26 dk.
09 Mayıs 2024
Namazın Önemi ve Namaz Kılanla Kılmayanın Farkı | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Namazın Önemi ve Namaz Kılanla Kılmayanın Farkı | Tek Parça

Soru: “Namaz dinin direğidir.” deniliyor. İslam'da namazın bu kadar önemli bir yere sahip olmasının sebebi nedir? Namaz kılan bir insanla namaz kılmayan bir insan arasında neler fark edecektir?

 

Cevap: Meselenin çok boyutlu olması nedeniyle her boyut ayrı maddeler halinde beyan edilecektir.

 

Birincisi: Bir insanın yazar olması o insanın bir konu hakkında bir şeyler yazıyor olması demektir. Belli bir ceket, fular, gözlük, duruş, saç veya sakal gibi göstergeler yazarlar için görüntü açısından belli bir imaj oluştursa da bunlar tek başına bir kişinin yazar olması için yeterli değildir. Yazar olmanın esası yazmaktır.

 

Yazılımcı olmak program yazmak demektir. Yazılımcı olmak isteyen birisi konuyla ilgili onlarca eğitim videosu da izlese, defalarca kurslara da katılsa, pek çok kitap da bitirse bir program yazmadıkça, o programı kontrol etmedikçe, çalıştırıp denemedikçe, gerektiğinde programın bazı yerlerini değiştirip tekrar yazmadıkça yazılımcı olamayacaktır.

 

Tıpla ilgili ciddi bir eğitim alıp kütüphaneler dolusu kitap da bitirse hiç hasta bakmayan, tıp bilgisine dair insanlara hiçbir şey söylemeyen ve hastalar üzerinde o bilgisini uygulamayan bir insana doktor denilmesi abes olacaktır.

 

Aynı şekilde “kulluk” da kul olmak demektir. Bir kulun her şeyden önce kulluk etmesi gerekir. Namaz da o kulluktur. Oruçta da zekâtta da kulluk manası vardır. Ancak namaz o kulluğu tam ve tek olarak ortaya koyan en önemli husustur. Hayatında kulluk olmayan bir insana kul veya mümin dememiz de bir yönüyle abestir. Bu mana zuhurunun şiddetinden dolayı görünmeyebilir. Fazlasıyla açık ve temel bir mana olduğu için her zaman fark edilemeyebilir. Ancak meselenin temeli, esası budur.

 

İkincisi: Bazı meseleler doğrudan Allah'ın tercihlerine bağlıdır. “Niye insanın C vitaminine ihtiyacı var? Niye portakalda C vitamini bulunur?” gibi soruların cevapları ancak bu şekilde verilebilir. O cevap da “Çünkü Allah Teala bu durumu böyle takdir etmiştir.” şeklinde olabilir.

 

Benzer şekilde Allah Teala namaz için yukarıda saydığımız bereketleri takdir buyurmuştur.

 

Nasıl ki depresif durumlarda klinik psikolojide olmasa bile bazı psikologlar yeterince güneşlenmeyi, günde ortalama 25 dakika kadar spor yapmayı tavsiye ederler. Çünkü Allah Teala güneşe ve güneş ışığına, spor yapmaya pek çok hikmetlerinin yanında bu tür hikmetler de bağlamıştır. Yahut başımız ağrıdığı zaman parasetamol alırız. Çünkü sinir hücrelerimiz ile parasetamol arasında var olan bir ilişki ağrılara da iyi gelecek şekilde takdir edilmiştir. Aynı şekilde Cenab-ı Hak namazı da bir açıdan böyle takdir etmiş, namaza maddi ve manevi hayatımız için son derece önemli ve faydalı hikmetler bağlamıştır.

 

Bu yönüyle de kişiyi daha sağlam, ayakta, dik tutması nedeniyle namaz için “Dinin direğidir.” denilmiştir. Bu direği ister bir binanın taşıyıcı kolonları anlamında direk olarak, ister bir geminin yön kontrolü için kullanılan direk olarak anlayabilirsiniz. Ancak elektrik enerjisini merkezden evlere dağıtan elektrik direkleri gibi düşünmek de mümkündür. Bu da bize namazın merkezî veya hayatî bir öneme sahip olduğunu, bu nedenle de “direk” metaforuyla nitelendiğini gösterir.

 

Efendimiz (sas) namaz konusunda oldukça hassas olduğu gibi sahabe efendilerimiz de bu konuya çok ciddi önem vermişlerdir.

