54 dk.
29 Eylül 2022
Doğru Düşünmeyi Öğrenmek | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Doğru Düşünmeyi Öğrenmek | Tek Parça

Soru: Daha doğru düşünme ve değerlendirme yeteneği zamanla kazanılabilir mi?
 

Düşünme ve değerlendirme yeteneğimizi daha da geliştirme, daha doğru düşünür ve değerlendirir hale gelme her zaman için mümkündür.

 

Düşünme, argüman üretme, argümanları değerlendirme gibi durumlarda uyulması gereken mantık kuralları vardır. Mantık kurallarına uymadan üretilen her düşünce, söz, önerme ve argümanın mantıktaki karşılığı fallacy (safsata) olarak adlandırılır.

 

Safsata kelimesi Türkçede her ne kadar “boş, temelsiz, asılsız söz” gibi anlamlara gelse de bu durum aslında bir galat-ı meşhurdur. Yani yaygınlık kazanmış bir hatalı kullanımdır. Safsata, Yunanca “sophisma” kelimesinin Arapçaya geçmiş hâlidir ve kelime esas olarak insanları aldatmaya yönelik dil ve mantık cambazlığını ifade eder.1 Buradaki “cambazlık”, bilinçli bir aldatmacayı ifade etse de zamanla safsata kelimesi bir düşünceyi, bir yargıyı ortaya koyarken veya anlamaya çalışıp değerlendirirken yapılan yanlış çıkarsamalar, hatalı düşünce biçimlerinin tümünü ifade eder hale gelmiştir. Yani safsatalar bilerek yapıldığı gibi bilmeyerek de yapılabilmektedir.

 

Safsatalara mantık dilinde “geçersiz akıl yürütmeler” de denilir. Yani insanların konuşurken veya yazarken, bir konu hakkında argüman üretirken kullandıkları fakat aslında iddia ettikleri sonucu mantıksal olarak vermeyecek olan ibarelerin tümü safsatadır.

 

Safsatalar, Aristoteles’in “Sofistik Çürütmeler” adlı çalışmasından bu yana binlerce yıldır düşünce dünyasının gündeminde. Aristoteles’te safsatalar dilden kaynaklanan ve dilden kaynaklanmayan safsatalar şeklinde sınıflandırılmıştır.2 Günümüzde ise daha pratik bir sınıflandırma olarak formal (biçimsel) ve informal (biçimsel olmayan-serbest) safsatalar olmak üzere ikiye ayrılırlar.

 

Biçimsel safsatalar bir argümanın yapısından kaynaklanır. Argüman burada teknik olarak geçersizdir. Yani bir akıl yürütmede sonuç, öncüllerden çıkarılmaya uygun bir sonuç değildir. Burada önemli olan sonucun kendi başına doğru olup olmaması değil, öncüllerden zorunlu olarak çıkarılabilecek bir sonuç olup olmamasıdır. Sonuç doğru da olabilir yanlış da… Burada akıl yürütmenin her adımının bir öncekiyle uyumlu, öncekinin biçimsel bir sonucu olması gerekmektedir.

 

-Bütün insanlar kanatlıdır  Ahmet bir insandır  O halde Ahmet kanatlıdır

-Bu akıl yürütmede sonuç yanlıştır ama biçim ve teknik doğrudur.

-Bütün insanlar ölümlüdür  Ahmet bir insandır  O halde Ahmet ölümlüdür

 

Burada da hem biçim ve teknik hem de sonuç doğrudur.

 

-Bazı insanlar zekidir  Ahmet bir insandır  O halde Ahmet zekidir

 

Burada da sonuç hem doğru hem yanlış olabilir ancak biçim ve teknik yanlıştır. Çünkü bazı insanlar ile Ahmet’in o bazı insanlardan biri olması arasında yeterli bir bağlantı yoktur. Ahmet’in o bazı insanlar kümesinden olup olmadığına ilişkin bir veri de yoktur.

 

Bir insan üzerinde çalışırsa biçimsel safsatalar denilen formel akıl yürütme hatalarını daha rahat yakalayabilir. Bir konuşmada, yazıda, karşılaştığı herhangi bir dokümandaki, öne sürülen bir iddiada bu tip hataları bulup çıkarabilir. Kendi düşüncelerini de daha fazla kontrol edebilir. Bu açıdan daha doğru düşünebilir hale gelir.

 

Bir de biçimsel olmayan (informal fallacy) safsatalar vardır. Bunlar bir önermenin biçimi ile değil içeriği, anlamı ile ilgilidir. Bunlar da yanlış ikilem (sadece iki alternatiften biri doğrudur ve biri tercih edilmek zorundadır), otorite etkisi (Bir bilenin söylediği her şey doğrudur), ad hominem gibi safsata türleri bu kategoriye girer.

 

Öncelikle temel mantık kavramlarını bilmek, daha sonra bu tarz mantık hatalarına dair okumalar yapmak ve bu çerçevede ilgili örnekler üzerinde düşünmek, daha sonra da karşılaşılan durumlarda bunları hatırlayıp uygulamasını yapmak, bir süre bu şekilde çalıştıktan sonra ilgili hataların kendiliğinden yakalanır hale gelmesini sağlayacaktır.

 

Bu şekilde daha nitelikli okumalar yapılabilir, yani okuma eylemi daha nitelikli hale getirilebilir. Okunulan yazılardaki mantık hataları fark edilirse onlar bir köşeye konulur ve direkt kabul edilmez. Direkt reddedilmesi de doğru olmaz çünkü temel mesaj o an için yanlış bir şekilde aksettirilmiş olabilir, yanlış bir örneği binaen yanlış anlatılmış olabilir, yanlış bir akıl yürütmeyle doğru bir sonuca ulaşılmış olabilir vb… Bu gibi nedenlerle direkt kabul ile direkt reddetmek konusunda da aceleci olmamalıdır.

 

Tabii okunulan ve söylenen şeylere karşı mantık hataları konusunda dikkatli olmanın yanında kendi düşünce, konuşma ve yazılarına karşı da dikkatli olmak gerekecektir. Mantık kuralları sadece başkalarını bağlamaz, bizi de en az başkaları kadar bağlar.

 

Düşünme eğitimi konusunda şu husus unutulmamalıdır: Düşünme de diğer işler gibi bir iştir. Her ne kadar daha kıymetli ve temel olsa da düşünme kabiliyeti de bir yazılım programını öğrenmek veya yemek yapmak gibi bir iştir ve öğrenilmesi, uygulanması, geliştirilmesi açısından benzer kurallara tâbîdir. Nasıl ki bir bilgisayar programını kursuna giderek ya da kendi kendinize öğrenebileceğiniz, bu konuda kendinizi geliştirebileceğiniz gibi… Yemek yapma konusunda da yine kursuna giderek, kitaplardan ve videolardan bakarak öğrenip, öğrendiklerinizi uygulayıp o konuda ilerleme kaydedebileceğiniz gibi… Sonuçta “Nasıl yapılabilir? Nasıl yaparım?” diye sorarak önce acemice öğrenmeye çalışılacak, sonra yavaş yavaş ustası haline gelinecek, nihayet uygulaya uygulaya yetkinlik kazanılacak her iş ve yetenek gibi düşünme de önce öğrenilecek, sonra uygulamalarla sağlamlaştırılacak, sonunda da yetkinlik kazanılabilecek bir alandır.

 

Düşünme yeteneği insanda içsel bir süreç olduğu için genellikle balığın sudan haberdar olmaması, her an dönüp suyu kontrol etmemesi gibi bizler de okuduklarımıza, dinlediklerimize, konuştuklarımıza karşı mantık kurallarını tatbik etmeyiz. Hatta kendi düşüncelerimize neredeyse hiç tatbik etmeyiz. Hepsinden öte düşünmenin bizzat kendisini düşünmek çok istisnai bir davranıştır. Ancak bu ciddi bir hatadır. Düşünme de bir iştir ve onun kuralları da adım adım öğrenilebilir, uygulanabilir.

 

Hataları Öğrenmek 

 

Neden daha çok düşünme hataları üzerinde duruyoruz da düşünme sevapları veya doğruları üzerinde durmuyoruz? Çünkü bazı meseleleri düşünme ve belirli nedenleri belirli sonuçlara bağlama durumu insanda otomatiktir. İnsanlar sürekli olarak birtakım girdilerden birtakım sonuçlar çıkarırlar. Mantık hatalarına dair bilgileri az ise daha fazla sayıda yanlış sonuç çıkaracaklardır. Bu yüzden mantık hatalarının hata olarak bilinmesi, doğru kuralları bilmekten daha pratik ve hızlı faydalar sağlayacaktır.

 

Özellikle belirli bir yaşa gelmiş, en azından henüz ilkokul seviyesinde olmayan, bugüne kadar da hayatında pek çok gazete, dergi, makale, kitap okumuş, bir üniversite dönemi yaşamış, az ya da çok çalışma hayatının içinde bulunmuş insanlar düşünme ve argüman üretme konusunda belirli bir tarza sahip insanlardır. Yani zihinsel yapıları artık belli bir tarzda işlemeye alışmıştır. Mantık kurallarını öğrenme ve uygulama konusunda özel bir eğitim alınmamış veya bu konuda özellikle dikkatli olunmuyor ise okuduklarımız, konuştuklarımız, dinlediklerimiz ve iletişimlerimiz esnasında pek çok mantık hatasına düşmemiz kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle de bu hataların bilinerek teker teker telafi edilmeleri, önceden doğru kuralların öğrenilerek uygulanmaya konulmasından daha hızlı sonuç sağlayabilir.

 

İstatistik ve Hipotez Testleri

 

Biçimsel ve biçimsel olmayan mantık hataları kadar istatistik ve hipotez testlerindeki hataları bilip tanımak da önemlidir. Her ne kadar bu hatalar mantık hataları içinde biçimsel olmayan safsata türlerine girse de önemine binaen ayrı bir başlığı hak etmektedir.

 

Örneğin, korelasyonun nedensellik anlamına gelmediğini bilmek çok önemlidir. İki değişken arasındaki ilişki anlamına gelen korelasyon sadece iki değişken arasındaki ilişkiyi gösterir. Bu ilişki güçlü ya da zayıf olabilir. Mesela leyleklerin göç zamanı Türkiye için genellikle Ağustos ve Eylül aylarıdır. Bu aylar aynı zamanda doğum oranlarının da artış gösterdiği zamanlardır. Bu iki değişken arasında üçüncü bir değişkenle kurulabilecek güçlü bir korelasyon var olabilir. Ancak ikisi arasında bir nedensellik yoktur. Yani leylekler göç ettiği için doğum oranları artmamakta veya doğum oranları arttığı için leylekler göç etmemektedir.

