15 dk.
08 Mayıs 2024
Namazın Önemi ve Namaz Kılanla Kılmayanın Farkı | 2. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Namazın Önemi ve Namaz Kılanla Kılmayanın Farkı | 2. Kısım

Okuduğunuz yazı, “Namazın Önemi ve Namaz Kılanla Kılmayanın Farkı” başlıklı yazı dizisinin  ikinci bölümüdür. Serinin birinci bölümüne buradan erişebilirsiniz.

Dördüncüsü: Aslında “İslam’da namazın bu kadar önemli olmasının sebebi nedir?” sorusu bir yönüyle “İnsan yaşamı için oksijen neden bu kadar önemlidir? Canlılar neden beslenmeye ihtiyaç duyar?” sorusu gibidir. Bu tür soruların cevabı bizzat kendileri olduğu için harici irtibatlar kurularak bazı sonuçlara ulaşma bir parça zorluk içerebilir. Ancak yine de meselenin esasıyla ilgili birkaç hususu belirtelim.

 

a) İnsanlar kendilerinin “bir şey” olduğunu varsayarlar ve kendilerini öyle ifade ederler. “Ben iyi bir insanım.” ifadesi bunu gösterdiği gibi “Ben kötü bir insanım.” ifadesi de “Ben çalışkan ve yumuşak huylu biriyim.” ifadesi de bunu gösterir. İnsanlar bu nitelikleri soyut bir biçimde, zatî bir özellik olarak hem kendileri hem de başkaları için düşünebilirler. Oysa başkaları da biz de kendimizi söylemlerimizle veya zanlarımızla, hayallerimizle değil eylemlerimizle inşa ederiz. Bu nedenle somut bir şeyler yapmadan, gerekirse mücadele etmeden iyi insan olunabileceğini düşünmemek gerekir. Hayatında bugün bir iyilik yapan, sonraki gün tekrar iyilik yapan, bir kötülüğü kendi aleyhine olsa bile yapmayan, içinden öfkelendiği halde öfke duygusuna esir olmayan, kavga etmeyen, gıybet edilen bir ortamda gıybete kendini kaptırmayan ve benzeri iyilikleri, salih amelleri yapan bir insan gibi… Bu nedenle bizler “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” demekle veya “Allah var ve bizi yarattı, bizden şu salih amelleri yapmamızı istiyor.” diye düşünmekle direkt bir dönüşüm yaşamayız. Ancak o istikamette somut bir şeyler yapa yapa dönüşürüz. Bu dönüşümü bir kütük parçasının sağını solunu kesip biçerek kıymetli bir mobilyaya veya değerli bir sanat ürününe dönüşmesine benzetebiliriz. Yahut bir et parçasının henüz çiğ, tatsız ve bakterilerle dolu bir hâldeyken yağ ve baharatlarla marine edilmesi, bu şekilde pişirince yenebilecek bir kıvama gelmesi şeklinde de anlayabiliriz. Klasik örnek olarak kömürün elmasa dönüşmesini de düşünebiliriz.

 

Bu şekilde düşününce namazın bize en temel faydasını da anlamış olacağız: Namaz, bizi kul hâline getiren; sadece yeme, içme, barınma ve üremeyle ilgilenip sonra da ölüp giden canlılar dışında Allah’a yönelme ve O’nunla muhatap olabilme keyfiyetine yükselten en önemli vesiledir. Bizler elbette hakikatte birer kuluz. Bizim dışımızda var olan gerçeklik budur. Ancak kendi sübjektif dünyamızda da, iç alemimizde de bizi kul yapacak, o şuura ulaştıracak şey namazdır.

 

