15 dk.
07 Temmuz 2024
Mutezile, İcma ve Hadis | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Mutezile, İcma ve Hadis | Tek Parça

Soru: Mezhep tartışmalarında rivayetlerin tahrif edilmesi sebebiyle bazı Mutezile alimleri hadis rivayetlerini dini tartışmalarda delil olarak kullanışsız bulduklarını ifade etmiş ve dini otoriterin tek olası hakemi olarak toplumsal mutabakata yani ümmetin icmasına başvurmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Bu bakış açısı doğru mudur? İkinci nokta da şu: O sıralar henüz hadisler net bir biçimde sahih, hasen gibi sınıflara ayrılmadığından dolayı bu alimler böyle düşünmüş olabilirler mi?


Cevap: Öncelikle belirtelim ki, Mutezile mezhebi her konuda aynı görüşleri paylaşan alimlerin oluşturduğu homojen bir topluluk değildir. Her mezhepte olduğu gibi Mutezile içinde de farklı konularda farklı düşünen alimler olmuştur. Ehl-i sünnet dışı kabul edilen Mutezile veya Şia gibi mezheplere mensup alimler içinde oldukça makul, ehl-i sünnete yakın fikirleri olan alimler de bulunmaktadır. 

 

Diğer yandan, Mutezile alimlerinin hepsi hadis veya sünnetin bağlayıcılığı konusunda aynı görüşlere sahip değildir. Bunlar içinde hadis ilmiyle ilgilenen önemli isimler vardır. Hatta Mutezile kelamcıları genel olarak sünnetin bağlayıcı olduğu ve hadislerin delil olarak kullanılabileceği konusunda hemfikirdir. Meşhur Mutezile alimi Câhız bir yerde sünni bir alime Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusuyla ilgili tartışma nedeniyle şöyle der: “Bizi, sizi tekfir ettiğimiz ve size karşı Kur'an ve Sünnetle delil getirdiğimiz için ayıpladınız!”1

 

Demek ki öncelikle “Mutezile hadisleri tümden reddetmektedir.” şeklindeki düşüncenin düzeltilmesi gerekmektedir. Bu konu hakkında; “Mutezile, hadisleri Kur’an ve akıldan sonra delil olarak kabul eder ve sünneti de ancak bu sıralamaya göre bağlayıcı sayar.” demek daha doğru olacaktır.

 

Ayrıca Mutezile alimlerinin hadisleri kabul etme bakımından ehl-i hadis alimlerinden ayrıldığı noktalar vardır. Örneğin Nazzam, bir habere güvenilmesi için üç şart öne sürer: Haber (rivayet veya hadis) muhatabını kabule zorlamalı yahut onu nakledenin hatasız naklettiğini gösteren bir delil olmalı veya bu haberi destekleyecek bir kıyas bulunmalıdır. Bir başka Mutezile alimi Câhız da kabul edilecek bir hadiste iki şart arar: Hadisin ilk kaynağı ve isnadı ittifakla sahih kabul edilmeli, ayrıca hadisten çıkarılan hükümde ve hadisin tevilinde ihtilaf edilmemiş olmalıdır. Buradan hareketle Mutezile’nin farklı şekillerde tevil edilen hadisleri delil kabul etmediği sonucuna ulaşmak mümkündür.

 

Mutezilenin Asıl Sorunu

 

Buraya kadar bahsettiğimiz meseleler tartışılabilir konulardır. Ancak Mutezile’nin asıl problemi bu konular değildir. Mutezilenin biri eylemsel diğeri mantıksal olmak üzere iki aslî problemi vardır.