 

Diğer yandan korelasyon, nedensellik için gerekli şartlardan sadece birisidir. Diğer iki şart, sebebin sonuçtan önce gerçekleşmesi ve iki değişken arasında anlamlı ilişkiye neden olacak üçüncü bir değişken olmamasıdır.

 

Bir başka önemli husus istatistiksel yorumlarla ilgilidir. Örneğin en önemli ve yaygın istatistik hatalarından birisi yetersiz örneklemden kaynaklanan hatalardır.

 

Yetersiz örneklemler, aceleci genellemelerde karşımıza çıkan bir hata nedenidir. Bu hatalarda örnek sayısı azdır veya tektir ancak tek bir örneğe veya az sayıda örneklere dayanarak çabuk ve kaba bir genelleme yapılmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde herhangi bir meslek grubunun (özellikle taksicilerle berberlerin) küçük bir kısmının görüşlerinin seçim sonuçlarıyla ilgili genel bir kanaate ulaştırması elbette hatalı sonuç verecektir.

 

Ayrıca tarihsel olayların neden ve sonuçlarının bugüne birebir aktarılarak kullanılması, sonuçta bugün için de aynı sonuçları vereceğini düşünmek önemli bir safsatadır. Çünkü her tarihi olay kendine özgüdür. Tarihsel olaylar arasında benzerlikler ve özellik itibariyle özdeşlikler dahi olabilir ancak bunların her zaman, her yerde ve her koşulda aynı sonuçları vereceğini iddia etmek yanlıştır.

 

Bir grubun belirli özelliklere sahip az sayıdaki üyesinin bu özelliklerinin grubun diğer bütün üyelerinde bulunduğunu varsayma da bir cins yetersiz örneklemden kaynaklanan genelleme hatasıdır. Bir üniversitede okuyan öğrencilerin içinden üç tanesinin şair olması o öğrencilerin tümünün şair olmasını gerektirmediği gibi, içlerinden 6 kişinin ortopedik rahatsızlıklarının olması bütün öğrencilerin de aynı rahatsızlığa sahip olmasını gerektirmez.

 

Bizde Mantık Anlayışı ve Eğitimi

 

Meselenin tarihsel geçmişine kısaca göz atmakta fayda var. Çünkü mantık ilminin İslam düşünce dünyasına girişinin sebep ve sonuçlarını bilmek bu ilmin İslam dünyasındaki gelişim parametrelerine ve bugünkü haline dair önemli fikirler verecektir.

 

İslam tarihinde mantık ile bir disiplin olarak ilk kez miladi 8. yüzyılda Abbasi halifesi el-Mansur dönemindeki tercüme faaliyetleri sırasında karşılaşılır. 10. yüzyılda da devlet destekli bu tercüme çalışmaları doruk noktasına ulaşır. Mantık alanındaki tercümelere Aristoteles’in Kategoriler, Önermeler, 1. Analitikler kitaplarıyla başlanır. Daha sonra medreselerde yüzyıllarca mantık ilmine giriş olarak okutulacak olan Porphyrios’un İsagoci kitabı da çevrilir. Aristoteles’in sadece telif eserleri değil, o eserlere şerh yazan önemli düşünürlerin eserleri de çevrilir.

 

Peki ama neden?

 

Çünkü İslam dini, o dinin beşerî anlamdaki temsilcileriyle beraber yayılmıştır ve farklı kültürlerle karşılaşılmıştır. Böylesi karşılaşmalar her zaman karşılıklı kültür alışverişiyle sonuçlanır. Birbiriyle karşılaşan hiç kimse kendi kültürünü tam muhafaza edemez, buna gerek de yoktur. Mantık ilmi de o dönemlerde bir parça şekillenmiş olan kelam, fıkıh gibi ilimlerle ilgilenen ulema arasında önemli bir gündem olmuştur. Çünkü diğer dinlerin mensupları kendi inançlarını genellikle Yunan felsefesinin birikimiyle ve özellikle de o coğrafyada şekillenmiş haliyle mantık ilmi aracılığıyla savunmaktadır. Yani mantık, diğer dinlerin mensuplarının kendilerini savunmak için kullandıkları önemli bir silahtır. Müslümanlar da kendi delillerini ortaya koymaktadırlar şüphesiz ancak bir ortak nokta, bir ortak zemin ihtiyacı ister istemez kendini hissettirmiştir. Sonuçta insanlığın genel düşünce yeteneğinin dayanağı olacak, herkesçe kabullenilecek bir takım kriterlere ihtiyaç vardır ve mücadeleyi bu kriterlere uyum sağlayabilen kazanacaktır. Ancak mesele sadece gayr-i Müslimlere karşı kendini fikrî planda savunmaktan ibaret değildir. Müslümanların kendi içlerinde de dini konulardaki tartışmalarda bir ölçüte ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacı da mantık disiplini yeterli derecede karşılamaktadır.

 

Diğer yandan mantık ilmi ulema arasında öyle kolayca benimsenmiş değildir. Bazı itirazlar yükselir. Bu itirazlar mantık ilminin gereksizliğinden tutun mantıkla uğraşmanın haram hatta küfür olduğuna kadar çeşitli derecelerde gerçekleşmiştir.

 

Örneğin “Nahivciler” denilen bir grup mantık ilmini kendilerine bir rakip olarak görür. Nahivciler bir cins dilbilimcilerdir. Gramerciler olarak da isimlendirilirler. Bunlara göre mantık ilmi üç açıdan gereksizdir. Birincisi; cedel (tartışma, münazara), geometri veya matematikle ilgilenmek doğru düşünme yeteneğini zaten kazandırır. İkincisi; Doğuştan zekî birisi de mantık ilmi almadan doğru düşünme yeteneğine sahip olacaktır. Üçüncüsü; o zamanki mantık ilminin Yunan gramerine göre şekillendiği iddiasıdır. Buna göre mantık dile ve gramere bağlıdır. Doğru bir ifadeyi yanlışından ayırmak için mantık değil gramer bilmek gerekir. O halde mantık ilmi zorunlu değildir. Sürekli muhakeme, zeka ve gramer ilmi mantığın yerine kullanılabilir.

 

Bu itirazlara karşı en mantıklı cevaplar yine bir cins mantıkçı olan Farabi ve İbn Sina’dan gelmiştir. Farabi birinci itiraza şiir ezberleme yeteneği kazanan birisinin gramer açısından da düzgün konuşma yeteneğine sahip olamayacağı, ikisinin aynı anlama gelmeyeceği, şiir ezberlemenin kişiyi gramer hatalarından korumaya yetmeyeceği şeklinde bir cevap verir. Öyle ya! Madem gramer bilmek mantıklı düşünmek için yeterlidir. O halde şiir ezberlemekte ve okumakta usta olan birisinin de diğer konuşma ve yazılarında gramer hatalarının olmaması gerekir. Oysa ikisi de imkansızdır.

 

İkinci itiraza da Farabi; “Bu iddia, gramer kuralları olmadan da dilin doğru bir şekilde kullanılabileceği iddiasıyla benzerdir.” diyerek cevap verir. Yani doğuştan gelen yetenekler yeterli ise gramer gibi doğuştan öğrenilmeyen bir şeyin düzgün ve doğru konuşup yazmak için yeterli olmasını gerektirecekti. Ancak madem ki doğuştan gelen zeka gibi yetenekler mantığı gereksiz kılmaktadır. O halde yine doğuştan gelen zeka gibi yetenekler grameri de gereksiz kılmalıdır. Ama bu doğru değildir. O halde doğru düşünmek için doğuştan kazanılmayan mantık ilmi ve kurallarını öğrenmek gibi bazı araçlara ihtiyacımız vardır. İbn Sina da doğuştan gelen zeka gibi yeteneklerin mantıklı, doğru ve düzgün düşünmek için yeterli olduğu iddiasına karşı “Böyle birinin düşüncesinde isabet etmesi, bir atıcının hedefi rast gele vurmasına benzer.” der. Hatta ona göre Allah’ın özel lütfu, inayeti veya hidayeti dışında hiçbir şey doğru düşünme konusunda mantığın yerini tutamaz.

 

Üçüncü itiraza karşı Farabi, gramerle mantık arasındaki farklılıkları öne sürer. Mantık düşünceyi, gramer ise ifadeleri yönetir. Bu açıdan ikisi benzerdir. Ancak mantık tüm insanların düşünceleriyle yani düşüncenin genel kurallarıyla ilgilenirken gramer belli bir dilin kurallarını içerir. Gramer, mantığı öğrenmek ve uygulamak için önemli ve gerekli olabilir. Ancak gramer, düşüncenin kendisini değil, ifade edilişini ilgilendirir. Mantık ise düşüncenin bizzat kendisiyle ilgilidir.

Mantık ilmine karşı itirazlar nahivcilerin görüşlerinden ibaret değildir. Ulema arasında bir kesim daha vardır ki bunlar, Aristo mantığının Müslümanların hiçbir işine yaramayacağını düşünmektedirler. Hatta bunlara göre mantık ilmi Allah Rasulü (sav) ve ashabı tarafından kullanılmadığı için bidattir. İlimleri mantığa dayandırmak zorunlu değildir. Ayrıca mantık ilmi, düşünceyi yanlışlıklardan koruyacağını iddia etmesine rağmen bunu gerçekleştirememiştir. Bu düşüncelerin yanında mantıkla uğraşmanın haram olduğunu söyleyenler de olmuştur.

 

Bu noktada şunu iyi anlamak ve unutmamak lazım: O dönemde “mantık” kelimesi “Aristo mantığı” ile eş anlamlıdır. Aristo’nun sisteminde ise mantık ve felsefe iç içedir. Felsefenin özellikle de metafizik kısmı ise İslam’ın tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel argümanlarıyla uyuşmayacak iddialarla doludur. Ortada henüz sağlam bir ayrım yapılmamıştır. Dolayısıyla “mantık” ilmini tek başına bir disiplin olarak alıp felsefeyi ve metafiziği ayıklamak henüz mümkün değildir. O zamanlar alınacak şey bir paket halinde olacaktır ve dolayısıyla mantık alınırsa felsefe ve metafizik de alınmış olacaktır. Her ne kadar aralarında kısmî bir ayrım yapılmaya başlansa da henüz istenilen seviyede değildir. Sağlam ve doğru bir ayrımın yapılması için 11. yüzyılın başlarında İmam Gazali gibi bir dehayı beklemek gerekecektir.

