Rabbani hayranı olan bir insan Muhyiddin Arabi’nin hakikat olan bir görüşünü her ikisini de küçümsediği için kabul etmeyebilir. Ancak Kant’ın veya İmam Rabbani’nin yanlış olması kuvvetle muhtemel bir görüşünü sadece Kant veya İmam Rabbani’ye ait görüşler olduğu için kabul edebilir.

 

Bir örnek daha verelim: Mahkûm yakınlarının çoğu haksız yere hapsedildiğini düşündüğü yakınlarının serbest bırakılmasını isterler. Kendi fikirlerine göre masum olan insanların serbest bırakılması yahut en azından o mahkumlara iyi davranılması isteğine ve fikrine herkes aşinadır. Ancak yaşadığımız herhangi bir ülkenin hapishanelerinde bizim suçlu olduğundan emin olduğumuz ancak ya yargılama hatası, ya soruşturma esnasındaki eksiklikler yahut aksi somut ve objektif bir şekilde kanıtlanamayacak bir iftiraya kurban gitme yahut başka nedenlerle hapis yattığı hâlde aslında masum olan tutuklu veya mahkumlar da bulunmaktadır. Bu noktada her mahkum yakını sadece kendi yakını olan mahkumun serbest bırakılmasını yahut ona iyi davranılmasını isterken hakikatte suçsuz olan ancak bir şekilde hatayla mahkum tutulan hükümlülerin serbest bırakılmasıyla pek ilgilenmez. Ancak bir mahkum yakını kendi yakınına iyi davranılmasını garanti etmek istiyorsa zahiren suçlu görünen mahkumlara da iyi davranılmasını sağlamak zorundadır.

 

Dolayısıyla hakkı kabul etmek, bize herhangi bir sebeple yanlış geldiği hâlde kendi önermelerimizden farklı önermeler duyduğumuzda onu direkt reddetmemek, doğru olmasına ihtimal vermek, üzerinde düşünmek; diğer yandan kendimiz için doğru olduğuna emin olduğumuz bir şeyin yanlış olabileceğine de ihtimal vermek, doğrularımızı farklı açılardan kontrol etmek demektir.

 

Ancak yanlış anlaşılmasın; örneğin Allah’ın varlığından, Kur’an’ın kelamullah olduğundan ve benzeri temel meselelerden şüphe etmek gerekmez. Ancak bir insan örneğin iman hakikatlerini henüz onlu yaşlarında duymaya başladıysa, bu hakikatler onda o yaşlar için bir anlam ifade edecek ve zihnine-kalbine yerleşecektir. Ancak daha sonra o hakikatler üzerinde hiç çalışmadıysa o insanın iman hakikatlerine yaklaşımı da on yaşında kalmış olacaktır. Dolayısıyla o yaşta duyduğu hakikatler o insanın 20’li, 30’lu, 40’lı yaşlarında yetmeyebilecektir. Halbuki insanın imanını geliştirmesi, iman hakikatlerinden şüphe duyması değil ama sanki şüphe duyuyormuşçasına o hakikatleri yeniden kontrol etmesi, o hakikatlerin anlatılmasında vasıta olarak kullanılan ilmî ve mantıksal formları tekrar denetlemesi, kısacası imanını yenilemesi gerekmektedir.

 

Yahut yine az çok fizik bilen birinin, bir başka insanın “Ben bir makine icat ettim, bu makineye 100 birimlik enerji veriyorum, makineden 110 birimlik enerji çıkıyor. 10 birim enerji ise tamamen havadan-boşluktan geliyor.” şeklindeki iddiasını “Acaba doğru olabilir mi?” diye düşünmesine gerek yoktur, çünkü böyle bir şey fiziksel olarak imkansızdır.

 

Bu ve benzeri konularda sabit hakikatlerin tekrar tekrar kontrol edilmesine ihtiyaç yoktur. Ancak kibir meselesinin “hakkı kabul etmeme” kısmı, doğrularımıza ters düştüğü hâlde bir meselenin doğru olabilmesine ihtimal verip o meseleyi yeniden kontrol etmekle yakından ilgilidir.