 

Mutezilenin eylemsel plandaki en önemli sorunu İslam tarihinde “Mihne” olarak bilinen süreçte yaptıklarıdır. Mihne, Abbasi hükümdarı Me’mun döneminde hicri 218 miladi 833 yılında başlar. Bu tarihte Me’mun Bağdat Valisine bir mektup yazarak bazı hadis alimlerini Kur’an’ın yaratılmış olup olmadığı konusunda sorguya çekmesini, Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul etmeyenlere ceza verilmesini emreder. Başta Ahmed bin Hanbel (ra) olmak üzere Muhammed bin Nuh gibi isimler baskı altına alınır, işkencelerden geçilir, hapislere atılır. Me’mun’dan sonraki Abbasi hükümdarları Mutasım ve Vâsik dönemlerinde de bu baskılar devam eder. Hükümdar Mütevekkil döneminde hicri 234 miladi 849 senesinde bu tartışmaların yasaklanmasıyla süreç sona erer. Ancak sürecin tam olarak bitişi Mutezile mezhebine mensup olan başkadı İbn Ebu Duad’ın görevden uzaklaştırılması ve tüm mihne mağdurlarının hürriyetlerine kavuşmasıyla hicri 237 miladi 851-852 yılında gerçekleşir. Bu süreçte Mutezile mezhebine mensup olmayan ve ehl-i hadis olarak bilinen alimler ciddi baskılara uğramıştır. Mutezile alimleri devlet gücünü arkalarına alarak kendi görüşlerini başkalarına dayatmış, o görüşlere karşı çıkanların cezalandırılmasına neden olmuşlardır. Mutezile bunu yapmamış olsaydı görüşleri hâlen yaşıyor olabilirdi.

 

Mutezilenin mantıksal veya düşünce planındaki asıl sorunu da onların özellikle eski Yunan felsefesinden öğrendikleri ve aslında doğru olmayan, mantık hataları içeren çıkarımlarda bulunmuş olmalarıdır.

 

Bilindiği üzere Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde İslam dünyasında tercüme faaliyetleri başlamış; sonuçta Tıp, Astronomi, Kimya alanlarındaki eserlerin yanında felsefe ve Hristiyan teolojisine dair eserler de Arapçaya tercüme edilmiştir. Mutezile alimlerinden Ebu’l Hüzey Allaf, Nazzam ve Câhız gibi isimler Sokrat öncesi Yunan filozoflarını okuyup tanıyan ilk Müslüman alimler olmuştur. Bu alimler özellikle Demokritos, Zenon, Epikür, Empedokles gibi isimlerin düşüncelerini öğrenmiş ve böylece İslam dünyasında entelektüel bir seviye kazanmışlardı. Diğer yandan bu isimleri Yunan felsefesini öğrenmeye iten en önemli motivasyon, gayrimüslim düşünürlerin İslam’a getirdikleri eleştirileri kendi kaynaklarından öğrenmektir.

 

Mutezile Allah’ın sıfatları konusunda kendilerine ait beş temel ilkeden birincisi olan “Tevhid” ilkesine göre oluşturdukları bir düşünceye sahiptir. Buna göre Allah Teala, zatında ve fiillerinde bir ve tek olduğu gibi sıfatlarında da bir ve tektir. Mutezilenin kurulup geliştiği dönemde Allah’ın sıfatları konusunda üç temel düşünce hakimdir: 

 

Birincisi: Cenab-ı Allah'ın bağımsız, kadîm veya ezelî manalar olarak zâtî sıfatlara sahip olduğunu söyleyen Sıfâtiyye adı verilen grubun düşüncesidir. Buna göre Allah Teala’nın zatına ait ezelî sıfatları vardır. Bu sıfatlar Allah’ın zatı ile kaimdir ve bu sıfatların hakiki/vücudî varlıkları bulunmaktadır. Ehl-i sünnet genellikle bu düşüncededir. 

 

İkincisi: Haşviyye grubudur ki Allah Teala’ya makam, cismaniyet, mekan gibi maddi anlamlar da nispet etmişlerdir.

 

Üçüncüsü: Batıniyye grubudur ki bunlar da Allah Teala’nın sıfatlarının ezelî değil sonradan oluştuğunu kabul ederler.