 

Efendimiz (sas) bir yerde “Kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terk edilmesi vardır.”1 buyurur. Buradaki küfür ve şirk; dinden çıkma, artık Müslüman ve mümin olmama anlamında küfür değildir. Bahsedilen küfür bazı yorumculara göre nankörlük anlamındaki küfürdür. Sonuçta namaz kılmayan kafir değildir. Ancak zaten namazın terk edilmesi başka bir husus hiç kılınmaması ayrı bir husustur. Diğer yandan namazın tamamen terk edilmesi kişiyi küfre kadar götürecek bir kötülük yoluna sokacak kadar ciddi bir husustur. Sahabe efendilerimizden bazıları da namazı terk edenin Efendimiz (sas) ve getirdiği hakikatlerle bağının kesildiğini düşünür. Hz. Ömer’in (ra) “Namazı terk eden kimsenin İslam’dan nasibi yoktur!”2 gibi sözlerini de bu manasıyla anlamak gerekir. Yani Hz. Ömer (ra) gibi büyük sahabiler namazı terk edenin Efendimiz’in (sas) getirdiği hakikatlerle bağının kalmayacağını düşünmektedirler. Çünkü Efendimiz’in (sas) söylediklerine kulak verme, onları önemseme, o söylenenleri hayata geçirme, bu motivasyonu sürdürme ancak namazla mümkün olmaktadır. Aynen şarj veya internet kablosunun kesilmesiyle telefona elektrik ve internet gelmemesi gibi, namazı terk eden insanın kalbine de Efendimiz’in (sas) tebliğ buyurduğu iman hakikatlerinin nuru kesilecektir. Ancak bu dinden çıkmak, kafir olmak anlamına da gelmemektedir.

 

Bir insanın hayatında namaz olmayınca onun iç dünyasında din var olamıyor veya çok dar bir hâlde var olabiliyor. Dinin insanın iç dünyasında çok dar bir şekilde var olması ise şu demektir: İnsanlar genellikle kendilerini, belli durumlarla imtihan edilmedikçe başkalarından daha iyi zannederler. Bu nedenle bir insanda o konuda soyut veya gaybî kanunlara dayalı bilgi yoksa bir meseleyi hayatında niye tuttuğuna dair bir fikir insanda canlanmayabiliyor. Örneğin, pek çok trafik kazası istatistiğinden biliyoruz ki; emniyet kemeri trafik kazalarında ölme riskini yarıya yakın oranda düşürmektedir. Ciddi bir trafik kazası yaşamamış sürücülerden azımsanamayacak bir kısmı emniyet kemeri takmamaktadır. Bunun nedeni olarak da emniyet kemerinin sıkması gibi hususları gösterirler. Ancak az buçuk ciddi bir kaza yaşayan sürücüler emniyet kemeri takmanın önemini daha iyi anlamakta ve daha yüksek oranda o kemeri takmaya devam etmektedirler. Aynı şekilde namaz kılmayan insanlar da namaz için “İnsanı zorluyor. Her gün kılmak gerektiği için hiç bitmeyecek gibi geliyor. Açık bir faydası görünmüyor.” diyebilirler. Fakat dikkatli bir iç veya dış gözlemle anlaşılacaktır ki; mümin bir kişinin hayatındaki sarsıntı anlarında onun doğru, ahlaklı, iyi bir insan kalmasını sağlayacak şey o namazdır. Ancak çoğunlukla geleneksel dindarlığın görüldüğü yerlerde namaz, kalitesine pek dikkat edilmeden kılınmaktadır. Bu tür namaz namazın kendi aslî hâlini ifade etmez. Biz ise “namaz” derken kendi aslî hâlinden, belli bir kaliteye sahip namazdan bahsediyoruz. Gerçek bir namaz kişiyi pek çok manevi sarsıntı durumlarında koruyacak en önemli husustur.

 

Yine “…namaz insanı fuhşiyattan (her türlü aşırılıktan ve hayasızlıktan) ve münkerden (kötülükten) alıkoyar.”3 ayetini biliriz. Buradaki alıkoyma her seferinde tek bir defa gerçekleşecek mekanik bir engelleme gibi anlaşılmamalıdır. Dolayısıyla bir insan tek bir vakit namaz kılsa onun içindeki bütün kötülükler silinecek değildir. Ancak kaliteli, huşu ve ihlas içinde, iç kalitesine dikkat edilerek kılınan ve bu şekilde devam edilen namaz yavaş yavaş insanın iç dünyasını temizleyecek, güzel ahlak üzerinde sabitleyecek, netleştirecektir. Temeli derinlere inen her açıdan çok sağlam bir bina gibi namaz da insanın manevi dünyasında kök salacak, onun maneviyata daha sıkı tutunmasını sağlayacak, böylece onu kirlerinden adım adım arındıracaktır.