 

Bu bağlamda insan kendi doğrularını kontrol etmeye alışmalıdır. Örneğin anlamını kesin ve net biçimde bildiğinizi düşündüğünüz bazı kelimeler ve kavramlar vardır. Bu kavramları bir yere yazın. Daha sonra temel sözlüklere, temel sözlüklerden sonra bilimsel sözlüklere bakıp o kelimenin veya kavramın anlamının gerçekten de sizin bildiğiniz şekilde olup olmadığını kontrol edin.

 

Yahut tarihte kesinlikle yaşandığına inandığınız bazı efsanevi olaylar vardır. Bu olayları ciddi ve gerçekten bilimsel tarihi kaynaklardan araştırın. Daha sonra aynı olayı farklı tarihçilerin yazılarından okuyup karşılaştırın. Söz konusu olayın gerçekten de sizin bildiğiniz ve doğru olduğunu düşündüğünüz şekilde gerçekleşip gerçekleşmediğini kontrol edin.

 

Yahut sahih olduğuna kesinlikle kanaat getirdiğiniz bir hadisi farklı hadis kaynaklarından karşılaştırarak okuyun. Konuyla ilgili benzer veya farklı hadisleri de bir araya getirip karşılıklı ve çapraz okumalar yapın. Sonra hadisin sahihliğiyle ilgili farklı hadis ve rical alimlerinin yorumlarını bulabildiğiniz kadarıyla okuyun. Hadisin şerhlerini, alimlerin o hadis hakkındaki görüşlerini de bir araya getirin. Sonra o hadisin gerçekten de sizin daha önceden anladığınız şekilde olup olmadığını kontrol edin.

 

Hakkı kabul edip etmeme meselesinin bir başka yönü “farklı okumalar” kavramıyla ilgilidir. Buradaki “okumalar” yerine “dinlemeler” veya “izlemeler” de diyebilirsiniz. İnsan farklı şeyleri okumak, dinlemek ve izlemek ile daha geniş bir ufka sahip olacak ve hakikati, bir konudaki gerçeği daha iyi tanıma imkanına sahip olacaktır. Farklı ve üstelik karşılaştırmalı okumalar bizim hakikati kabul etme şansımızı da artıracaktır. Çünkü böylece bir konudaki farklı görüşlere daha fazla aşina olmuş olacağız.

 

Bir başka husus da hakkı-gerçeği görünce onun hak veya gerçek olduğunu tanıyabilmekle, hakikaten anlayabilmekle ilgilidir. Bunun için de ciddi bir mantık ve usul çalışması yapmak gerekebilir. Ancak bu noktada çok fazla mesai harcamaya da gerek yoktur. Basit ve etkili egzersizlerle mantığın genel kurallarını öğrendikten sonra farklı görüşlerin dile getirildiği bir konuda gerçeğin hangisi olduğunu tespit etmemiz kolaylaşacaktır.5

 

Kur’an ve sünnetin kınadığı zerresinin bile insanı cennetten uzaklaştıracağı kibirden kurtulmak için en önemli unsurlardan birisi olan “hakkı kabul etmek veya etmemek” konusuna bir sonraki yazıda devam edeceğiz.


Hakkı kabul etmemenin temel sebebi, bize yanlış gelen ve bizim doğrularımızla çelişen hususların da doğru olabileceğine ihtimal vermemektir.

 

“Daha fazlasını öğrenmenin en iyi yolu alçakgönüllü olmaktır.” sözü de bu manaya işaret eder. Kendini yeni bir şeyler öğrenmeye muhtaç hissetmeme, yeterli bilgiye, üstelik de hakikatin bilgisine sahip olduğunu zannetme yeni şeyler öğrenmeye, eşya ve hadiselere farklı açılardan bakmaya engel olacaktır.