Beşincisi: Namazdaki hareketler bizim günlük hayatımızda uyguladığımız, alışık olduğumuz hareketlerden çok farklıdır. Başlarken ellerimizi omuzlarımıza veya kulaklarımıza kadar kaldırarak başlamak, yine ellerimizi önümüzde bağlayarak veya yan taraflara salarak belli bir yöne (kıbleye) doğru ayakta durmak, rükûya eğilmek, secdeye kapanmak, otururken sağ ayağı dikmek, parmakları geriye doğru bükmek, bitirirken başımızı sağ ve sol omuzlarımıza doğru çevirmek… Bütün bunlar normal hayatta pek uygulamayacağımız hareketlerdir. Zaten namaz dışındaki normal hayatımızda bu hareketler pek işimize de yaramaz. Normalde yapmayacağımız bu hareketleri sadece Allah Teala emretti diye ve Efendimiz’in (sas) bir tür modellemesiyle bize öğretilen ayetleri, sureleri, duaları ve zikirleri okuyarak belli bir formda yapıyor olmamız… Bu hareketlerin oluşturduğu formata girmeden önce gereken temizlikleri yerine getirmemiz, abdest almamız, namaz kılacağımız yerin ve üstümüzün başımızın temizliğine dikkat etmemiz, her bir namaz için ayrılan özel vakitlere riayet etmemiz, başlamadan önce ne yapacağımıza ve ne yapmakta olduğumuza dair şuurumuzu toparlayıp niyet etmemiz… Bunların tamamı günlük hayatın olağan akışına ters uygulamalardır. Ancak günlük hayatın doğal akışı bizi Müslüman veya mümin kılmaz. Sadece günlük hayatın akışına ters olan bu uygulamalar bizi biz yapar, Müslüman ve mümin kılar. Bu konuda elbette orucun da haccın da zekâtın da kendilerine göre bir Müslüman ve mümin kılma potansiyelleri vardır. Özellikle de zekât bizim kendimizi en fazla biz olarak hissettiğimiz ibadettir. Kendi kazandığımız ve kendi harcadığımız malımızın zamanı, miktarı, mekânı konusunda bize hiç sorulmadan, hiç aldırmadan “Bu kazandığını şu şekilde vereceksin! Kendine ait olan şu kadar maldan-paradan vazgeçeceksin!” emri üzerine ve kime verileceğinin seçimi de bize bırakılmadan “Ancak şu özellikteki kimselere vereceksin!” buyurulduğu için biz zekât veriyoruz. Bu da çok önemli bir ibadettir. Ancak bizi metamorfoza sokacağı için, dahası bizi bir böcek olmaktan kurtarıp insana dönüştüreceği için çok kıymetli, çok anlamlı ve bir hayvandan insana dönüştürme gücüne sahip olan tek şey namazdır. Bu nedenle bir namaz vakti içerisinde bizler Hz. Mevlana’dan (ra), Hz. Abdülkadir Geylani’den (ra) bir şeyler okusak, tefekkür etsek, onlardan bir parça istifade etmiş oluruz. Ancak namaz olmadan kul olduğunu anlama konusundaki o bütünlüğü yakalamamız mümkün olmaz. Bir yönümüzle toplumsal bir varlık olduğumuz için cemaatle namaz gibi önemli bir rükne ittiba ederek bazen de yalnız bir şekilde namaz kılarak kendimizi Müslüman kılabiliriz.

 

Altıncısı: Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak; bizler genellikle “Bir insan dindar olduğu için namaz kılar.” diye düşünürüz. Namaz kılmamızı var olan bir başka özelliğin sonucu olarak görürüz. Bu düşünce tamamen yanlış değildir, doğru tarafları da vardır. Ancak hakikatte bir insan namaz kıldığı ve namaza devam ettiği için, kılmaya devam ettiği bu namazını da belli bir kaliteye kavuşturduğu kadar Müslümandır veya mümindir. Namaz kılmaya devam ettiği ve namazında kaliteye dikkat ettiği kadar iman ve İslam o insanda devam edecektir. Elbette zekâtın, orucun, sadaka ve sair güzelliklerin de önemi büyüktür. Tuğla üstüne tuğla koyarak bir bina inşa etmemiz, harfleri yan yana koyarak güzel bir cümle oluşturmamız gibi bütün bu güzellikleri de üst üste koyarak kendimizi inşa etmiş, kendi hayatımıza dair anlamlı bir cümle kurmuş oluruz.

 

Yedincisi: Namazın günlük hayat içinde fiziksel zorluğu aslında çok azdır. Bir insan günde sadece bir saatini ayırmakla gün içindeki farz namazlarının tamamını rahatlıkla eda edebilir. Nafileler ve tesbihat için vakit de kalır. Namazın gün içindeki zorluğu yolculuklar, iş ve okul hayatının bazı olumsuz şartları nedeniyle bir parça artabilir ancak onlar da küçük ayarlamalarla aşılabilecek zorluklardır. Namaz konusunda asıl zor olan şey, namazı aradan çıkarılacak bir formalite olarak görmemek, onu geçiştirir gibi kılmamak, belli bir kalitede eda etmeye çalışmak ve bunu devam ettirebilmektir. Çünkü namaz nefsin serkeşliğine mâni olmaktadır.