 

Bunların dışında Hristiyanlar da Tanrı’nın üç uknum (esas, temel veya şahsiyet) hâlinde var olduğunu, bu uknumlardan her birinin kadim/ezeli manalar olduğunu benimsemişlerdir.

 

Mutezile ise bu konuda farklı düşünür. Onlara göre Allah’ın zatından ayrı kadim manalar veya ezeli sıfatlar yoktur. Eğer Allah’ın zatından ayrı fakat zatı ile beraber bazı sıfatlar var olsaydı bu durumda taaddüd-i kudema yani kadim/ezeli şeylerin birden fazla olması gerekecekti. Bu ise tevhide aykırıdır. Dolayısıyla Allah’ın zatı ezelîdir ve O zatından dolayı Alîmdir, Rahîmdir, Habîrdir, Kerîmdir ancak O’nun İlim, Kerem gibi zatından ayrı var olan sıfatları yoktur. Allah’ın sıfatları sonradan da meydana gelmemiştir. Bu kabul edilirse mahall-i havadis yani İlahi Zatın sonradan var olan şeylere mahal olması gündeme gelecektir. Bu durum da tevhide aykırıdır. O hâlde Allah Teala ne kadîm (ezeli) ne de hâdis (sonradan var olan) sıfatlara sahip değildir.

 

Eski Yunan düşüncesinde, özellikle Neo-Platoncu gelenekte Tanrı’nın bilinemeyeceği ve ifade edilemeyeceği düşüncesi hakimdir. Bu nedenle Tanrı’nın ne olduğu değil ne olmadığı hakkında konuşulabilir ve Tanrı ancak bu şekilde bilinebilir. Çünkü Tanrı aşkındır, mutlaktır, sınırsızdır. İnsan ise hem düşünce hem dil bakımından sınırlıdır. O hâlde Tanrı nesnel olarak ifade edilemez. 
 

Bu durum daha sonra Batı düşüncesinde “Negatif Teoloji” olarak isimlendirilmiş ve sistematik hâle getirilerek yüzyıllarca önemli bir düşünce olarak varlığını sürdürmüştür. Bu düşüncenin doğuşu Platon’a kadar götürülür ancak asıl sistematize edicisi Plotinus’tur.

 

Diğer yandan yine eski Yunan düşüncesinde hem bir metafizik hem de mantık terimi olan “cevher” kavramı önemlidir. Cevher kendi başına var olan, değişmeyen, bir yüklemin konusu olabilen ancak kendisi yüklem olmayan öz varlık demektir. Tanrı da değişmeyen, hareket etmeyen, aklın ve fizik dünyanın ötesinde bir cevherdir. Bu anlayışın kelam düşüncesine sirayet etmesine cevherlerin yüklem alamayacağı görüşünün de eklenmesinin Tanrı’nın herhangi bir sıfat alarak herhangi bir yükleme tabi olmaması gerektiği şeklinde bir düşünceye yol açmış olduğu söylenebilir.

 

Sonuç olarak Mutezile alimleri kendi tanımladıkları tevhid ilkesi gereği Allah’ın zatının dışında kendilerine ait gerçek varlıkları olan sıfatlara sahip olmadığını iddia etmişlerdir. Çünkü onlara göre ezelî olan sadece Allah’tır veya Allah’ın zatıdır. O’nun sıfatları ise ezelî değildir. Allah’ın sıfatları kabul edilecek olursa ve bu sıfatlar ezelî değilse sonradan ortaya çıkmış olacaktır. Sonradan ortaya çıkınca da mahall-i havadis gündeme gelecektir. Ezeli sıfatların varlığı taaddüd-i kudemaya veya mahall-i havadise yol açacaktır. O hâlde Allah’ın zatından ayrı bir sıfatı yoktur. Bu durumda kelam sıfatı da ezelî değildir. O hâlde Kur’an da ezelî değildir yani sonradan yaratılmıştır.