 

Fiziksel anlamda bir hakikati kabul etmemenin o konuyla ilgili bir zararı olacaktır. Böyle bir kabul etmeme bizleri fiziksel bir konuda cahil bırakır. Hukuki bir hakkı kabul etmemek bizleri zalim kılar veya zulmü destekleyen biri hâline getirebilir. İmanî bir hakikati kabul etmemek, bizleri -Allah muhafaza- küfre götürür. Her hakkın, her doğrunun kıymeti eşit değildir. Ancak bunların her birisinin, kabul edilmemeleri hâlinde kendi kıymetleri oranında zararı dokunacaktır.

 

Küçük bir çocuğun küçük yaşlarda bir şeye tam ve bütünüyle iman etmesi, o konuda ikna olması makuldür. Örneğin bir çocuk kendi babasını dünyanın en güçlü insanı olarak görebilir. Böyle bir görüşü kimse yadırgamaz hatta bu görüş insanlara sevimli gelir. Ancak o çocuk yirmili-otuzlu yaşlarında da aynı görüşe sahip olmaya devam ederse bu sefer yadırganır. Dolayısıyla başka fikirleri dinlemeye alışan, farklı fikirlerin de doğruluk payı olabileceğini düşünen bir insanın fikirlerindeki o çocuksu kesinlik kaybolur. Meselelerin farklı yönlerinin olabildiğini görür ve duyar. Gerçekliğin farklı yönlerini de kabul edebilir.

 

İnsanları Küçük Görmek

 

İnsanların kendi mensubiyetleri nedeniyle değerli gördükleri bazı şeyler vardır. Burada esas değer verilen şey kişinin kendisi veya kişisel menfaatleridir. Bu nedenle örneğin beyaz ırkın üstünlüğüne inanan pek çok beyaz görebiliriz ama aynı şeye inanın ve onu savunan siyahi insan pek azdır. Bu durumu savunanlar ise genellikle beyaz ırkın bir yerde taşeronluğunu yapan, onun üstünlüğünü savunmakla kâr sağlayacak olan siyahilerdir. Bu noktada beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlar bunu kibirlerinden dolayı yapmaktadırlar. 
 

Aynı şekilde bir insan sadece üniversite eğitimi aldığı için “Üniversite mezunu olmak önemli ve kıymetlidir, üniversite mezunu olmayanlar değersiz insanlardır.” diyorsa bu kibirdendir. Benzeri durum klasik medrese eğitimi alanlar için de, imam-hatiplik veya mühendislik eğitimi alanlar için de geçerlidir.

 

Demek ki herhangi bir özelliği olan herhangi bir grubun üstünlüğüyle ilgili düşünceler ve inançların temelinde var olan şey kişinin aslında kendi üstünlüğü fikri ve inancıdır.

 

O hâlde bir insan “Benim şeyhim, benim hocam, benim tarikatım, benim cemaatim, benim mezhebim herkesten ve her şeyden üstündür. Diğerleri değersizdir.” diyorsa bu insan her şeyden önce kendisini ve kendi mensubiyetini üstün görüp sonra da başkalarını küçümseyip başka cenahlardan gelecek hakikatlere kendisini kapatmış olacaktır.

 

İnsanlar kendilerini hakikate kapatmadan önce genellikle bunun yolunu inşa ederler. Ya “Ebu Talib’in yetimi!” derler ya “Üniversite mezunu bile değil!” derler yahut “Bu iş ona mı kalmış?” gibi bahaneler üretirler.

 

Ülkemizde de temel konulardaki kutuplaşma ve ayrışmaların temelinde bu vardır. Laik-Antilaik yahut dindar-seküler gibi ayrışmalarda bir taraf “Onlar gavur!” derken öbür taraf “Bunlar yobaz!” diyebilmektedir. Bu bakış açısını normal karşılayan her iki tarafın mensupları da diğer taraftan gelecek hakikatlere kendilerini kapatmaktadırlar.