 

Bilindiği gibi bizler insan olarak ruhen daraldığımız vakitlerde de çok neşeli olmak istediğimiz vakitlerde de zamandan ve mekândan kopmayı arzularız. Bu kopuşu sağlayacak kaçamaklar bulur ve uygularız. Bazen bir bilgisayar veya telefon oyunu, bazen sosyal medya, bazen bir dostumuz veya sevdiğimizle beraber vakit geçirme bizi zamandan ve mekândan koparır. O anlarda bir şey düşünmemiz veya öğrenmemiz gerekmediği için kendimizi ferahlamış zannederiz. Özellikle orta ve uzun vadede canımızı sıkacak şartlarla karşılaşmayı hiç istemeyiz. Ancak namaz tam da bu kaçış eğiliminin karşısında, bizlere zamanla da mekânla da mecburen bağ kurduran, kendimizi ve çevremizi fark etmemizi sağlayan, şuurlu olma gerekliliğini sağlayan bir ibadettir.

 

Diğer yandan insan çok unutkan bir varlıktır ve bunun genellikle farkında değildir. Çoğumuzun, aklımıza gelen bir şeyi yapmak için oturduğumuz yerden kalkıp o işi yapacağımız yere gittikten sonra ne yapacağımızı unuttuğumuz olmuştur. Bunun ötesinde hayata dair temel kararlarımızı, motivasyonlarımızı, bizim için çok önemli olan hususları zihinsel olarak da duygusal olarak da unuturuz. Bazen iş yoğunluğundan dolayı çocuklarına yeterince zaman ayıramayan bir baba çocuklarından biri ciddi bir hastalığa yakalandıktan sonra pişman olur ve çocuklarıyla daha çok vakit geçirmek için kendine söz verir. Ancak çocuğu iyileştikten sonra verdiği sözü unutur. Kilo fazlası ve hareketsiz yaşam tarzı nedeniyle kendisine şeker başlangıcı teşhisi konulan bir insan bundan sonra kilo vermeye, hareketli yaşamaya söz verir ancak hastalıkta kısa bir gerileme görülünce bu konudaki gayretlerinden vazgeçebilir. Bir bölgede şiddetli bir deprem musibeti yaşanır. Yıkıntılar, ölü ve yaralı insanlar gündeme gelir. Bir insan bu haberleri izler. Dünyanın faniliğini hatırlar. Dünyaya ve geçici nimetlere eskisi kadar önem vermeyeceğine dair kendi kendine söz verir ancak o duygusal gerilim zaman içinde unutulur ve tekrar dünyaya dalar. O hâlde insana bazı şeylerin sık sık hatırlatılması gerekmektedir. Ancak insan aynı zamanda hatırlatmaya karşı da kapalıdır. Özellikle baştan bir konuda ciddi bir kredi tesis edilmemişse, bir mesele hayatında yer edecek şekilde oturmamışsa, o konuda maddi ve manevi bir birikim oluşturmamışsa dışarıdan gelecek hatırlatmalara karşı kapalıdır. Bu durumda insanın bazı hususları kendi kendine hatırlaması gerekecektir. Bu nedenle günde beş defa, teheccüt, kuşluk gibi nafileler de eda ediliyorsa günde belki yedi-sekiz defa namaz kılmakla dünyadaki asıl vazifenin, hayatın gerçek anlamının, iyi ve kötünün ne olduğuna dair çok önemli bir hatırlatma mekanizması devreye girmiş olmaktadır. Böylece insan günde en az beş, bazen yedi-sekiz defa namaz kılmakla gün içinde adeta üç saatte bir gafletten kurtulma imkânı bulmaktadır.