 

Zaten Kur’an’da namazın en çok “ikame” fiiliyle zikredilmesinin bir esprisi de budur. İkame etmek, düz manasıyla kaldırmak, dikmek, dik hâle getirmek demektir. Bir binayı dikerek yükseltmek o binayı ikame etmek olduğu gibi bir savaş esnasında bayrağı taşıyan kişinin şehit düşmesiyle yere düşen bayrağı kaldırmak da bayrağı ikame etmektir. Bu nedenle bir mümin namazı ikame ettikçe, yani tadil-i erkâna, huşu ve ihlasa dikkat ederek namaz kıldıkça ve namazına bu şekilde devam ettikçe namaz da o mümini ikame edecek, iç dünyası itibariyle ayağa kaldıracak ve yükseltecektir.

 

Üçüncüsü: Namaz var ve namaz var…

 

Maalesef insanda var olan gaflet nedeniyle hem fiziksel hem duygusal hem de zihinsel olarak tembelliğe güçlü temayülümüz var. Bazı eylemlerimiz nedeniyle genellikle yaptığımız şeyleri anlamını harcayarak yapabiliyoruz.

 

Örneğin bir öğrenci ders çalışırken not tutmanın faydalı olacağını, böylece çalıştığı konuları daha iyi anlayacağını düşünür ve çalışırken not tutmaya başlar. Not tutmak aslında mantıklı ve faydalı bir uygulamadır. Ancak pek çok öğrenci not tutarken çalıştığı konuyu tam anlamadan sadece kitaptaki yazılanların bir kısmını defterine aynen aktarır, bir an önce çalıştığı konunun bitmesi için not tutmakta acele eder. Konunun üzerinde gerçekten düşünmeye ihtiyaç duymaz. Ancak notların başlıklarını renkli kalemle, vurgulanması gereken yerleri ayrı renklerle yazmayı da ihmal etmez. Notların biçimine dikkat ederken anlam içeriği konusunda pek kafa yormaz.

 

Üniversiteye hazırlanan bir öğrenci eğitim koçunun tavsiyesi üzerine günde dört yüz soru çözmeye başlar. Bir sonraki aşamada altı yüz soru çözmeye başlar. Ancak çözdüğü sorular genellikle zaten bildiği ve artık iyice anladığı konulardır. Kendisine asıl fayda verecek, üzerinde düşünmesi ve zorlanması gereken konularla ilgili soru çözmekten ise kaçınır.

 

Yahut bir kitapsever okuduğu romanları baştan sona bitirmektedir ancak olay örgüsü, giriş, gelişme ve sonuç aşamaları, diyaloglardaki duygu ve düşünce bütünlüğü, anlatım tarzı gibi bir romanı asıl roman yapan unsurları hiç anlamadan romanı bitirmiş olabilir.

 

Bu örneklerdeki gibi, pek çok insan her nedense bir konuda asıl işe yarayacak meseleleri göz ardı etmeye, meselenin odak noktasını kaçırmaya, zihinsel, duygusal ve fiziksel tembelliğe eğilim göstermektedir. Sonuçta meselenin asıl anlamını, o meseleye anlam kazandıran temel noktayı kaybetmektedir.

 

Ek olarak, insanlar çoğunlukla asıl anlamı tam tersine çevirebilmektedir. Bu nedenle örneğin Ramazan ayı Allah Teala’ya yaklaşmakta, insanın kendini değiştirmesinde mükemmel bir fırsat iken kocaman bir yeme-içme şölenine dönüşebilir. Ramazan’ın esas noktalarından birisi açlık olduğu hâlde o ayda gıda ürünlerine talep de gıda fiyatları da artış gösterir.

 

Benzer şekilde insanların Kur’an’la ilişkileri genellikle sadece onu telaffuz etmek ve harflerini seslendirmek üzerine kuruludur. Şüphesiz bu da kıymetlidir. Ancak Kur’an’ın genel mesajları, ayetlerin anlamları ve birbirleriyle irtibatları, mana üzerine tefekkür etme, o mananın iç dünyaya nüfuz etmesi için gayret gösterme gibi çabalara çok az rastlanır.

 

Bu bağlamda namaz; çok büyük, çok önemli ve çok esaslı bir ibadettir. Fakat genel gafletimiz nedeniyle, üstelik o gafletin toplumun geneline mâl olması ve adeta bir kültür haline gelmesiyle o namaz nesillerin birbirine aktardığı bir ritüel hâline gelmiş olabilmektedir. Dolayısıyla namaz, maalesef pek çok namaz kılana da faydasını az gösteren, bazen hiç göstermeyen, bazen de hakiki potansiyelinin belki yüzde birini ancak yansıtan bir ibadet durumunda kalmıştır diyebiliriz.

 

1969 yılında Ay’a iniş yapan Apollo 11 uzay aracının bilgisayarı AGC olarak bilinmektedir. Bu bilgisayarın hafızası 80 kilobayttır ve saniyede sadece 40.000 işlem yapabilen bir işlemciye sahiptir. Bugünün bilgisayar teknolojisi ise bundan çok daha ileridir ve günümüzün en kötü cep telefonları bile çok daha geniş bir hafızaya ve işlem gücüne sahiptir.