 

O hâlde baştaki hadis-i şerifte geçen ve Efendimiz’in (sas) bahsettiği “insanları küçük görme” ve “hakkı kabul etmeme” meselesi bağlamında kibirden kurtulmanın en önemli bir başka yolu şudur: Herhangi bir şekilde insanları küçük görmeyi terk etmek, küçük görme noktalarını tespit edip bunları silmek ve yok etmek.

 

Yukarıda verdiğimiz örnekler dışında da makro veya mikro planda her birimizde böyle noktalar olabilir. Bu noktaların neler olduğunu kendimiz de başta bilemeyebiliriz.

 

Örneğin bir insan herhangi bir yazar için “O daha namaz kılmıyor. Namaz kılmayan birinin yazılarını niye okuyayım?” diyebilir. Namaz kılmak elbette kıymetli bir ameldir ancak namaz kılmayan insanı küçük görüp fikirlerini sırf namaz kılmadığı için aşağılamak da kendini bazı hakikatlere kapatmak demektir.

 

Yahut kırklı yaşlarında bir insan yirmili-otuzlu yaşlarında birisi için “O daha küçük. Onun fikrini ne yapayım?” diye düşünüyorsa, yahut üniversite mezunu birisi üniversite mezunu olmayan birisini küçük görüyorsa, kendini çağdaş ve aydınlanmış gören bir insan farklı mensubiyetlere sahip insanları aşağılıyorsa, kendini dindar gören bir insan da seküler insanları hor görüyorsa, bir erkek kadınları bir kadın erkekleri küçümsüyorsa, bir mühendis bir edebiyatçıyı yahut bir şair bir yazılımcıyı kendinden aşağı sayıyorsa küçümsediği, aşağıladığı, hor gördüğü kişi ve gruplardan gelecek bütün hakikatlere kendini kapatmış demektir. Böylece o cenahtan gelecek hakikatleri de küçük görüp aşağılayacağı için hem insanları küçük görme hem de hakikati kabul etmeme vartalarının ikisine birden kapılmış olacaktır.

 

Demek ki insanları küçük görme ve hakikati kabul etmeme birbirleriyle doğrudan ilişkili iki önemli husustur. Bazen birisi diğerinin nedeni bazen de sonucu olabilir ve olmaktadır.

 

KİBRİ SIFIRLAMA VEYA AZALTMA ADINA ÖNERİLER

 

Alay Etmeyi Azaltma

 

İnsanları küçük görmenin tek bir göstergesi yoktur. Bir insanın herhangi bir hareketi ile alay etmek, onu ayıplamak, kınamak, yadırgamak ve yargılamak, o insana onun hoşlanmayacağı bir lakap takmak gibi tutum ve davranışlar da özünde o insanları kendinden küçük görmek demektir.

 

Düşünce tarihinde “gülme” davranışı ile ilgili kuramlar incelendiğinde farklı ve ilginç tespitlerle karşılaşırız. Örneğin Platon’un kavramsallaştırdığı “homerik gülme” terimi bunlardan birisidir. Homerik gülme, henüz medenileşmemiş, kaba saba davranışlarla yaşayıp giden insanların ve grupların davranış tarzıdır. Bu tip gelişmemiş insanlar, bedensel kusuru olan kimselerin bu özelliklerini gülünç bulurlar. Bir cüce yahut bedensel engelli herhangi birisi bu tip insanlar için her şeyden önce komiktir. Bu da bedensel engeli olmayan insanın kendisini engelli insanlardan daha üstün görmesinin bir sonucudur. Ayrıca alay içeren gülmeler de bir cins üstünlük kurma çabasıdır. Gülen kişi kendisini gülünen kişiden daha üstün görmekte yahut daha üstün olduğunu ona gülerek kanıtlamaya çalışmaktadır.

 

Tabii ki her gülme bir küçümseme veya alay içermek zorunda değildir. Bir çocuğun masumiyeti yahut bir meseleyi bilmeyen ancak öğrenme konusunda azim gösteren bir insanın çabası da insanlarda hoş bir tebessüme yol açabilir. Burada kastedilen gülme alay ederek, küçümseyerek gerçekleşen gülme davranışıdır.