 

Dikkat edileceği üzere bu çıkarım tamamıyla yanlıştır. Çünkü Allah Teala ezelî olunca O’nun ilmi de kudreti de kelamı da rahmeti de keremi de şefkati de ezeli olacaktır. Burada Allah Teala’nın yanında başka bir şeyden bahseder gibi O’nun sıfatlarının varlığının O’nun ezeliyetine zarar vermesi düşüncesi mantıken yanlıştır. Bu da büyük oranda Yunan felsefesinin konuyla ilgili teorilerinin bir yansımasıdır.

 

Bu iki problem, yani Mutezile’nin eylemsel ve mantıksal yanlışları olmasaydı hadislerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı gibi sorunlar da olmazdı. 

İcma Meselesi

 

İcma kavramı literatürde müçtehit olan İslam alimlerinin dini bir konuda fikir birliği etmeleri anlamına gelir. Ancak icma aslında bir konuda çoğunluğu değil tam sayıyı ifade eder. Bu ise ancak Allah’ın ve ahiretin varlığı, Efendimiz’in (sas) Allah’ın kulu ve Rasulü olduğu, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu, namazın farz oluşu gibi temel konular için mümkündür. Diğer konularda İslami ilimler tarihinde tam bir mutabakatın, muhalefetsiz bir görüş birliğinin olduğuna rastlanmış değildir. Hatta icmanın tam olarak ne olduğu konusunda bile bir icma yoktur. İmam Malik (ra) icma derken o dönemde tek ilim merkezi olan Medine alimlerinin çoğunluğunun fikir birliği etmesini, İmam Şafii (ra) ve İmam Ahmed (ra) ile Hanefi usulcüleri bütün beldelerdeki tüm İslam alimlerinin görüş birliğini anlamışlardır. İcmanın nasıl meydana geleceği, sükutun icma sayılıp sayılmayacağı, benzer görüşlerin hangi şartlarda icma kabul edileceği konularında da görüş ayrılığı vardır.

 

İcma tam anlamıyla oy birliği demektir. Tek bir kişinin itirazı veya muhalefeti bile bir konuda icmayı bozar. Bazı yazılarda geçen “Bu konuda İmam-ı Azam hariç icma vardır.” gibi ibareler ise tam bir mantık hatasıdır. Çünkü bırakın İmam-ı Azam gibi abide bir şahsiyeti herhangi bir alimin bile bir konuda çoğunluğa itirazı varsa orada icma yok demektir.

 

Diğer yandan pek çok tâli meselede icmanın olmaması zaten normal bir vakadır. Çünkü insan, pek çok konuda icma oluşturabilecek bir şekilde yaratılmamıştır.

 

Ayrıca bir konuda çoğunluğun taraf olduğu bir görüş her zaman doğru olmak zorunda değildir. Efendimiz (sas) ve sayıca az bir kesim Uhud savaşında Medine’de kalma, meydan savaşı yapmama taraftarı idiler ancak çoğunluk meydan savaşı istiyordu ve bu konuda sayıca az olanlar haklıydı. Yahut Efendimiz’in (sas) vefatından sonra Kur’an ayetlerinin tek bir kitap hâlinde toplanması, bir mushaf haline getirilmesi fikrinde başlangıçta tek kalan Hz. Ömer (ra) haklıydı. Dolayısıyla bir konuda çoğunluğun söyledikleri hakikat adına bir kesinlik göstermez. Azınlıkların haklı olduğu durumlar da bulunur. Elbette azınlıkta kalanlar da her konuda haklıdır denilemez. Sonuçta konsensüsün, mutabakatın hatta oy birliğinin makul olduğu yerler vardır, olmadığı yerler de vardır.