 

Konuya bu açıdan da bakabiliriz: Namazda çok büyük bir güç vardır fakat bazı ihmaller nedeniyle o gücün bazen onda biri bazen yüzde biri ancak açığa çıkabilmekte, insana ancak o kadar fayda sağlayabilmektedir.

 

O hâlde diyebiliriz ki; namaza sadece namaz olarak bakıp da onun özelliklerinden, iç dinamiğinden, asıl manasından bahsetmeyince, bunlar üzerine düşünmeyince, derslere sadece katılan ama dersleri hiç dinlemeyen, yoklama kağıdına imza atıp çıkan bir öğrencinin durumuna düşmek ihtimali yüksektir. Bu tarz bir durumda namaz, kişinin hayatında hakiki anlamını büyük ölçüde kaybedecektir.

 

Ancak yanlış anlaşılmasın: Namazın hakiki anlamını kaybetmesi namazı tamamen terk etmek değildir. Namazlarını arada sırada kılan için de beş vakit hiç geçirmeden kılan için de bu anlam kaybı söz konusu olabilir.

 

Bu noktada bir dipnot daha düşelim: Derslere sadece devam zorunluluğu olduğu için katılan, yoklama kağıdına imza atmak için derse giren ancak dersi tam dinlemeyen bir öğrenci o derse hiç katılmayan, yoklama kağıdına dahi imza atmayan bir öğrenciden daha fazla aşina olacaktır. Kulağı dersin sonuna kadar öğretmende olmasa da dersi dinlemek için dikkatini derse vermese de hatta bir köşede başka şeylerle meşgul olsa da ders anlatılırken kulağına bir şeyler çalınacaktır.

 

Dolayısıyla namaza öyle veya böyle sırf şekil açısından dahi olsa devam eden bir insanın (harici olarak çok ciddi manevi arızaları yoksa) namazdan tamamen nasipsiz olacağını söylemek makul değildir.

 

Bununla birlikte gerçekçi olmamız gerekirse, namaz kılan pek çok insanın namazdan yeterli verimi alamadığını, namazdan yeterince faydalanamadığını kabul etmeliyiz. Eğer bunu görmez ve kabul etmezsek namazın bir formalite, çok da anlamlı olmayan bir ritüel ve sonuç getirmeyen bir uygulama olduğu zannedilebilir.

Dördüncüsü: Aslında “İslam’da namazın bu kadar önemli olmasının sebebi nedir?” sorusu bir yönüyle “İnsan yaşamı için oksijen neden bu kadar önemlidir? Canlılar neden beslenmeye ihtiyaç duyar?” sorusu gibidir. Bu tür soruların cevabı bizzat kendileri olduğu için harici irtibatlar kurularak bazı sonuçlara ulaşma bir parça zorluk içerebilir. Ancak yine de meselenin esasıyla ilgili birkaç hususu belirtelim.

 

a) İnsanlar kendilerinin “bir şey” olduğunu varsayarlar ve kendilerini öyle ifade ederler. “Ben iyi bir insanım.” ifadesi bunu gösterdiği gibi “Ben kötü bir insanım.” ifadesi de “Ben çalışkan ve yumuşak huylu biriyim.” ifadesi de bunu gösterir. İnsanlar bu nitelikleri soyut bir biçimde, zatî bir özellik olarak hem kendileri hem de başkaları için düşünebilirler. Oysa başkaları da biz de kendimizi söylemlerimizle veya zanlarımızla, hayallerimizle değil eylemlerimizle inşa ederiz. Bu nedenle somut bir şeyler yapmadan, gerekirse mücadele etmeden iyi insan olunabileceğini düşünmemek gerekir. Hayatında bugün bir iyilik yapan, sonraki gün tekrar iyilik yapan, bir kötülüğü kendi aleyhine olsa bile yapmayan, içinden öfkelendiği halde öfke duygusuna esir olmayan, kavga etmeyen, gıybet edilen bir ortamda gıybete kendini kaptırmayan ve benzeri iyilikleri, salih amelleri yapan bir insan gibi… Bu nedenle bizler “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” demekle veya “Allah var ve bizi yarattı, bizden şu salih amelleri yapmamızı istiyor.” diye düşünmekle direkt bir dönüşüm yaşamayız. Ancak o istikamette somut bir şeyler yapa yapa dönüşürüz. Bu dönüşümü bir kütük parçasının sağını solunu kesip biçerek kıymetli bir mobilyaya veya değerli bir sanat ürününe dönüşmesine benzetebiliriz. Yahut bir et parçasının henüz çiğ, tatsız ve bakterilerle dolu bir hâldeyken yağ ve baharatlarla marine edilmesi, bu şekilde pişirince yenebilecek bir kıvama gelmesi şeklinde de anlayabiliriz. Klasik örnek olarak kömürün elmasa dönüşmesini de düşünebiliriz.