 

İnsanları, grupları veya fikirleri küçük görmemeye, bu çerçevede herhangi bir şekilde onlarla alay etmemeye, alay eden metinlerden ve sözlerden kaçınmaya alışmakta büyük fayda vardır.

 

Kur’an’da bir yerde kafirlerin fiiline karşı olacak şekilde “Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu.”(6) beyanına benzer şekilde “İnananlara rastladıkları zaman, "İnandık" derler, elebaşılarıyla baş başa kaldıklarında, "Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz" derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.”(7) ayeti dışında alay etmek fiili hiçbir zaman müminlere izafe edilmemiştir. Müminin kafire karşı davranışı vakar, hakta ısrar ve dik duruş gibi kavramlarla ifade edilmiştir ancak hiçbir zaman alay etme, dalga geçme, küçük görme olarak ifade edilmemiştir.

 

O hâlde denilebilir ki; alay etme alışkanlığını terk etmek veya en azından azaltmak, kibri sıfırlamanın önemli bir vesilesidir.

 

Grup Aidiyetleri ve Küçük Görme Eğilimi

 

Bir grup aidiyetine dayalı küçük görmeler çoğu zaman fark edilmeyebilir. Örneğin; “Ben mütevazı bir insanım, kapıcıyla-garsonla bile rahatlıkla selamlaşırım.” diyen bir insanın kullandığı “bile” bağlacından o insanın aslında kapıcıları ve garsonları küçük gördüğü net bir şekilde anlaşılabilir. Ancak herhangi bir dini gruba mensubiyetin arkasında gizlenmiş kendini büyük başkalarını küçük görme eğilimleri her zaman bu kadar net anlaşılmaz.

 

“Biz medrese eğitimi aldık, onlar Arapça bile bilmez.”, “Biz gece gündüz Risale-i Nur okuruz, onlar ayda yılda bir okur.”, “Bizim cemaatimiz aydın ve bilgili insanlardan oluşuyor, onlarınki eğitimsiz ve alt tabaka insanlardan.” gibi duygu ve düşüncelerin (her zaman bu netlikte ifade edilmese de) kendini üstün görüp diğerlerini küçük görmenin bir ifadesi olduğu anlaşılacaktır.

 

Tabii ki buradaki “grup aidiyeti” kavramı sadece dini gruplarla ilgili değildir. Örneğin akademisyenler de bir gruptur. Bir akademisyen yıllarını verdiği bir alanın herhangi bir konusunda yanlış bilgi ve düşüncelere sahip olduğunu kabul etmek istemeyebilir. Bu konuda kendisini uyaran ancak akademisyen olmayan birisinin görüşlerini o kişi akademisyen olmadığı için dikkate değer bulmayabilir. Bu da insanları küçük görmek ve hakikati kabul etmemek arasındaki bağlantının basit bir örneğidir.

 

Halk arasında bunun en yaygın örneğine askerliğini yapanlarda rastlamak mümkündür. Askerliğini yapanlar yapmayanlardan daha üstün sayılırlar ve kendilerini öyle gösterirler. Askerliğini yapanlardan da uzun dönem yapanlar kısa dönem yapanlardan daha üstün sayılmaktadır. Komando birliğinde askerlik yapanlar da lojistik birimlerde askerlik yapanları neredeyse askerlik yapmış bile saymayabilirler.

 

Bu arada bir başkasını kibirle suçlamanın da altta yatan nedenlerinden birisinin kibir olabileceği unutulmamalıdır.

 

Ben” İfadelerini Azaltma

 

Kibri sıfırlamanın veya sınırlandırmanın bir diğer yolu da “Ben” ile ilgili ifadeleri ve duyguları azaltmaktır.