 

Dolayısıyla İslam dünyasında mantık aleyhtarlığını “skolastik düşünce”, “yobazlık, bağnazlık”, “gericilik” gibi moda terimlerle acele bir şekilde suçlamadan önce bunun gerçek nedenlerini bilmek gerekir.

 

Özellikle Batınî-İsmailî fırkası mantık ilmini ehl-i sünnete karşı bir silah olarak kullanır. Bunu da mantık tekniklerini kötüye kullanarak, dil oyunlarıyla yaparlar. İbn-i Salah isimli selefi bir alim de dönemin devlet yetkililerinin mantık hakkındaki sorularına karşı, felsefeyi sapkınlık ve saçmalık olarak tanımlar. Hatta felsefeyle uğraşanların ilahi inayet ve nübüvvetin nurundan mahrum kalacaklarını belirtir. Bunların şerrinden Müslümanları korumanın ve medreseleri bu ilimlere karşı muhafaza etmenin sultana vacip olduğunu söyler. Devlet yetkilileri de Dımaşk’ta yıllarca felsefe ve mantık okutulmasına izin vermezler. Hatta İbn Salah’ın devlet yetkililerine bir tavsiyesi de mantık ve felsefeyle uğraşanların tespit edilerek kendilerine ev hapsi verilmesidir ki halk bunların zararlarından muhafaza edilsin.

 

Hatta Katip Çelebi bizlere, bugün için İslam’ın bilimsel ve aydınlanmış yüzü olarak bildiğimiz Endülüs’te bile bir dönem mantık ilminin öğretilmesinin yasaklandığını, mantıkla ilgili kitapların gizlice alınıp satılır olduğunu, hatta insanların mantık kelimesini söylemeye bile cesaret edemediklerini, onun yerine “el-mef’il” kelimesini kullandıklarını, hatta bir vezirin (İbn Hakim) kendisinden mektupla bir mantık kitabı istediğini ancak onun da “el-mef’il” kelimesini kullandığını söyler.

 

Yine Eşari kelamcısı ve fıkıh usulü alimi Âmidî’nin felsefe ve mantık öğretmesine karşı çıkan Şafii ulemasının kendisine yönelik suçlamaları üzerine yaşadığı şehir olan Bağdat’tan Şam’a kaçmak zorunda kaldığını, Şam’dan da aynı suçlamalarla Mısır’a gittiğini, orada da aynı nedenlerle katline fetva verilince tekrar mecburi bir sürgüne çıktığını, ömrünü münzevi bir şekilde tamamladığını da biliyoruz.

 

Şafii fıkhında devrinin en yetkin alimi olan, Riyazüs-Salihin adlı derleme hadis kitabıyla neredeyse her Müslümanın evine giren, döneminde “hadis alimlerinin efendisi” olarak kabul edilen, görev aldığı medreselerde aldığı maaşları kitaba yatıran ve o kitapları da tekrar medreseye bağışlayan, döneminin yöneticilerini uyarmaktan çekinmeyen, kendini ilme adamış ve kendini meşgul edeceği düşüncesiyle hiç evlenmeyen, 21 yaşında eser yazmaya başlayıp 45 senelik ömründe kırktan fazla esere imza atan büyük alim İmam Nevevi de maalesef mantık ilmi için “haram” fetvası veren alimlerdendir.

 

Yine önemli alimlerimizden Suyuti de felsefe ve mantıkla meşgul olanların hadis ilmi açısından cerh edilmeleri gerektiğini, yani bunların rivayetlerinin kabul edilmemesi gerektiğini söyler. Bu yönüyle de felsefe ve mantıkla meşgul olmak gerçekten de kendisinden hadis rivayet edilecek kişi açısından o dönemlerde bir şüphe ve hatta ret sebebi olabilmektedir.

 

Günümüzü de etkileyen önemli alimlerden birisi olan İbn Teymiyye de sıkı mantık karşıtlarından birisidir. Ona göre Müslümanların, gayrimüslimlerden alabilecekleri hiçbir ilim yoktur. Zeki insanlar mantığa ihtiyaç duymaz, akıllı olmayanlar da zaten bu ilmi anlamaz. Peygamberler, sahabe ve ilk üç nesil (tabiin, tebe-i tabiin ve bir sonraki nesil) böyle bir yol izlememiştir. İlim öğrenmek için mantık değil Arapça öğrenilmelidir. Bu görüşlerinin yanında İbn Teymiye’nin felsefe ve mantıkla ilgilenenleri tekfir etmeye kadar varan sert görüşleri de vardır.

 

Mantık ilmine bazı kelamcılar ve tasavvufçular da karşı çıkarlar. Kelamcılar özellikle kendi disiplinlerinin yöntemine uymadığı gerekçesiyle karşı çıkar. Örneğin kelamda o dönemde “Delil çürütülürse iddia da çürümüş olur.” anlamına gelen “Delilin butlanıyla medlulün de butlanı lazım gelir.” kuralı geçerlidir. Mesela iki kişinin evli olduğuna dair delil olarak kabul edilen evlilik cüzdanının yokluğu o iki kişinin evli olmadıkları yönünde bir hüküm vermeyi gerektirir. Ancak mantık ilmi der ki; “Delilin çürütülmesi iddianın çürütülmesi anlamına gelmez. Başka deliller ileri sürülebilir.” Örneğin evlilik cüzdanının yokluğu durumunda iki şahit veya çevrenin ikrarı gibi deliller ileri sürülerek o iki kişinin evli oldukları kanıtlanabilir. Zaten sonraki dönem kelamcıları da delilin çürütülmesi ile iddianın çürütülmesinin gerekmeyeceği konusunda ittifak etmişler, bu yanlıştan dönmüşlerdir.

 

Tasavvufçular da insan düşüncesini tek bir noktaya yöneltmesi, ruhani zevk yolunu kesmesi gibi nedenlerle mantık ilmine karşı çıkmışlardır. Bu tasavvufçular açısından, özellikle de bilgi kaynağı olarak bireysel hissî tecrübeleri çok fazla önemseyen tasavvufçular açısından anlaşılabilir bir gerekçedir.

 

İslam dünyasını mantık ilmiyle asıl barıştıran kişinin İmam Gazali olduğu söylenebilir. Her ne kadar Gazali’den önce Farabi, İbn Sina gibi isimlerin bu barışta etkisi olsa da bu isimlerin özellikle İslami ilimlerde tartışılan isimler olması onların görüşlerinin bir nebze ihtiyatla karşılanmasına neden olmuştur. Ancak İmam Gazali hem dini ilimlerdeki tartışmasız yetkinliği hem de felsefe ve mantık dallarındaki derinliği nedeniyle bu barışı sağlamada kilit isimdir. Gazali’ye göre mantık, metafizikten ve felsefeden arınmış haliyle nötr bir disiplindir. Dine etkisi ne olumlu ne de olumsuzdur. Mantık ilminin konuları dini ilimlerle ilgili değildir. Bu nedenle mantığın dini bir motivasyonla reddedilmesi anlamsızdır. Gazali’nin bu görüşü elbette hemen kabul görmedi. Bazen şaşkınlıkla bazen de İbn Teymiye örneğinde olduğu gibi sert tepkilerle karşılaştı. Ancak zamanla bu tepkiler yerini kabule bıraktı. Geçmişte mantıkla ilgilenmenin haram hatta küfür sayıldığı söylemler marjinalleşti. Mantık öğrenmenin farz-ı kifaye olduğuna dair görüşler revaç buldu. Zerkeşî, Beydâvî, Necmettin et-Tusi, Pezdevi gibi alimler mantık bilmeyi içtihat yapabilmek için temel şart olarak ileri sürdüler.

 

Zamanla mantık ilmi eğitim sisteminde diğer dersler gibi bir ders olarak okutuldu. Nizamiye medreselerinde dini ilimlerin yanı sıra felsefe, matematik, mantık, sarf-nahiv ve astronomi gibi ilimlerin okutulduğu bilinmektedir.

 

Osmanlı döneminde de medreselerde mantık, diğer ilimlerin yanında okutulmuştur. Ebheri’nin yazdığı ve mantık ilmine giriş çapındaki İsagoci yakın döneme kadar okutulmuştur. Bunun yanında Türk mantıkçılar olarak sayılan Muhammed es-Semerkandi’nin, Urmevi’nin ve Molla Fenari’nin mantıkla ilgili kitapları ve o kitaplara yazılan şerh ve haşiyeler de okutulmuştur. Ancak sorun şudur ki Batıda bir yandan Galileo, Descartes, Newton gibi isimlerle 16. yüzyıldan itibaren Aristo felsefesi ve mantığı terk edilirken ve yerine yeni bir yöntem ikame edilirken Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı ve ona bağlı Garabi-İbn Sina geleneğine dayalı mantık anlayışı 19. yüzyılın sonlarına kadar okutulmaya devam edilmiştir. Tanzimat döneminde medrese eğitim sisteminde reformlar yapılmak istenmiş, bu reform paketlerinde mantık dersleri yine yer almış ve okutulmuştur ancak yenilik iddialarına rağmen okutulan mantık dersleri her seferinde Ebheri’nin İsagoci isimli eserine dayanmaktan kurtulamamıştır. Nihayet Ali Sedad Batıdaki yeni mantık akımlarını da içeren ilk Türkçe telif mantık kitabı olan Mizanü’l-Ukul fi’l Mantık ve’l-Usul adlı eserini 1885’te yazmıştır. Bundan sonra yine batı etkisiyle mantık ilminde eski anlayışın yavaş yavaş terk edildiği görülür.