 

Özellikle ilmî meselelerde hakikat karşısında toplumsal mutabakatın neredeyse hiçbir önemi yoktur. Hakikat, kendiliğinden hakikattir. Fizikte, tıpta böyle olduğu gibi dinin teorik meselelerinde de böyledir. Uzmanlık başka bir şeydir, yöntem başka bir şeydir, toplumsal kabul başka bir şeydir. Hadis konusunda tek başına İmam Buhari’nin bir sözü o konuda binlerce kişinin görüşünden daha önemlidir. Fizik konusunda da Newton’un dedikleri çoğunluğun kabulünden daha mühimdir.

 

Mutezilenin icma anlayışı da geleneksel sünnî icma anlayışından çok farklı değildir. En azından mahiyet itibariyle aralarında bir örtüşme olduğu görülür. Ancak Mutezile, özellikle Kâdî Abdülcebbar gibi isimler icmanın sadece dini konularda değil dünyevi konular için de geçerli olduğunu savunurlar. İcma hakkında diğer mezheplerden ayrı düşündükleri noktalar olduğu gibi diğer mezheplerle örtüştükleri noktalar da olmuştur ancak bu tip ayrışma ve örtüşmeler zaten her mezhep için söz konusu olabilmektedir.

 

Mutezile ve Hadisler

 

Mutezilenin hadislerin inkârı yerine icmayı önerdiği iddiası aslında temelsizdir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Mutezile mezhebi hadisleri delil olarak reddetmez. Ancak aklî çıkarımları Yunan felsefesinin usullerine göre kullanıp vardıkları sonuçları o kadar önemsemişlerdir ki kendi çıkarımlarına uygun bulmadıkları hadisleri akla uygun olmadığı gerekçesiyle reddedebilmişlerdir. Günümüzde de bu yanlış alışkanlığın devam ettiğini görmek mümkündür.

 

Dolayısıyla Mutezilenin hadisler konusundaki sorunu hadislerin sahih-hasen gibi sınıflara ayrılmaması değildir. Zaten örneğin Hicrî beşinci asırda da Mutezile mezhebi devam etmektedir ve bu asırda hadisler sahih, hasen, zayıf gibi sınıflara çoktan ayrılmış durumdadır.

 

Bu noktada Mutezilenin hadisleri reddetmediğini kabul etmek gerekir. Ancak onların akıl kavramına yükledikleri anlamı iyi anlamak, bu mezhebin hadisler, sünnet veya diğer şer’î delillere yaklaşımını da daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

 

İslam fıkıhçıları şer’î delilleri genellikle kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak kabul ederler. Diğer deliller ise bunların türevleridir. Mutezile bunların yanında müstakil olarak bir de “akıl” maddesini ekler. Ancak Mutezile’nin “akıl” kavramı dini değil felsefi bir kavramdır. Burada kastedilen felsefe ise Yunan felsefesidir. 

 

Mutezile’nin akıl yürütmelerle ulaşılacak sonuçları objektif, kesin bilgiler, doğruluğu tartışılmaz sonuçlar olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu noktada Yunan felsefe geleneğinin ve o geleneğin bir ürünü olan akıl yürütme tarzının sübjektif karakteri göz ardı edilmiş olmaktadır. Çünkü Yunan felsefesi geleneğinde de hem felsefî hem mantıksal açıdan azımsanmayacak ölçüde yanlışlıklar vardır.

 

Bir diğer sorun da şudur: Mutezile, felsefe geleneği içindeki akıl yürütme tarzıyla ulaştığı sonuçları Kur’an ayetlerine, Efendimiz’in (sas) hadislerine de uyarlamış, bu uyarlamalardan sonra bazı dini hükümlere ulaşmıştır. Bu hükümler genellikle kelam konularıyla ilgili olmuştur. Bir konuda dini bir hüküm vermek bir yönüyle “Kur’an’ın bu konudaki hükmü şudur.” demektir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Bir konuda bir insanın Kur’an’dan kendi anladığı şey farklı, Kur’an’ın asıl kastı farklı olabilir. Dolayısıyla “Benim Kur’an’dan anladığım şudur.” demek ile “Kur’an’ın anlattığı şudur.” demek farklı şeylerdir. Hakkında açık hüküm bulunmayan konularda Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarılacağı zaman bu ayrıma çok dikkat edilmelidir. Aksi halde sadece çıkarılan hükmün yanlış olması değil farklı toplumsal ve siyasi komplikasyonlar da oluşabilecektir. Zaten “Mihne” dönemi boyunca Mutezilenin düştüğü yanlışlığın asıl nedeni de budur.