 

Bu şekilde düşününce namazın bize en temel faydasını da anlamış olacağız: Namaz, bizi kul hâline getiren; sadece yeme, içme, barınma ve üremeyle ilgilenip sonra da ölüp giden canlılar dışında Allah’a yönelme ve O’nunla muhatap olabilme keyfiyetine yükselten en önemli vesiledir. Bizler elbette hakikatte birer kuluz. Bizim dışımızda var olan gerçeklik budur. Ancak kendi sübjektif dünyamızda da, iç alemimizde de bizi kul yapacak, o şuura ulaştıracak şey namazdır.

 

Beşincisi: Namazdaki hareketler bizim günlük hayatımızda uyguladığımız, alışık olduğumuz hareketlerden çok farklıdır. Başlarken ellerimizi omuzlarımıza veya kulaklarımıza kadar kaldırarak başlamak, yine ellerimizi önümüzde bağlayarak veya yan taraflara salarak belli bir yöne (kıbleye) doğru ayakta durmak, rükûya eğilmek, secdeye kapanmak, otururken sağ ayağı dikmek, parmakları geriye doğru bükmek, bitirirken başımızı sağ ve sol omuzlarımıza doğru çevirmek… Bütün bunlar normal hayatta pek uygulamayacağımız hareketlerdir. Zaten namaz dışındaki normal hayatımızda bu hareketler pek işimize de yaramaz. Normalde yapmayacağımız bu hareketleri sadece Allah Teala emretti diye ve Efendimiz’in (sas) bir tür modellemesiyle bize öğretilen ayetleri, sureleri, duaları ve zikirleri okuyarak belli bir formda yapıyor olmamız… Bu hareketlerin oluşturduğu formata girmeden önce gereken temizlikleri yerine getirmemiz, abdest almamız, namaz kılacağımız yerin ve üstümüzün başımızın temizliğine dikkat etmemiz, her bir namaz için ayrılan özel vakitlere riayet etmemiz, başlamadan önce ne yapacağımıza ve ne yapmakta olduğumuza dair şuurumuzu toparlayıp niyet etmemiz… Bunların tamamı günlük hayatın olağan akışına ters uygulamalardır. Ancak günlük hayatın doğal akışı bizi Müslüman veya mümin kılmaz. Sadece günlük hayatın akışına ters olan bu uygulamalar bizi biz yapar, Müslüman ve mümin kılar. Bu konuda elbette orucun da haccın da zekâtın da kendilerine göre bir Müslüman ve mümin kılma potansiyelleri vardır. Özellikle de zekât bizim kendimizi en fazla biz olarak hissettiğimiz ibadettir. Kendi kazandığımız ve kendi harcadığımız malımızın zamanı, miktarı, mekânı konusunda bize hiç sorulmadan, hiç aldırmadan “Bu kazandığını şu şekilde vereceksin! Kendine ait olan şu kadar maldan-paradan vazgeçeceksin!” emri üzerine ve kime verileceğinin seçimi de bize bırakılmadan “Ancak şu özellikteki kimselere vereceksin!” buyurulduğu için biz zekât veriyoruz. Bu da çok önemli bir ibadettir. Ancak bizi metamorfoza sokacağı için, dahası bizi bir böcek olmaktan kurtarıp insana dönüştüreceği için çok kıymetli, çok anlamlı ve bir hayvandan insana dönüştürme gücüne sahip olan tek şey namazdır. Bu nedenle bir namaz vakti içerisinde bizler Hz. Mevlana’dan (ra), Hz. Abdülkadir Geylani’den (ra) bir şeyler okusak, tefekkür etsek, onlardan bir parça istifade etmiş oluruz. Ancak namaz olmadan kul olduğunu anlama konusundaki o bütünlüğü yakalamamız mümkün olmaz. Bir yönümüzle toplumsal bir varlık olduğumuz için cemaatle namaz gibi önemli bir rükne ittiba ederek bazen de yalnız bir şekilde namaz kılarak kendimizi Müslüman kılabiliriz.

 

Altıncısı: Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak; bizler genellikle “Bir insan dindar olduğu için namaz kılar.” diye düşünürüz. Namaz kılmamızı var olan bir başka özelliğin sonucu olarak görürüz. Bu düşünce tamamen yanlış değildir, doğru tarafları da vardır. Ancak hakikatte bir insan namaz kıldığı ve namaza devam ettiği için, kılmaya devam ettiği bu namazını da belli bir kaliteye kavuşturduğu kadar Müslümandır veya mümindir. Namaz kılmaya devam ettiği ve namazında kaliteye dikkat ettiği kadar iman ve İslam o insanda devam edecektir. Elbette zekâtın, orucun, sadaka ve sair güzelliklerin de önemi büyüktür. Tuğla üstüne tuğla koyarak bir bina inşa etmemiz, harfleri yan yana koyarak güzel bir cümle oluşturmamız gibi bütün bu güzellikleri de üst üste koyarak kendimizi inşa etmiş, kendi hayatımıza dair anlamlı bir cümle kurmuş oluruz.