 

Geldiğimiz noktada ise İslam dünyasında bir mantık geleneğinden, daha doğrusu “doğru düşünme” derdi gibi bir meseleden bahsetmek maalesef pek mümkün görünmemektedir. Geçmişte 8. yüzyılda mantık eserlerini İslam Dünyasına Yunancadan ve Süryaniceden çevirerek taşıyan isimler önemli bir mantık geleneği oluşturabilmişlerdir. Süryaniler Hristiyanlığa geçince düşünce dünyaları açısından da canlanmışlardı. Aristo’nun eserlerini kendi dillerine çevirmişlerdi ancak bu çeviriler Kilisenin izin verdiği kadarıyla sadece Kategoriler, Önermeler ve Birinci Analitiklerin 7. Bölümüne kadar olan kısmıydı. Süryanilerin yaşadıkları coğrafya Müslümanların hakimiyetine geçince Aristoteles’in bütün eserleri çevrilmeye başlandı. Böylece Süryaniler 8. Yüzyıldan itibaren bir nevi varisi oldukları antik Yunan’ın ilim ve felsefesini Arapça üzerinden İslam dünyasına taşımış oldular. Zamanla İslam dünyasında mantık ilmi Süryanilerin elinde olduğundan daha ileri bir seviyeye taşındı. Süryani kültüründe Aristoteles’in mantık sistemi tam oluşmamıştır çünkü çeviriler Kilise baskısı nedeniyle sınırlı kalmıştır. Ancak İslam dünyasındaki mantıkçılar, filozoflar ve bir kısım ulema mantık konusunu sadece Süryanilerden değil Aristoteles’ten de ileriye taşımayı başarabilmişlerdir. Ancak zamanla Batı'da Descartes’la başlatabileceğimiz gelişmelerin gerisinde kalınması sonucu bir yerde tıkanma başlamıştır ve bu durum halen aşılabilmiş değildir. Yapabildiğimiz sadece çeviriler ve aktarma sistemler üzerinden mantık ve bilimsel bilgiden haberdar olabilmemizdir. Yakın gelecekte de durum pek değişeceğe benzemiyor. Bu durumda bireysel çabaların kendini kurtarmada ve kişisel kaliteyi geliştirmede tek ve en önemli çıkış yolu olduğunu tekrar hatırlamak gerekiyor.
 

Doğru Düşünmeyi Öğrenmede Kitapların Etkisi

 

Esasında mantık, bir disiplin olarak Aristoteles’ten bu yana her zaman felsefenin ve bilimlerin konusu ve odağı olmuştur. İslam düşünce tarihinde de mantıkla ilgili müstakil çalışmalar Aristoteles’in eserlerinin Arapçaya çevrilmesiyle başlar. Daha öncesinde mantıklı düşünme diye bir şeyin söz konusu olmadığı açıktır ancak sistematik bir mantık ilmi yoktur. Belki sistematik hale getirilmemiş ancak klasik mantık ilminden daha yoğun ve canlı bir şekilde kullanılan istinbat metotları (naslardan hüküm çıkarma yolları) vardır. Bunlar da her insanda fıtrî olarak bulunduğu varsayılan doğal mantık kaidelerine aykırı metotlar değildir. Ancak sonuçta “mantık”, ayrı bir disiplin olarak ele alınıp işlenmemiştir.

 

Mantık kavramının geniş halk kitleleriyle ilişkisi her zaman sıkıntılıdır. Geniş halk kitleleri her şeyden önce bir kitledir ve mantığın değil kitle psikolojisinin güdümünde hareket ederler.

 

Bireysel olarak mantık veya mantıklı düşünmeyle kurulacak ilişki ise kişinin öğrenmeye açıklığı, doğru düşünmeye kıymet vermesi, hakikate karşı saygılı ve dürüst oluşu ile hakikati tanıma isteği gibi eğilimlerle ilgilidir. Bu eğilimlere az çok sahip olanların öncelikle düşünmenin kendisini düşünmesi, bunun için de mantık kuralları ve düşünme hatalarına dikkat etmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

 

Peki kitaplar bu zorunluluğu ne kadar karşılayabilir?

 

Kitap okuyarak mantıklı veya doğru düşünmeyi öğrenmek mümkün müdür?

 

Evet! Daha önce de temas edildiği gibi bir insanın kendini geliştirebileceği alanların içinde “doğru düşünme” de vardır ve her insan gerek ilgili kitaplardan, gerek bu alandaki kurslardan veya eğitim programlarından hatta videolardan faydalanarak bu konuda kendini geliştirebilir.

 

Bu süreç için iyi bir başlangıç sayılabilecek birkaç kitap önerisinde bulunmak faydalı olabilir.

 

Safsata Kılavuzu – Alev Alatlı: Kitap aslında 2000’li yılların başında Alev Alatlı’nın da içinde yer aldığı bir e-posta grubundaki yazışmalar sonucunda derlenmiş ve safsataların (düşünme hatalarının) yapısını örneklerle ortaya koymaya çalışan güzel bir çalışmanın ürünü. Konularının birbirinden bağımsız olması, ara ara okunabilmesine de imkan veriyor. Böylece konular üzerinde çalışma daha da kolay hale geliyor denilebilir. Örneklerin güncelliği ve her zaman karşılaşılabilir olanlarından seçilmesi de kitap konularının gerçeklikle ilgisinin kurulmasını sağlıyor.

 

A’dan Z’ye Düşünmek – Nigel Warburton: Yazarın kendi ifadesiyle; “Kitap eleştirel düşünmeye bir giriş niteliğindedir. Herhangi bir konuda net bir şekilde düşünmeyi sağlayan temel araçları tanıtır. Anlatılan konular ve teknikler net düşünmeyi gerektiren herhangi bir alanda kullanılabilir; akademik alanların hepsinde doğrudan uygulandıkları gibi, hayatın her alanında, kişilerin vardıkları sonuçları desteklemek için nedenler ve kanıtlar öne sürdükleri her durumda kullanılabilir.”1

 

Bu kitap da düşünme hatalarını göstermesi ve tanıtması açısından bir cins safsata kılavuzu sayılabilir. Kitabın okunup geçilmesi elbette pek bir fayda sağlamayacaktır. Önemli olan kitabı bir turist rehberi gibi ele alıp gerçek durumlara uygulamaktır. Burada da konular birbiriyle çok sıkı bağlantılı olmadıkları için birbirinden bağımsız okumalar yapılabilir. Özellikle okuyucunun ilgilendiği herhangi bir maddeyle başlaması, sonra da o maddeyle ilişkili diğer maddeleri okuyup uygulaması son derece verimli olacaktır. Çünkü bir mantık hatası genellikle müstakil, kendi başına hareket etmez. İlişkili birkaç nedene dayanır. Kitaptaki herhangi bir maddenin sonunda (bkz:…) şeklinde atıflar yapılması ve koyu olan kısımlarla ilişkili maddelere vurgu yapılması bu yönden önemli sayılmalı ve o kısımlar ilgili madde olarak ele alınmalıdır. Kitabın nasıl verimli kullanılacağına dair giriş kısmında yazarın kendi önerileri de vardır ve bunlardan istifade edilebilir.

 

Eleştirel Düşünme Kılavuzu - Tracy Bowell, Gary Kem: Kitabın temel konusunu argümanların çeşitli yönlerden eleştirilmesi oluşturuyor. "Eleştiri" kavramı burada Türkçede uğradığı azizliğe uğramış gibi görünebilir. Hatta kitabın çevirisiyle ilgili teferruat sayılabilecek bazı eleştiriler de mevcuttur. Ancak hakikatte eleştiri kavramının bir kanaate ulaşma süreci, bir hüküm kurma prosesi olduğu kabul edilince eleştirel düşünme sürecinin aşamalarını titizlikle ele alıp gösterdiği söylenebilir. Kitaba göre her argüman sunma bir girişimdir ve bu girişim bizi bir şeylere ikna etme amacındadır. Dolayısıyla argümanlar, bir şeylere inanmak için nedenler sunan girişimlerdir. Bu kitap da argümanların analizinin nasıl yapılacağına dair temel kavramları ve teknikleri öğretiyor. Tanıtımındaki ifadeyle “Bu kitap, okurlarına davranışları ve düşünceleri iyi nedenlere dayanan, bu nedenleri ifade edebilen ve açıkça ortaya koyabilen biri haline gelmek için gereken araçları sunuyor.” .  Bu ifade ilk etapta iddialı gibi görünebilir ancak bu araçları öğrenip reel hayatta uyguladıktan sonra böyle birisi haline gelmek tabii ki mümkün. Meselenin geri kalanını düşünce hataları üzerindeki duygusal nedenler oluşturuyor. Bir diğer önemli husus da yazarların ifade ettiği gibi eleştirel düşünmenin kuramsal yönlerinden çok pratik yönlerinin öne alınması. Bu da kitabı teorik kurallara boğmaktan kurtarıp istifade edilebilme potansiyelini artırıyor.

 

Evet. Daha önce değindiğimiz gibi; insan bir bilgisayar programını öğrenmek isterse kitabından, kursundan veya uzmanından öğrenebilir. Ama elinin altında en kaliteli, en iyi donanımlara sahip bilgisayar da olsa o insanda belirli bir sanat ruhu veya yeteneği olmadıkça o insan ortaya mükemmel eserler koyamayabilir. Ortaya konulanlar yine güzel olacaklardır, sonuçta emek ve eğitim hiçbir zaman faydasız olmaz ancak kişisel eğilim veya yetenek de önemlidir.

 

Burada da mantık hatalarını öğrenerek, bunlarla ilgili çalışmalar ve egzersizler yaparak herkes en kötü ihtimalle şimdiki durumdan daha iyi bir duruma gelecektir. Ancak herkes her konu için en geçerli delilleri üretme, en mükemmel argümanları sunma, en mantıklı analizleri oluşturma gibi bir mükemmelliğe de sahip olamayabilir. Bunun için geniş bilgi, konuyu gerçekten dert edinme, üzerinde düşünme ve belirli bir zeka-kavrayış gerekecektir. Ancak kimse kimseden Aristoteles, Kant, İmam Gazali veya Bediüzzaman olmasını zaten beklemiyor. Okurken, konuşurken, yazarken mantık hatası yapmamak, okuduğumuz, dinlediğimiz konulardaki mantık hatalarını fark etmek, bir argümanı farklı yönleriyle değerlendirebilmek de bizi yanlıştan koruyacağı için oldukça kaliteli bir seviyeye yükseltmiş olacaktır. Sonuçta doğru bakan, doğru gören ve doğru düşünen insanlar olmamızı sağlayabilecektir. Bu seviyede tefsir, fıkıh, hadis, tasavvuf, kelam, siyer, tarih gibi okumalarımız da değişip gelişecektir.


Aristo Mantığının Modası Geçti mi?
 

Aristoteles’in kurguladığı ve sistemleştirdiği mantık türünün yüzyıllardır kullanıldığını biliyoruz. Ancak bilimin ilerlemesi ve felsefeden farklı bir yol izlemesiyle kendi bağımsızlığını ve hakimiyetini ilan etmesinden sonra bu mantık türünün bilim dalları açısından artık yetersiz kaldığını da biliyoruz. Burada önemli olan Aristo mantığının yanlış bir yöntem olması değil, yetersiz kalmasıdır. Bu yetersizlik de daha çok bilim dallarının ilerleyebilmesi açısından bir yetersizliktir. Yani kuantum fizikçisi, gökbilimci veya biyokimya uzmanı değilseniz Aristo mantığından elbette faydalanabilirsiniz.