 

Cedel ve Mutezile

 

Mutezilenin İslami ilimler tarihine bıraktığı kötü bir miras olan cedel ve cedelleşme hakkında da birkaç şey söyleyerek konuyu bitirelim:

 

Aslında cedel ve cedelleşme sadece Mutezilenin ürünü sayılmaz. Hatta bir ilmî disiplin olarak cedel, Mutezileden sonra sistemli bir hale getirilmiştir. Ancak burada asıl mesele cedel ilmi ve onun teorik esasları değil, daha çok “cedelleşme” olarak adlandırabileceğimiz karşılıklı tartışma, daha doğrusu münakaşa meselesidir.

 

Cedelleşme aslında dinimizce pek hoş görülmez. Cedel konusu eğer bir hakikat ise bu durumda cedelde karşı tarafın susturulması, mağlup edilmesi hedeflenmemelidir. Asıl mesele karşı tarafın hakikati fark etmesini sağlamak olmalıdır. Bu, konuşma veya tartışma ahlakının en önemli yönlerinden biridir. Ancak cedelleşmede asıl motivasyon karşı tarafı alt etmektir. Bu da hakikati ortaya koyacak bir yöntem olmaktan uzaktır.

 

Efendimiz’in (sas) hayatına baktığımızda da insanları hakka ve hakikate davet ederken asla cedelleşmediğini ancak muhatabının hakikati fark etmesi için onun zihnindeki engelleri bertaraf etmeye matuf bazı girişimlerde bulunduğunu görürüz. Örneğin Husayn ile konuşurken ona kaç tane ilaha ibadet ettiğini sormuş, Husayn’ın “Yedi ilah.” demesi üzerine “Sana bir zarar eriştiğinde hangisine yalvarıyorsun?” demiş, Husayn “Göktekine.” diye cevap vermiş, “Malın helak olduğuna kime yalvarıyorsun?” sorusu üzerine Husayn yine “Göktekine.” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz (sas) “Senin isteklerine cevap veren yalnız bir ilah iken ne diye başkalarını O’na ortak koşuyorsun. Şükrederek onları razı ettiğini mi sanıyorsun yoksa seni helak etmelerinden mi korkuyorsun?” diyerek son noktayı koymuştur. Daha sonra Husayn’ın Müslüman olması üzerine ona kendi karakterine ve içinde bulunduğu psikolojik duruma uygun bir dua öğretmiştir.(2)

 

Efendimiz’in (sas) usulü bu iken daha sonraki dönemlerde Mutezile gibi grupların cedelleşmeler ile iman hakikatlerini çok farklı bir boyuta taşıdıklarını, o hakikatleri adeta üzerinde tepinilecek birer felsefe konusu durumuna düşürdükleri görülür. Bu da İslami ilimler tarihinde belirtileri hâlâ devam eden hastalıklı bir duruma dönüşmüştür. Bu hastalıklı durumu Yunan felsefesi akımına tutku derecesinde bağlılığın bir yan etkisi olarak görmek de mümkündür.

 

Allah Teala’dan Kur’an ve sünneti kendi razı olacağı selîm bir akılla anlamımızı bizlere nasip etmesini diler ve dileniriz.

 


 

1 Cahız, Halku’l-Kur’an, c. 3, s. 296, aktaran: Ayhan Tekineş, İlk İslam Rasyonalistleri Mu’tezile ve Sünnet makalesi, İLAM Araştırma Dergisi, s. 87
2 Tirmizi, Deavat, 69