 

Yedincisi: Namazın günlük hayat içinde fiziksel zorluğu aslında çok azdır. Bir insan günde sadece bir saatini ayırmakla gün içindeki farz namazlarının tamamını rahatlıkla eda edebilir. Nafileler ve tesbihat için vakit de kalır. Namazın gün içindeki zorluğu yolculuklar, iş ve okul hayatının bazı olumsuz şartları nedeniyle bir parça artabilir ancak onlar da küçük ayarlamalarla aşılabilecek zorluklardır. Namaz konusunda asıl zor olan şey, namazı aradan çıkarılacak bir formalite olarak görmemek, onu geçiştirir gibi kılmamak, belli bir kalitede eda etmeye çalışmak ve bunu devam ettirebilmektir. Çünkü namaz nefsin serkeşliğine mâni olmaktadır.

 

Bilindiği gibi bizler insan olarak ruhen daraldığımız vakitlerde de çok neşeli olmak istediğimiz vakitlerde de zamandan ve mekândan kopmayı arzularız. Bu kopuşu sağlayacak kaçamaklar bulur ve uygularız. Bazen bir bilgisayar veya telefon oyunu, bazen sosyal medya, bazen bir dostumuz veya sevdiğimizle beraber vakit geçirme bizi zamandan ve mekândan koparır. O anlarda bir şey düşünmemiz veya öğrenmemiz gerekmediği için kendimizi ferahlamış zannederiz. Özellikle orta ve uzun vadede canımızı sıkacak şartlarla karşılaşmayı hiç istemeyiz. Ancak namaz tam da bu kaçış eğiliminin karşısında, bizlere zamanla da mekânla da mecburen bağ kurduran, kendimizi ve çevremizi fark etmemizi sağlayan, şuurlu olma gerekliliğini sağlayan bir ibadettir.

 

Diğer yandan insan çok unutkan bir varlıktır ve bunun genellikle farkında değildir. Çoğumuzun, aklımıza gelen bir şeyi yapmak için oturduğumuz yerden kalkıp o işi yapacağımız yere gittikten sonra ne yapacağımızı unuttuğumuz olmuştur. Bunun ötesinde hayata dair temel kararlarımızı, motivasyonlarımızı, bizim için çok önemli olan hususları zihinsel olarak da duygusal olarak da unuturuz. Bazen iş yoğunluğundan dolayı çocuklarına yeterince zaman ayıramayan bir baba çocuklarından biri ciddi bir hastalığa yakalandıktan sonra pişman olur ve çocuklarıyla daha çok vakit geçirmek için kendine söz verir. Ancak çocuğu iyileştikten sonra verdiği sözü unutur. Kilo fazlası ve hareketsiz yaşam tarzı nedeniyle kendisine şeker başlangıcı teşhisi konulan bir insan bundan sonra kilo vermeye, hareketli yaşamaya söz verir ancak hastalıkta kısa bir gerileme görülünce bu konudaki gayretlerinden vazgeçebilir. Bir bölgede şiddetli bir deprem musibeti yaşanır. Yıkıntılar, ölü ve yaralı insanlar gündeme gelir. Bir insan bu haberleri izler. Dünyanın faniliğini hatırlar. Dünyaya ve geçici nimetlere eskisi kadar önem vermeyeceğine dair kendi kendine söz verir ancak o duygusal gerilim zaman içinde unutulur ve tekrar dünyaya dalar. O hâlde insana bazı şeylerin sık sık hatırlatılması gerekmektedir. Ancak insan aynı zamanda hatırlatmaya karşı da kapalıdır. Özellikle baştan bir konuda ciddi bir kredi tesis edilmemişse, bir mesele hayatında yer edecek şekilde oturmamışsa, o konuda maddi ve manevi bir birikim oluşturmamışsa dışarıdan gelecek hatırlatmalara karşı kapalıdır. Bu durumda insanın bazı hususları kendi kendine hatırlaması gerekecektir. Bu nedenle günde beş defa, teheccüt, kuşluk gibi nafileler de eda ediliyorsa günde belki yedi-sekiz defa namaz kılmakla dünyadaki asıl vazifenin, hayatın gerçek anlamının, iyi ve kötünün ne olduğuna dair çok önemli bir hatırlatma mekanizması devreye girmiş olmaktadır. Böylece insan günde en az beş, bazen yedi-sekiz defa namaz kılmakla gün içinde adeta üç saatte bir gafletten kurtulma imkânı bulmaktadır.