 

Diğer taraftan Aristo mantığının iyi bilinmesi, o konudaki tekniklerin uygulanması bugün bile pek çok fetvadaki pratik hataları yakalamamızı sağlıyor. Maalesef fetva geleneğimiz yüzyıllar içerisinde hakikaten Aristo mantığı düzeyinde düşünce hatalarıyla örülü fetvalarla doludur. Bu hataları bulabilmek için bulanık mantık, matematiksel mantık, ileri eleştirel düşünce tekniklerinin uygulanmasına bile gerek kalmadan temeli üç ilkeye dayalı Aristo mantığını uygulamak yeterlidir.

 

Örneğin deve idrarıyla ilgili hadiste Süleyman Ateş’in akıl yürütmesine bir göz atalım.

 

Bir okuru Süleyman Ateş’e deve idrarıyla ilgili hadis hakkındaki düşüncelerini sorar. Süleyman Ateş de verdiği cevapta şu ibareleri kullanır:

 

Kur’ân, pislikten sakınmayı emreder. Çünkü pislik, çevre kirliliğine, mikropların üremesine sebep olur. Elbiseye sıçrayan idrar da temizlenmediği takdirde kokuşur, mikrop üremesine neden olur, ayrıca çevreyi de rahatsız eder. İşte çevre temizliğini sağlamak için, idrarın, cehennem azabına neden olacağı gibi uyarıcı rivayetler gelmiştir. Kur'ân "Pislikten kaçın, Elbiseni temizle." diye emrederken Peygamber, elbiseye idrar sıçramaması için ayakta idrar yapmayı uygun bulmamış iken nasıl olur da Kur'ân'ın kaçınmayı emrettiği sidiği içmeyi tavsiye eder?

 

Bu rivayetin uydurma olduğunda kuşku yoktur. Çünkü Peygamber, Kur'ân'ın kaçınmayı emrettiği idrarı içmeyi tavsiye etmesi düşünülemez. Ayrıca Kur'ân'ın pislik saydığı maddeleri yemek ve içmek haramdır. Bu uydurmalardan dinimiz beridir, uzaktır.”(2)

 

Yukarıda örnek olarak aldığımız metin sonuçta bir argümandır. Belirli öncüllerden ve ön kabullerden oluşturulmuş mantıksal bir çıkarımdır. Ancak iki önemli mantık hatası sonucun da yanlış olmasına neden olmuştur.

 

Altı çizili kelimeleri bu argümanın temel kavramları olarak düşünebilirsiniz.

 

Gelelim argümandaki mantık hatalarına.

 

Birincisi: Öncelikle bilinmelidir ki bazı kelimeler insanlarda bir takım duygusal çağrışımlar uyandırır. Bu çağrışımların tesirine kapılan insanlar düşünme ve argüman üretme sürecinde duygularının etkisi altında konuşmayı ve yazmayı tercih edebilirler. Bu, insanlığa ait genel bir durumdur. Bir insan kendisini bir olayın duygusal etkisinden uzak tutma egzersizleri yapmamışsa veya mizacı böyle bir şeye uygun değilse olayın bütününü duygusal bir zeminde değerlendirebilir.

 

Bu cevapta da pis ve pislik kelimelerinin oluşturduğu olumsuz duygusal çağrışımların kendisine soru sorulan kişiyi böyle bir duruma soktuğundan söz edilebilir.

 

İkincisi: Bir önermede veya argümanda kullanılan kavramlar, en azından anahtar kavramlar, argümanın tamamı boyunca aynı anlamda kullanılmalıdır. Argümanın başlangıç cümlesinde bir anahtar kavram x anlamıyla, argümanın ortasında y anlamıyla kullanılırsa sonuç da hatalı olacaktır. Bu cevapta da temel kavramlar olan “pis” veya “pislik” kelimeleri cevabın (argümanın) her aşamasında aynı anlamda kullanılmamıştır. Çünkü “(Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.”(3) ayetindeki “pislik” kelimesi (ayetin farklı anlam vecihleri şimdilik bir yana) dinen pis sayılan nesnenin bir özelliğini ifade eder. Süleyman Ateş’in argümanında kullandığı “pis” ve “pislik” kelimeleri kendi iddiasını dayandırdığı delil olarak Kur’an’da geçtiği şekliyle kullanılmamıştır. Kur’an’ın bahsettiği düz necaset anlamındaki pisliktir. Deve idrarının bu anlamda pislik olarak değerlendirilmesi ve o anlamda kullanılması ise yanlıştır. Çünkü alkol, içilmesi durumunda veya kan elbiseye bulaşması durumunda bir necaset olarak değerlendirilirken tıpta kullanılınca aynı şekilde pislik olarak değerlendirilmez. İdrar da aynı şekildedir.

 

Örneğin şeker hastalığının bilimsel adı olan diabetes mellitus kavramının kökenine baktığımızda diabetes kelimesinin Yunancada idrara karışan şey veya akıp giden şey anlamına geldiğini, mellitus kelimesinin kökünü oluşturan mellis kelimesinin ise Latincede tatlı ya da bal anlamına geldiğini görürüz. Şeker hastalarının idrarları da içerdiği şeker nedeniyle tatlı olmaktadır. Eski çağlarda laboratuvar tahlilleri gibi teknikler olmadığı için eski Hint, Mısır ve Yunan tıplarında bazı hastalıkların teşhisi için doktorlar, hastaların idrarlarının tadına bakarak teşhis koyarlardı. Hatta bu teknik 17. Yüzyılda İngiliz doktor Thomas Willis tarafından tekrar keşfedilerek uygulanmış hatta şeker hastalığının bilimsel adı olan diabetes mellitus kavramı bu şekilde oluşturulmuştur. Demek ki konu tıp olunca “Mantıklı bir insan idrarın tadına bakamaz.” gibi önermelerin hiçbir anlamı yoktur. Konu tıp olunca bazı haramlarla helallerin sınırlı zaman ve durumlar için yer değiştirdiklerini de biliyoruz. O hâlde Kur’an’ın sakınılmasını emrettiği necaset kavramının hadiste geçen idrarı da kapsadığı söylenemez. Çünkü hadiste geçen idrar herhangi bir zamanda herhangi bir durumdaki haram veya necis olan madde değil, bir hastalık durumunda tıbbî bir özelliğe sahip olabilen bir maddedir artık. Eğer böyle değerlendirilmezse alkolün de tıp alanında kullanılabilir olduğuna bakılmaksızın her durumda haram olduğunu, kanın da yine tıpta kullanılamayacağını çünkü sonuçta necis olduğunu söylemek zorundasınız. Demek ki verilen cevapta necaset kavramı idrarın bütün özelliklerini kapsayacak şekilde aşırı genellemeci bir anlamda kullanılmıştır ve bu nedenle kavramın içeriğinde bir ayrım yapılmamıştır. Bu da formel bir mantık hatasına yol açmıştır.

 

Dolayısıyla argüman üretirken kullandığımız terimlerin anlamlarının üretimin her aşamasında aynı kalmasını garantilemeliyiz. Bu da argümanın her aşamasında dikkatli olmayı, kavramlar arası ilişkileri sağlam kurmayı, konuyu zihinsel olarak değerlendirirken duygusal eğilimleri de kontrol altında tutabilmeyi gerektirir. Süleyman Ateş aslında mantıksız bir insan değildir, zekasını kullanmayı da bilen birisidir. Ancak böyle bir zatın bile böyle bir konuda basit birkaç ilkeye dikkat etmediği için hatalı bir çıkarımda bulunduğu görülebiliyor.

 

Bilgi Birikimi ve Doğru Düşünme

 

Herhangi bir konuda bilgi birikimindeki artış o konu hakkında daha doğru düşünmeyi mümkün hale getirebilir. Bilgi birikimi tek başına doğru düşünmeyi sağlayan sihirli bir formül değildir elbette ancak bir konuda daha bilgili olanın daha az bilgili olandan daha doğru düşünme ihtimali ve imkanı her zaman daha fazladır.

 

İnsanların zihnini genelde en fazla bloke eden şey, başka bir şeyin doğruluğuna ihtimal vermemektir. Bunun da en önemli nedeni farklı görüşlerle, farklı bakış açılarıyla hiç karşılaşmamış olmaktır. Bu nedenle bizzat mantık eğitimi alınmasa bile aynı konuda farklı, muhalif, çok ters veya farklı yönleri de gösteren bakış açılarını bilip tanıdıkça insan daha doğru düşünmeyi de bir parça öğrenmiş olur. Çünkü hiçbir meselenin tek bir yönü yoktur. Bir meselenin tek bir yönünü ele alıp o meselenin bütünü hakkında fikirler ileri sürmek eninde sonunda insanı yanlışa götürecektir. Bir meselenin ne kadar çok yönü fark edilir ve öğrenilirse değerlendirmeler de o ölçüde isabetli olacaktır. Dolayısıyla bizzat mantık eğitimi almayanların farklı bakış açılarını öğrendikçe doğru düşünmeyi de öğrenmiş olmaları aynı meseleye farklı açılardan bakabilmeyi öğrenmiş olmalarından kaynaklanır.

 

Daha da önemlisi şudur ki: Bir meseleyi mantıksal olarak farklı açılardan incelemek sadece zihinsel merkezi beslemekle kalmayacaktır. Bir mesele hakkındaki farklı görüşleri, değişik bakış açılarını bilmek, böylece zihni ve kalbi genişletmek bizi daha doğru düşünmeye iter. Çünkü insan bilmediğinin düşmanıdır. Bu nedenle her zaman tek açıdan bakarak ve tek bilgi kaynağından beslenerek yıllarını geçirmiş birisine farklı görüşler, değişik bakış açıları abes gelebilir. Bazen sırf öğrenme kastı olmadan dahi insan “Bir bakalım acaba farklı düşünen insanlar bu konuda neler söylemişler?” diyebilmeli ve farklı düşünceleri özellikle okumalı ve incelemelidir.

 

İnsan okuduğu konuları başta tam anlamayabilir. Konuyu anlayıp benimsedikten sonra da içinde çok güçlü bir emniyet hissi oluşur. O konunun okuduğu gibi olduğundan emin olur. Konu hakkında az okumakla edinilen bu emin olma hali insana bir an için ilim gibi gelebilir. İnsan kendisini o konu hakkında ilim sahibi zannedebilir. Ancak bu ilim değildir. Taassubun veya cehaletin başka bir versiyonudur. Bunu kırmak, doğru düşünmeyi ve doğru bilgilere ulaşmayı istediğiniz konularda mümkün olduğu kadar çok ve farklı fikirleri tanımakla, bilmekle mümkün olacaktır. Dolayısıyla çok okumak kadar farklı şeyleri okumak da önemlidir.