 

Bir grup içinde bir insan kendisiyle ilgili bir şey anlatınca hemen hemen herkeste o konunun kendisiyle ilgili yönünü anlatma eğilimi doğabilir. “Başım ağrıyor.” diyen birisine karşı “Benim de karnım ağrıyor.” demek son derece doğal bir davranış gibi görülebilir. Meselenin bu kadarı çocukça ve kısmen masum bir eğilim olarak görülebilir.

 

Ancak “Ben mükemmel bir insanım.”, “Ben başarılı, zeki bir insanım.”, “Benim yaptığım yemek mükemmel oldu.” gibi ifadeler ile “Ben berbat bir insanım.”, “Ben işe yaramaz bir insanım.” gibi ifadeler arasında kibir açısından pek fark yoktur. Bu nedenle içinde “Ben” anlamı geçen ibareleri azaltmak, gerekmediği yerlerde kullanmamaya çalışmak da kibri sıfırlamanın veya azaltmanın en pratik yollarından birisidir.

 

Bu noktada özellikle dini konularda insanlara nasihatlerde bulunan kişilerin bir konuyu anlatırken hakikatte kendilerini mi yoksa konuyu mu anlattıklarına çok dikkat etmeleri gerekmektedir.

 

Tartışmadan Kaçınmak

 

Ayrıca herhangi bir konuda verilecek kararlarda bir insanın kendi dediğinin olmasını isteme eğilimi de güçlü olabilir. Bu noktada da objektif ve somut anlamda gerçekten gerekli değil ise bir insan kendi istediği, kendi zevkine ve düşüncesine uygun olduğu hâlde kabul edilmeyen bir konuda ısrarcı olmamalı, tartışmaya girmemelidir.

 

Herhangi bir konudaki tartışmalar da kibir bağlamında önemli sayılmalıdır. İnsanlar her konuda tartışabilir. Ancak gerçekte tartışma şudur ki: Birisi bir fikir söyler, siz başka bir fikir söylersiniz. Sizin fikrinizin kabul edilmemesinden rahatsızlık duyarsınız. Sizin fikrinizi destekleyene sempati besler, reddedene ise soğukluk hissedersiniz. Burada kendinizi geri planda bırakılmış gibi hissedebilirsiniz ve bu his sizi bir üstünlük kurmaya yönlendirebilir. İşte bu gibi hislerin ve bu hisler çerçevesinde gerçekleştirilen davranışların hepsi tartışma kavramına dahildir. Burada önemli olan tartışmada “Benim fikrim, benim sözüm, benim zevklerim, benim bakış açım…” gibi motivasyonların söz konusu olduğu durumlarda tartışmayı devam ettirmemektir. Ancak örneğin bir hakkın ikamesi, bir mazlumun savunulması gibi durumlarda tartışmayı devam ettirmemek elbette bir tevazu göstergesi değildir.

 

Bir Egzersiz Önerisi

 

Bir insanın sosyal konumu adına, yani başka insanların o insana verdiği değer adına normalin üzerine yaptığı ve yapacağı her yatırım o insanın kibrini artırma potansiyeline sahiptir. Buradaki vurgu o insanı başkalarının nasıl gördüğü ve göreceği meselesidir.

 

Yani bir insan güzel görünmeyi, güzel giyinmeyi zaten seviyorsa, güzel giyinmeye yapacağı standart harcamaların bir zararı yoktur. Ancak sadece başkalarının güzel görmesi, beğenmesi, takdir etmesi motivasyonuyla normalin üzerinde yapılan harcamalar, bu yöndeki emekler, gösterilen çabalar, insandaki kibir potansiyelini güçlendirecektir.

 


 

1 ) Müslim, İman, 147; Ebu Davud, Libas, 26

2 ) Müslim, İman, 147; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizi, Birr, 61

3 ) Müslim, İman, 39; Ebu Davud, Edeb, 29; Tirmizi, Birr, 61

4 ) Ebu Davud, Libas, 29

5 ) Bu konuda bkz; https://kurantime.com/dogru-dusunmeyi-ogrenmek-tek-parca

6 ) Âl-i İmran, 54

7 ) Bakara, 14-15