 

Namaz vakitlerinin mevcut hâliyle belirlenmesinin önemli hikmetleri vardır. Örneğin bir insan sabah namazı vaktinde kalkınca günün diğerlerine vakitlerine göre fiziksel olarak daha dinç ve zihnen daha uyanıktır. Sabah kalkar kalkmaz ilk işi de kulluğunu idrak ve ilan olmaktadır. Ondan sonra öğlen vaktine kadar uzun bir süre vardır. Bu süre boyunca gaflete, daha doğrusu namaz kılmamaya izin verilmiş gibidir. Öğle ve ikindi vakitleri de genellikle çalışma zamanlarıdır. Dünyalık maişetini kazanmak için çalışan insan bu süre boyunca da en az iki defa kulluğunu idrak ve ilan etmiş olacaktır. Akşam vakti ise insan işini bitirip evine gidince ve o günü kapatmanın rahatlığıyla, ev ortamının da etkisiyle kendini dinlenmeye bırakacak ve bir miktar salacaktır. Ancak çoğu insan gün içinde mesai süresi boyunca saatlerce patronuna, müşterilerine, iş arkadaşlarına, çalışanlarına sabreder de eşine ve çocuklarına tahammül edemeyebilir. Kişinin bu hâldeyken akşam namazı ile tekrar kulluğunu idrak ve ilan etmesi söz konusu olacaktır. Yatsı namazı ile de günü bitirmiş, son vazifesini de eda etmiş ve mümkün olan en parlak kulluk şuuruyla uyumaya hazırlanacaktır. Bütün bunların içinde fark edileceği üzere insanın beşerî temayüllerine ters bir durum söz konusudur. Yani gün içinde gafletin en çok bastırdığı ve insanın beşerî temayüllerine en çok esir olabileceği durum ve zamanlarda karşısına “namaz” çıkmaktadır. Eğer vakitlerin tanzimi bize bırakılmış olsaydı kimimiz sabah ve öğle arası daha çok namaz kılar sonrasını tamamen boş geçirebilirdik. Kimimiz sabah ve akşam namazlarını yeterli görür, diğer vakitlerde kendi beşerî temayüllerimizin rüzgarında savrulup gidebilirdik.

 

Sonuç olarak anlıyoruz ki, insanın hatırlamaya ihtiyacı vardır. Namaz en temelde o duygusal hatırlamayı, günlerimizi birbirine bağlamayı, içimizdeki farklı vicdan esintileriyle oluşan daha güzel hâlleri hatırlamaya imkân sağlamaktadır. “Bundan sonra daha şefkatli, daha temiz, daha anlayışlı olacağım.” veya “Bu kullandığım zararlı madde hakikaten pis bir şeymiş, bunu artık bırakacağım.” kararlarını tekrar ve tekrar hatırlatmaktadır.

 

Bu noktada özellikle vurgulamamız gerekir ki; kötü alışkanlıkları olan insanlar da namaz kılabilirler ve kılmalıdırlar. Unutulmamalıdır ki içkinin haram kılınması namazın farz kılınmasından çok sonra gerçekleşmiştir. Önce namaz vardır ve namaz şuur kazandıran, bizde bizi iyi kılacak şeyleri canlı tutan bir ibadettir.

 

Pek çoğumuz görmüş ve tecrübe etmişizdir ki, kişi namazı bıraktıktan sonra daha kötü günahlara daha rahat girebilmektedir. Bu nedenle kalitesi düşük dahi olsa, formalite olarak yerine getiriliyor bile olsa bir namaz insanın şuurunu, vicdanını ve hakiki insaniyetini öyle canlı ve ayakta tutmaktadır ki tahmin bile edilmesi zordur. O kadarcık namaz bile bırakılınca insan için artık çok daha büyük kötülükler ve günahlar ortaya çıkıp gündeme gelebilecektir.

 

Bu yönüyle de insanın temelde hatırlamaya, hatırlamakla beraber bağlılığa ve intisaba ihtiyacı vardır. İşte namaz hem hatırlamayı hem bağlılığı herkesin kendi ölçüsüne göre kazandıracak bir güce sahiptir.

 

Sekizincisi: Namaz, ruhun ve kalbin gıdasıdır. İnsan gün içinde defalarca yemek yer, su içer, oksijen solur ve bunlardan asla bıkmaz. Çünkü ihtiyaç tekrarlanır. Tekrarlanan ihtiyaçlar karşılandıkça usanç vermez, aksine lezzet verir. İnsanın iç dünyası da sürekli manevi açıdan beslenmeye muhtaçtır. Çünkü iç dünyamız sürekli değişmekte, yenilenmekte, dönüşmektedir. Gün içindeki duygu ve düşünce değişimlerimizi gözlemleyebilsek insanın iç dünyasının ne kadar hareketli olduğunu, onun hâlden hâle geçtiğini ve bu değişimlerin oldukça hızlı ve yoğun olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle insanın kalbi katılaşabildiği gibi yumuşayabilir, kirlendiği gibi temizlenebilir, karardığı gibi aklanabilir, çürüdüğü gibi tazelenebilir, öldüğü gibi dirilebilir… O hâlde insanın maddi varlığının oksijene ve suya olan ihtiyacı kadar, belki ondan da fazla manevi varlığının da namaza ihtiyacı vardır.