 

Meselelere hep aynı açıdan bakan kitaplar, kişiler ve düşünceler, dolayısıyla bir mesele hakkında da aslında hep aynı şeyleri söylemiş olurlar. Bunları defalarca ve defalarca okumakla ufkun genişlemesi aynı şey değildir. 

 

Bilgi birikiminin tek başına doğru düşünme için yeterli olmamasının en önemli nedenlerinden birisi tek taraflı okumalardır. Yani bir konuda sadece tek bir bakış açısıyla yazılmış kitapları okumak bilgi birikimi sağlasa da farklı bakış açılarını devre dışı bıraktığı için doğru düşünme adına yeterli bir okuma sağlamış olmayacaktır.

 

Diğer önemli bir neden de gizli aksiyomlardır. Gizli aksiyomların düşünme üzerindeki etkisi “Hiçbir şey boşlukta meydana gelmez, her şey büyük bir zeminin üzerindeki şekillerden ibarettir.” mantık kaidesine dayanır. Farkında olduğumuz ya da olmadığımız aksiyomlarımız o zemindir. Düşüncelerimiz, söylemlerimiz, iddialarımız, yorumlarımız ise o zemin üzerindeki şekillerdir.

 

Aksiyom mantıkta; doğru olduğu apaçık bilinen, kanıtlanamaz ve çürütülemez olan, doğruluğu tartışılamayan, başka önermelerden türetilmemiş ancak kendisinden başka önermeler türetilebilen, akıl yürütme, kanıtlama veya düşünme sürecinin başlangıç noktaları olarak tanımlanır. Yani aksiyomlar bir konudaki düşüncemizin doğduğu yerdir. Aksiyomların nasıl veya neden doğduğuyla, gerçekten doğup doğmadığıyla bile ilgilenmeyiz. Onlar her zaman oradadır ve varlardır. İlk adımı onlarla atarız. Bunlar doğrudan, aracısız bir şekilde bilinirler. Örneğin bir şeyin parçası o şeyin kendisinden her zaman küçüktür. Bir üçgen üç tane kenardan oluşur. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” sözündeki “Düşünüyorum.” iddiası bir aksiyomdur, ilk adımdır, zemindir. “Parçaların toplamı bütüne eşittir.” dediğimizde de bir aksiyomu belirtmiş oluruz. “Tanrı vardır.” diyen bir müminin aksiyomu Tanrının varlığıdır. “Tanrı yoktur.” diyen birinin aksiyomu da Tanrının yokluğudur. Konuyla ilgili diğer düşünceler ve söylemler bu ilk adımlardan sonra gelir, bu zeminin üzerine kurulur.

 

Aksiyomlar her zaman farkına varılan, bilinen bir şekilde var olmayabilirler. İnsanların kendilerinin farkında olmadıkları gizli aksiyomları da olabilir. Bunlar zaman zaman yerleşik yargılar, önyargı gibi kavramlarla da ifade edilir. Çoğu insan kendiliğinden bu gizli aksiyomlarıyla düşünür, o çerçevede okur, yazar, konuşur, hareket eder ve öyle yaşar. Bu varsayımların farkına varmadığı için de kendisini o aksiyomlar çerçevesinde düşünüyor şeklinde de görmez.

 

Hepimiz Allah’ın varlığına dair yüzyıllardır öne sürülen delilleri az çok okumuşuzdur. Bu delillerin bir kısmının bizim için tatmin edici olmadığı da olmuştur. Bunun farklı sebepleri vardır ancak en önemli noktalardan birisi şudur: “Allah vardır.” aksiyomuyla bu delilleri okuyan kişi kendi zihinsel özelliklerine göre bazı delilleri yetersiz bulmuş olabilir. Ancak “Tanrı yoktur.” aksiyomuyla bu delilleri okuyan kişi o delillerin hepsini yetersiz bulacaktır. Daha başlangıçta Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, rahmetine az çok inanan, ikna olmuş olan birisi doğal olarak “Allah vardır.” önermesini birinci önerme, dile getirmediği önerme, örtük varsayım, gizli aksiyom olarak ortaya koyar ve meselenin çözümünü, açıklamaları ve düşünce aşamalarını bu zemin üzerine inşa eder. Ancak konu hakkındaki önermeler dizisi başlangıçtaki “Allah vardır.” varsayımını kendisi için ortadan kaldırmış bir ateist veya konuyla ilgili şüpheleri olan bir insan için hiç de tatmin edici olmayabilir. Çünkü o önermeler dizisi “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ortaya konulmuş değildir. Aynı durum “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ilgili ortaya konulan önermeler veya argümanlar için de geçerlidir. “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ortaya konulan argümanlar da inanmış birisi için ikna edici olmayacaktır.

 

Dolayısıyla çoğu zaman insanları gerçekten düşünme konusunda engelleyen, zihinlerini bağlayan, başka ufukları keşfetmelerine engel olan şey bu örtük, dile getirilmeyen varsayımlar veya diğer ifadesiyle gizli aksiyomlardır. Ancak varsayımın farkına varılınca ve bu örtük varsayım ortaya açık ve seçik biçimde konulunca düşünceleriniz zincirleme bir halde ona bağlı olarak ilk hatayı veya doğruyu taşımış olacaktır.

 

Bu varsayımsal hatalar veya gizli aksiyomlardan kaynaklanan safsatalar, düşünce yanlışları tarihte en büyük zekalarda dahi görülebilmektedir. Mesela Einstein fiziğe farklı alanlar kazandırmış bir insandır. Böyle bir insandan kuantum fiziğini anlamasını, onaylamasını ve o konuda da çalışmalar yapmasını doğal olarak bekleriz. Fakat Einstein’ın fizik konusunda örtük varsayımları, gizli aksiyomları vardır. Örneğin “Denklemler komplike de olsa dünya düzenli ve sistemli bir şekilde işlemektedir. Bu nedenle her konuda açık denklemler vardır.” diye düşünmektedir. Kendisi böyle bir sözü bire bir söylememiştir ancak konuyla ilgili diğer söylediklerinden böyle bir varsayıma sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu nedenle kuantum teoremine karşı çıkarken “Tanrı zar atmaz.” demiştir. Çünkü bu dünya kanunlara uygun, düzenli bir dünyadır. Bu apaçıktır. Bu kanunlar da açık formüllerle ifade edilebilecek kanunlardır ve bu nedenle kuantum teoremindeki ihtimalli şeylerin gerçek olması imkansızdır. Kuantum teoremine karşı çıkarken bunları bir varsayım, bir aksiyom olarak açıkça ifade etmiyor ve bu nedenle de zekasına, mantığına, fizik bilgisine rağmen kuantum aleyhtarı bir fizikçi olarak yaşayıp vefat ediyor.

 

Demek ki Einstein gibi zeka ve bilgi konusundaki seviyesi tartışılmaz olan bir insan bile örtük varsayımlara sahip olabiliyor ve bunların sonucunda hatalar yapabiliyor.

 

Risale-i Nurlarda veya İhya-i Ulumu’d-Din gibi kitaplarda yer alan zayıf veya mevzu hadisler konusunu da bu bağlamda düşünebiliriz. Bu eserlerdeki zayıf hadisleri hiç gündeme getirmeyen, o hadislerin hadis olarak kullanılabileceğini düşünenlerin şöyle bir örtük varsayımı vardır: Bediüzzaman ve İmam Gazali gibi alimlerin eserleri insanların imanına ciddi katkılar sağlamış eserlerdir. İnkar-ı uluhiyet ve dalaletin fen ve felsefeden geldiği bir ortamda bu rolü üstlenen başka eserler de neredeyse yoktur. O halde insanların bu eserlere ve alimlere olan teveccühü, sevgisi, saygısı, güveni asla zedelenmemelidir.

 

Bir diğer varsayım da şu şekilde görünüyor: İnsanların bu eserler ve alimlerle ilişkileri bir cins şeyh-mürit ilişkisi olarak ayarlanmalıdır. İnsanlar bu eserleri okurken her yönüyle, her satırıyla hem ilmen hem manen mutlak doğru olarak kabul etmeli ve öyle okumalıdırlar. Bu eserlerde bir eksiklik olduğu düşünülürse o eserlerden, dolayısıyla iman hakikatlerinden, en sonunda da Allah muhafaza imandan kopmuş olurlar.

 

Bu iki aksiyom eninde sonunda bir cins endişe de oluşturacaktır. Böyle bir durumda da bir insan çıkıp “Bu eserlerde zayıf ve hatta mevzu hadisler vardır.” deyince de bu sözü o eserlere ve isimlere karşı bir saldırı olarak hissedeceklerdir. Aşırı savunmacılık, örtük varsayımlar ve endişeli tutumların sonucunda da “İmam Gazali’den daha mı iyi biliyorsun? Ehl-i sünnetin kitaplarında uydurma hadis yoktur.” gibi duygusal ve akıl dışı tepkiler verilmesi doğaldır.

 

Evet! İnsanların farkına vardıkları ya da varmadıkları pek çok varsayımları vardır. Bu varsayımlar (aksiyomlar) bir konudaki düşüncenin ilk adımını oluşturdukları için insanlar bir konuda düşünürken, konuşurken ve yazarken ister istemez o varsayımlarını kanıtlamaya çalışırlar. Aksiyomlar çok güçlü unsurlardır. Özellikle de gizli aksiyomlar veya örtük varsayımlar farkına varılmadıkları için daha da güçlüdürler. İnsanın tüm düşüncesini bloke ederler. Herhangi bir konuda örneğin 5 tane önerme ortak kabul edilen önermeler ise ancak o önermelerden birinin gizli aksiyomu farklı ise, kendileri için 5 tane önerme ortak olan insanlar arasından aksiyomu farklı olan kişiler düşünce üretiminde bambaşka yerlere gideceklerdir.

 

Bu sadece mantık veya bilim dalları için değil, siyasi tutumlar açısından da böyledir. Kendi liderini mutlak doğru olarak varsayan taraftarlar liderinin her yaptığını bilerek yaptığına dair gizli bir aksiyom taşırlar. Siyaset dışında her türlü toplumsal grup üyeleri de genellikle böyle düşünür.

 

“Bütün kuşlar uçar.” şeklinde bir aksiyoma veya varsayıma sahip bir insan bir penguen görünce “Penguen kuş değildir.” demek zorunda kalacaktır. “Penguenler kuştur.” varsayımına sahip bir insan da “Bütün kuşlar uçar.” cümlesine safsata diyecektir. Dolayısıyla başlangıç tanımları çok önemlidir ve doğru düşünce adına başlangıç tanımları olan varsayımlara gerektiğinde istisnalar, soru işaretleri, alt sınıflamalar gibi kayıtlar koymak gerekir. Bu da varsayımlardan doğan düşüncelerdeki hata payını azaltacaktır.

 

“Risale-i Nurlar kusursuz eserlerdir.” veya “İslam tarihinde yazılmış bütün fıkıh kitapları hatasızdır, mükemmeldir.” şeklinde bir varsayım kabul edilince o eserlerdeki en küçük bir hatayı dahi hata olarak görmeme yanlışı ortaya çıkacaktır. Eserin genel mesajı ile o mesaja hizmet eden bazı alt anlatımlar arasında ayrım yapmamak gibi bir hata da beraberinde gelecektir.

 

Sonuçta İslami ilimlerle ilgilenen veya ilgilenecek olanların hiçbir eseri tam, mükemmel, her yönüyle kusursuz görmemesi gerekir. Aksi halde bu eserlerden gerçekten istifade etmek pek mümkün olmayacaktır.

 

Ayrıca yine İslami ilimlerle ilgilenen kişiler kendi gizli aksiyomlarını, örtük varsayımlarını da iyi tespit etmelidirler. Bunlar üzerine düşünmek epey bir zeka, dikkat ve ihlas ister. Yani kendine karşı dürüst olmak gerekir bunları fark etmek için.

 

Bu noktada “Sevdiğimiz zatları okurken” başlıklı yazının mutlaka iyi okunup sindirilmesi gerekiyor. Çünkü o zatları gerçekten sevmenin, eserlerine karşı saygının tabii ve olması gereken bir sonucu da o zatların ilim miraslarını kritik etmektir. O zatlarla aramızdaki alim-talebe ilişkisinin ön şartlarından birisi belki birincisi budur.
 

Yanlış Dengeler ve Kırılan Hayaller
 

İçlerinde zayıf veya mevzu hadisler bulunan eserlere ve zatlara karşı sırf bu nedenle var olan teveccühün kırılması da kırılmaması da mümkündür. O zatlar ve eserlerinin kıymeti, hizmetleri ve faydaları zaten ortadadır. Ancak sorun o zatlara ve eserlerine karşı zihinsel ve duygusal yaklaşımlarda dengeyi yakalayamamak ve bunun sonucunda oluşan hayal kırıklıklarıdır.

 

O zatlara karşı “Her şeyleriyle mükemmel insanlardır. Hata yapmaları mümkün değildir. Eserleri de aynı mükemmelliktedir. İçlerinde en ufak bir yanlış yoktur.” yaklaşımı da “Her şeyleriyle eksik ve kusurlu insanlardır. Eserleri de hem mantık hem teknik hatalarla doludur.” yaklaşımı da ilmî açıdan temelde aynı yaklaşımlardır. Her iki yaklaşım da 1-0 sonuçlarını doğuracaktır. Yani eserlerde görülen en ufak bir hata bütün eserlerin aynı şekilde değerlendirilmesine neden olacaktır.

 

Hatasız ve mükemmel olan tek kitap Kur’an’dır. Mutlak hakikatin tek mübelliği, dili, açıklaması da odur çünkü Kur’an, baştan sona vahiydir. Ancak farz-ı muhal Kur’an’da apaçık, bariz, tartışmasız, yoruma kapalı bir netlikte çok basit de olsa bir mantık veya bilgi hatası olan bir cümle gösterilse “Olabilir. Bari geri kalanından istifade edelim.” diyemeyiz. Çünkü “Kur’an vahiydir.” iddiası çökmüş olur. En fazla mantıklı ve zeki birisinin yazdığı güzel bir kitap seviyesine inmiş olur. Demek ki mutlak iddialar tek bir hatayla veya tek bir eksiklik kanıtıyla çöker.

 

Dolayısıyla bir insanın Risale-i Nur’a veya İhya’ya, Mesnevi’ye, Mektubat-ı Rabbani’ye ve benzeri eserlere karşı zihinsel ve duygusal yaklaşımı böyleyse o metinlerdeki en ufak bir hatanın var olabileceği düşüncesi o insanın gözünde o metni de yazarını da küçük düşürecektir. Hayallerini kıracak, teveccühünü sarsacak, saygısını azaltacaktır.

 

O zatlara ve eserlerine “Kıymetli alimlerdir, kendilerinden mutlaka istifade edilmelidir, yok sayan zarardadır. Eserlerinde zayıf veya mevzu hadis bulunmayan bir kitap zaten yoktur. Bu durum normaldir ve telafi edilebilir.” nazarıyla bakan bir insan ise o eserlerdeki zayıf veya mevzu, en azından tartışmalı hadislerin İslam tarihi boyunca her kitapta olduğunu bildiğinden bu duruma şaşırmayacaktır. Bu durum o eserlerde böyle hadislerin varlığını görmezden gelmeyi gerektirmez ve bu konu o zatların kişilik ve kimliklerinden bağımsız bir şekilde, ilmî açıdan elbette kritik edilebilir. Böyle bir insanın o eserlere ve yazarlarına karşı ne teveccühü kırılacak ne saygısı ve sevgisi azalacak ne de o eserlerden istifadesi engellenecektir.

 

Bu konuda denge noktasını tutturabilmek için şu husus çok iyi bilinmelidir: Ünlü matematikçilerin hayatlarını okuduğunuzda görürsünüz ki gayet ciddi matematik profesörlerinin, bu alanda önemli ödüller almış insanların bazı makalelerinde ilk yazdıkları hâliyle pek çok ispat hatası olmuştur. Bu hataları da o sırada doktora yapan öğrencileri düzeltebilmişlerdir. Hatta bazı önemli üniversitelerde bazı profesörlerin öğrencilerini sınamak amacıyla tahtaya bilerek yanlış formüller yazdığına, öğrencilerinden bunu düzeltmelerini beklediğine dair hatıralarla karşılaşırız. İslam tarihinde de İmam-ı Azam’ın ders halkasındaki talebelerinin hocalarıyla bazı konuları müzakere ettiklerini, bazı talebelerin hocalarına muhalefet ettiklerini biliyoruz. Diğer yandan yine İslam tarihinde hocasını geçen, onun yanlışlarını düzeltebilen talebelere hiç de az rastlanmaz. Zaten gerçek bir okulun, gerçek bir üniversitenin, gerçek bir medresenin aslî özelliği de budur. O alemde akış böyledir, işler böyle ilerlemektedir. Tabii seyir budur. Hoca veya profesör talebelere ilim öğrenme yolunda rehberlik eder ve talebelerin çoğu kendilerini hocalarına bütün duygu ve düşünceleriyle teslim etseler de gerçek talebeler hocanın kişiliğinden çok ilmine odaklanırlar, ilmin kendisine teslim olurlar. İlim de zaten böyle ilerler. İyi fizikçiler Newton ve Einstein’ın veya başka bir fizikçinin muhtemelen hatalarına aldırmaz. İyi fıkıhçılar da hocalarının veya başka fıkıhçıların usul, teknik ve bilgi hatalarına takılıp kalmaz. Bütün himmetlerini hocalarının hatasızlığı gibi aşkın ve ideal bir hayale bağlamamışlardır çünkü. Öyle olursa ilim bir yerde kesilir.

 

İlim öğrenme ve düşünce üretimi süreçlerinde de zaman, imkân gibi sınırlar varsa (ki her zaman vardır) eninde sonunda muhakkak belirli hatalar çıkacaktır. Sadece hatalar değil, döneminde söylendiği zaman bir anlamı olan ancak sonradan yazarın terakkisine istinaden pek geride veya aşağıda kalan ibareler, düşünceler, söylemler de olacaktır. Çünkü “düşünme” de diğer işler gibi bir iştir. Bir metinde imla hatası yapmak mümkün olduğu gibi düşünce hatası yapmak da mümkündür. Bir imla hatasını yazarın göremeyip editörün görmesi mümkün olduğu gibi yine aynı yazarın düşünce hatasını kendisinin fark edemeyip bir başkasının fark etmesi de mümkündür. Uzman ve yetenekli bir aşçı yemek yaparken arada tuzu az kullandığı gibi önemli bir yazar veya alim de bir metni yazarken, bir hakikati anlatırken arada küçük mantık boşlukları bırakmış olabilir. Gerçek genel hayat proseslerinden haberdar iseniz ve bu insanların da hayatın içinde yaşayan insanlar olduklarının farkında iseniz bu hatalara şaşırmazsınız. Ancak 1-0 mantığına göre ya hep ya hiç, ya çok ulvi ya çok süfli, ya mükemmel ya berbat, ya kusursuz ya çok kötü gibi uçlarda dolaşıyorsanız; yazarlara, eserlere, olduklarından fazla ulviyet, yücelik, kutsallık atfetme eğiliminiz güçlüyse en ufak bir hatada hayal kırıklığına uğrayacaksınız. En ufak bir eleştiriye tuhaf tepkiler vereceksiniz. Duygu dünyanız karmakarışık olacak çünkü meseleye duygularınızla bağlısınız, aklınızla değil.

 

Evet! Bir iddia ne kadar büyük, kapsayıcı ve mutlak ise hassasiyeti o ölçüde kırılgandır.

İnsan, terakkiye açık bir varlıktır. Terakki var ise her aşamanın bir öncesi hatalı, eksik, kusurlu olmak zorundadır. Ayrıca terakki mutlak manada tamamlanabilir bir yolculuk da değildir. 

 

Bir insanın en kolay yapabileceği şey formal ve informal mantık hatalarını kitaplardan çalışıp öğrenerek uygulamaya çalışmaktır. Bu bile tek başına insanı birçok mantık hatasından korur.

 

Diğer yandan duygusal odaklanma ve kilitlenmelerden, duygusal pozitif-negatif tepkilerden kaynaklanabilecek hataları dikte etmek önemlidir. Çoğu insan duygularını kontrol etmez. Böyle bir ihtiyacı olduğunu bile düşünmez. Dindarlar da dahil olmak üzere insanların çoğu, duyguları hep güçlü bir şekilde yaşamayı teşvik eder. Ancak aslında insanın “Ben şu anda duygusal bir etki altındayım. Bu haldeyken sağlıklı düşünemem. Bundan kurtulana kadar düşünce üretmeyi, konuşmayı, yazmayı durdurmalıyım.” demesi gerekir. Bunun için mesela hukuk sistemlerinde hakimlerin kendi alt ve üst soylarının davalarına bakamayacaklarına ilişkin kurallar yer alır. Bunun gibi önlemler alınmıştır. Bu önlemleri insanlar kendi hayatlarına da uyarlayabilmelidir. Öfkeliyken susmayı öğrenmek bunların içinde belki de en önemlilerinden birisidir. Sonuçta negatif hisleri ifade etmeme, o hislerin tesirine kapılmama gibi eğitimleri kendi üzerinde uygulamakla duygusal tesirlerden daha rahat kurtulmak mümkündür. Bu da doğru düşünmenin önündeki en önemli engellerden birini aşmayı sağlayacaktır.