 

Diğer yandan insanlar genellikle dünyada peşinde koştukları arzularına tam manasıyla, içlerine  sinecek şekilde erişemezler. Ulaşılan tüm hedefler çoğunlukla tam olarak elde edilemez. Elde edilenler de beraberinde bazı sorunları getirebilir. Zaten maddi anlamda elde edilen hiçbir arzu ve ulaşılan hiçbir hedef kalıcı olmadığı için hiç bitmeyecek bir tatmin de sağlanamaz. Geçicilik insan varoluşunun temel niteliği olduğu için insan bu dünya hayatında pek çok elemlere maruz kalmakta ancak diğer yandan pek çok emellerinin, arzularının ve hedeflerinin de peşinde koşmaktadır. Bu çelişkiler arasında git gel yaşayan insanın iç dünyasının gıdası ve kuvveti, her şeye gücü yeten, son derece ikram edici ve merhametli bir Zat’ın kapısını namaz ve niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Şu kasvetli dünya hayatından teneffüse çıkabilmek için ancak namazın penceresinden başımızı manevi alemlere uzatarak nefes alabiliriz. Bu nedenle insanın manevi dünyasını namaz kadar rahatlatan, tamir eden, arındıran, rahatlatan başka bir şey neredeyse yoktur.

 

Ancak bu bahsettiğimiz namaz da “gerçek namaz” için geçerlidir. Bu gerçeği sürekli vurgulamalıyız çünkü namaz deyince aradan çıkarılacak bir angarya olarak kılınan namaz değil, Allah Teala’nın karşısında O’na kulluğumuzu arz etme şuuruyla, huşu içinde ve ihlasla kılınan namaz anlaşılır. Kur’an ve hadislerde geçen namaz böyle bir namazdır. Nitekim namazla ilgili ayetlerde “ikame” fiilinin kullanılması bunu gösterir. Aynı şekilde Allah Teala kurtuluşa eren müminleri tarif ederken onların namazlarını huşu içinde kılan müminler olduğuna vurgu yapar.(4) Formaliteden kılınan namazların da hiçbir kıymeti yok değildir ancak onların kıymeti hakikisi karşısında çok azdır. Yine de irtibatı tamamen koparmama adına kalitesi düşük namazlar da önemlidir. Hele de “Madem tam olmuyor hiç olmasın.” düşüncesiyle hareket edip onları da terk etmek bütün bütün kendini uçuruma salmak gibidir.

 

Bu bağlamda bir insanın namaza ihtiyaç duyması çok önemlidir. Bir şeye ihtiyaç duymak için o şeyin yoksunluğunu ve onun yoksunluğu nedeniyle maruz kalınan zararları fark etmek gerekir. Daha doğrusu, maruz kalınan bir zararın hangi şeyin eksikliği nedeniyle olduğu fark edilebilmelidir. Maruz kalınan açlık hissi yemeğe olan ihtiyacı hissettirir. Manevi açlık hissini fark etmek daha zor olabilir ama bazı yönleriyle daha da kolaydır. Özellikle inanan ancak bağını zayıf tutan insanlar bu ihtiyacın daha çok farkında olabilir. Sonuçta kendi iç dünyasının farkında olan, iç gözlem yapabilen insanlar manevi ihtiyaçlarının tatmini noktasında namazın kıymetini daha iyi takdir edeceklerdir.

 

Dokuzuncusu: İnsanların pek farkında olmadıkları bir gerçek şudur ki; insan bir meseleye ancak bir şeyler verdikçe o mesele kendisi için anlamlı olmaktadır. Örneğin, her gün bir saatini bir arkadaşına ayırmış olsa o arkadaşını daha çok sevmeye, ona daha çok değer vermeye başlar. Benzer şekilde, günde bir veya iki saatini Allah’a, Rasulüne, dine ve ahirete ayırdıkça da Allah ve Rasulü, din ve ahiret o insan için daha değerli hâle gelir.

 

Allah Teala’dan bize kul olduğumuzu unutmamamızı, günde beş defa tekrarladığı huzuruna çıkma davetine icabet edebilmemizi, namazlarımızı kendi rızasına uygun bir kalitede ikame etmemizi nasip etmesini diler ve dileniriz.

 


 

1 ) Müslim, İman, 243

2 ) Muvatta, Taharet, 51

3 ) Ankebut, 45
4 ) Müminun, 1-2