 

Zihin Terbiyesi & Duygusal Terbiye

 

İnsan doğru düşünmeyi öğrenebildiği gibi duygularını fark etmeyi de öğrenebilir.

 

Kendini duygusal açıdan inceleme, bir konuda verilen kararların o esnadaki duygu durumuna göre değişebildiğini fark etme, kendisini gözlemleyerek bir meselede neşeliyken farklı tepkide, öfkeliyken farklı tepkide bulunduğunu, olaylara üzgünken farklı değilken farklı baktığını anlama… İnsan kendisine ait bu tarz resimleri biriktirdikçe kendini de olayları da buna göre değerlendirebilecektir.

 

Formal ve informal mantık hatalarını öğrenip uygulamak kendini duygusal açıdan incelemeye göre daha kolaydır. İnsana lazım gerekli olan şey ise kendisi ile duygularını ayırabilmesidir. Çünkü bizler insan olarak genellikle bir duygunun içine, suyun içindeki balık gibi batmış oluruz. Herhangi bir andaki duygumuzu yaşamak hoşumuza gider. Neşeli iken neşemizi, hüzünlüyken hüznümüzü yaşamak aynı derecede haz verir. Neşeli bir anımızda “Dünya fanidir, zevkler geçicidir, her şeyin bir sonu vardır.” diyen birisine öfkelenebiliriz. Çünkü o anda o duyguyu sonuna kadar yaşamak isteriz ve bu düşünce o anki duyguyu sonuna kadar yaşamaya engel olur. Duygusal bir tesirle söylenen sözler, üretilen argümanlar da duygusal bir şekilde ifade edilince o ifade tarzı bize daha canlı gelir ve kendimizi daha bir “var” hissederiz. Böylesi ifade sahiplerine de daha fazla yakınlık duyarız. Bu cins ifade tarzlarından uzak durmak ve bu egzersizi sürdürmek de bizi duygusallıktan bir parça daha koruyacaktır.
 

Mukayeseli Okumalar

 

Karşılaştırmalı kitaplar okumak da o konuda ufuk açıcı bir eylem olacaktır. Örneğin “Karşılaştırmalı Dört Mezhep Fıkhı” adıyla Türkçeye çevrilen bir eser buna örnek olarak verilebilir. Daha da iyisi İbn Rüşd’ün Bidayetü’l-Müctehid kitabıdır ve “Mezhepler Arası Mukayeseli İslam Hukuku” alt başlığıyla Türkçeye de çevrilmiştir. Bu kitapta müçtehitlerin bir konuda ittifak ve ihtilaf ettikleri konular karşılaştırmalı olarak ele alınır. İttifak noktaları ile ihtilafların sebepleri ve kaynakları belirtilir. Her görüşün dayanağı ve tutarlılığı incelenir. İbn Rüşd aslen Maliki mezhebine mensup bir alimdir ancak tutarlılık açısından zayıf gördüğü konularda kendi mezhebini de eleştirebilen birisidir.

 

Ya da ekonomiyle ilgileniyorsanız “İslami Yatırım Fonları - Konvansiyonel Yatırım Fonları ile Karşılaştırmalı Performans Analizi”, hukukçuysanız “Karşılaştırmalı Türk Anayasaları”, edebiyatçıysanız “Karşılaştırmalı Edebiyat” gibi eserler de o konuda ufuk açıcı olacaktır.

 

Ayrıca bir konunun veya ilim dalının kendi tarihsel gelişimine ilişkin eserleri okumak da günümüz için o konuda bir perspektif kazandıracaktır. Felsefe tarihi okuyarak felsefecilerin tarih boyunca ne söylediklerinden çok günümüze gelene kadar düşüncelerin nasıl ve ne şekilde değişebildiğini, hangi gelişmeleri yaşadığını daha geniş görebilirsiniz. Fıkıh, tefsir, hadis gibi alanlarla ilgili tarihsel eserler de vardır. Hadis tarihi okuyarak hadis ilminin oluşum, gelişim dönemlerini ve günümüze kadar nasıl geldiğini, hadis imamlarının yöntemlerini, hadislere karşı farklı yaklaşım tarzlarının özelliklerini öğrenmiş olursunuz. Aynı şey tefsir, fıkıh, kelam için de geçerlidir.

 

Dinler tarihi okumaları da bu noktada önemli açılımlar sağlama potansiyeli taşır. Budizm, Hinduizm, Şintoizm gibi dinlerin yanında pagan inançlarına dair okumalar yapmak da o kültürleri, onların dünya görüşlerini tanımada tabii ki önemlidir. Hristiyanlık ve Yahudilikle ilgili tarihsel gelişimlerin bilinmesi ve günümüzde Batıda kilisenin egemenliğini paylaşmak zorunda kalmasıyla dine yönelik toplumsal ve bireysel eğilimlerin nasıl değiştiğini, günümüzde nasıl şekillendiğini, Hristiyan ve Yahudi inançlarına göre şekillenmiş tarihsel bir geleneğe sahip olan bu kültürlerin bugünkü durumlarını daha iyi anlamak mümkündür.

 

Dua ve Doğru Düşünmeyi İstemek
 

İnsan Allah’tan doğru düşünmeyi ciddi ve ısrarlı bir şekilde istemeli. İnsanın doğru düşünmeyi, doğru konuşmayı, doğru yazmayı hedeflemesi, bunun için dua ve ıstırabının bulunması da faydalı olacaktır.
 

Allah’ım! Bana eşyanın hakikatini göster”, 

Allah’ım! Bana hakkı hak olarak göster ve ona ittiba arzusu, niyet ive iradesi ver. Batılı da batıl göster ve ondan kaçınma arzusu, niyeti ve iradesi ver”, 

Rabbim! İlmimi artır” 
 

Literatürümüze de yerleşmiş bu duaların ifade ettiği genel anlamlardan birisi şudur: Bir insan açıkça dile getirmese de “Benim inandığım, bildiğim, kanaat getirdiğim düşünceler bütün düşüncelerin ve kanaatlerin en doğrusudur. Bunlardan daha doğrusu yoktur. Esas mesele bunların ispat edilmesidir.” gibi örtük varsayımlara sahipse sırf Kur’an’da veya hadislerde geçiyor diye bu duaları diliyle söyleyerek aslında dua etmiş olmaz. “Bana eşyanın hakikatini göster.” demek eşyanın hakikatini göremediğini gösterdiği gibi “Hakkı hak olarak göster” demek de hakkı hak olarak görmüş olmama ihtimalinin her zaman var olduğunu ifade eder. Dolayısıyla insana asıl lazım olan şey, bildiklerinin o kadar da doğru olmayabileceği, bakış açısının eksik ve kusurlu olabileceği, kendisinin, hocalarının, atalarının farklı biçimlerde ve seviyelerde eksik ve gedikleri olan insanlar olabileceği gerçeğini kabul etmesidir. Böyle bir gerçeği kabul etmek insanı duygusal olarak o kişilerden uzaklaştırmamalı, onlara saygısızlığa yol açmamalı, onların yapığı güzel işleri de yok saymasına neden olmamalıdır. Bu manada o duaları az çok ihlaslı bir şekilde yapabilen bir insan yavaş yavaş doğru düşünebilen, doğru görebilen ve doğru değerlendirebilen biri haline gelebilir. Ancak “Benim mezhebim, benim meşrebim mükemmeldir. Bakış açım kesinlikle doğrudur. Aksi düşünülemez. Aksini düşünenler günahkardır, zındıktır, haindir, satılmıştır, ahmak veya cahildir.” şeklinde düşünüyorsa, bu düşüncelerini bu şekilde dile dökmese bile kalbinde böyle şeylere yer veriyorsa o zaman bu dualar da işe yaramayacaktır.

 

Örneğin namazın insanı kötülüklerden koruyacağına inanırız. Ayet açıktır çünkü. Harama bakma veya gıybet gibi kötülüklerden korunmak için birkaç ay ciddi namaz kılmak yeterli olabilir. Riya ve kibrin kalpten silinmesi için belki birkaç yıl ciddi namaz kılmak gerekebilir. Fakat daha basit kabul edilebilecek hatalar noktasında namaz kılanların o hatalara devam ettiklerini de görebiliriz. Çünkü bazı insanlar namazlarını geçiştirerek kılarlar ve buna alışmışlardır. Bu durumda o namaz kötülüklerden çok fazla alıkoymayabilir. Ancak özellikle bir insan yaptığı bir hatayı hata olarak veya yaptığı bir kötülüğü kötülük olarak görmüyorsa, onu önemsemiyorsa, o kötülükten ve hatadan sakınma iradesi adına ortaya hiçbir şey koymuyorsa, bu durumda namaz da insanı o kötülükten alıkoyma adına neredeyse hiç etki göstermeyebilir. Belki zamanla namaz kılmaya devam ettikçe yaptığı kötülüğün aslında kötülük olduğunu anlaması lütfedilebilir. Aynen öyle de, bir insan zaten eşyanın hakikatini bildiğini zannediyorsa, hakkı hak olarak bildiğini, batılı da batıl olarak bildiğini kabul ediyorsa, ilminin zaten yeterli olduğunu düşünüyorsa bu duaların pek bir etkisi de olmayacaktır, olsa da çok az olacaktır.

 

Evet! İnsan kendisinin yanlış ve eksik olabileceği ihtimalini zihninde tutmalı. Kendisine öğretilen bilgilerin, bakış açılarının, yorumların ve hükümlerin de içinde yanlışlıklar bulunabileceğini ve bunun da tabii bir durum olduğunu unutmamalı. Hata ve eksiklik adına hiç ihtimal düşünmüyorsa “İlmimi artır.” duası da etki açısından yarım kalmış olacaktır.

 



1 ) Warburton, N., A’dan Z’ye Düşünmek, Alfa Yayınları, 2016
2 ) http://www.suleyman-ates.com/index.php?id=1045:deve-sd-hads&Itemid=46&option=com_content

3 ) Hac, 30