 

Namaz vakitlerinin mevcut hâliyle belirlenmesinin önemli hikmetleri vardır. Örneğin bir insan sabah namazı vaktinde kalkınca günün diğerlerine vakitlerine göre fiziksel olarak daha dinç ve zihnen daha uyanıktır. Sabah kalkar kalkmaz ilk işi de kulluğunu idrak ve ilan olmaktadır. Ondan sonra öğlen vaktine kadar uzun bir süre vardır. Bu süre boyunca gaflete, daha doğrusu namaz kılmamaya izin verilmiş gibidir. Öğle ve ikindi vakitleri de genellikle çalışma zamanlarıdır. Dünyalık maişetini kazanmak için çalışan insan bu süre boyunca da en az iki defa kulluğunu idrak ve ilan etmiş olacaktır. Akşam vakti ise insan işini bitirip evine gidince ve o günü kapatmanın rahatlığıyla, ev ortamının da etkisiyle kendini dinlenmeye bırakacak ve bir miktar salacaktır. Ancak çoğu insan gün içinde mesai süresi boyunca saatlerce patronuna, müşterilerine, iş arkadaşlarına, çalışanlarına sabreder de eşine ve çocuklarına tahammül edemeyebilir. Kişinin bu hâldeyken akşam namazı ile tekrar kulluğunu idrak ve ilan etmesi söz konusu olacaktır. Yatsı namazı ile de günü bitirmiş, son vazifesini de eda etmiş ve mümkün olan en parlak kulluk şuuruyla uyumaya hazırlanacaktır. Bütün bunların içinde fark edileceği üzere insanın beşerî temayüllerine ters bir durum söz konusudur. Yani gün içinde gafletin en çok bastırdığı ve insanın beşerî temayüllerine en çok esir olabileceği durum ve zamanlarda karşısına “namaz” çıkmaktadır. Eğer vakitlerin tanzimi bize bırakılmış olsaydı kimimiz sabah ve öğle arası daha çok namaz kılar sonrasını tamamen boş geçirebilirdik. Kimimiz sabah ve akşam namazlarını yeterli görür, diğer vakitlerde kendi beşerî temayüllerimizin rüzgarında savrulup gidebilirdik.

 

Sonuç olarak anlıyoruz ki, insanın hatırlamaya ihtiyacı vardır. Namaz en temelde o duygusal hatırlamayı, günlerimizi birbirine bağlamayı, içimizdeki farklı vicdan esintileriyle oluşan daha güzel hâlleri hatırlamaya imkân sağlamaktadır. “Bundan sonra daha şefkatli, daha temiz, daha anlayışlı olacağım.” veya “Bu kullandığım zararlı madde hakikaten pis bir şeymiş, bunu artık bırakacağım.” kararlarını tekrar ve tekrar hatırlatmaktadır.

 

Bu noktada özellikle vurgulamamız gerekir ki; kötü alışkanlıkları olan insanlar da namaz kılabilirler ve kılmalıdırlar. Unutulmamalıdır ki içkinin haram kılınması namazın farz kılınmasından çok sonra gerçekleşmiştir. Önce namaz vardır ve namaz şuur kazandıran, bizde bizi iyi kılacak şeyleri canlı tutan bir ibadettir.

 

Pek çoğumuz görmüş ve tecrübe etmişizdir ki, kişi namazı bıraktıktan sonra daha kötü günahlara daha rahat girebilmektedir. Bu nedenle kalitesi düşük dahi olsa, formalite olarak yerine getiriliyor bile olsa bir namaz insanın şuurunu, vicdanını ve hakiki insaniyetini öyle canlı ve ayakta tutmaktadır ki tahmin bile edilmesi zordur. O kadarcık namaz bile bırakılınca insan için artık çok daha büyük kötülükler ve günahlar ortaya çıkıp gündeme gelebilecektir.

 

Bu yönüyle de insanın temelde hatırlamaya, hatırlamakla beraber bağlılığa ve intisaba ihtiyacı vardır. İşte namaz hem hatırlamayı hem bağlılığı herkesin kendi ölçüsüne göre kazandıracak bir güce sahiptir.

 

Sekizincisi: Namaz, ruhun ve kalbin gıdasıdır. İnsan gün içinde defalarca yemek yer, su içer, oksijen solur ve bunlardan asla bıkmaz. Çünkü ihtiyaç tekrarlanır. Tekrarlanan ihtiyaçlar karşılandıkça usanç vermez, aksine lezzet verir. İnsanın iç dünyası da sürekli manevi açıdan beslenmeye muhtaçtır. Çünkü iç dünyamız sürekli değişmekte, yenilenmekte, dönüşmektedir. Gün içindeki duygu ve düşünce değişimlerimizi gözlemleyebilsek insanın iç dünyasının ne kadar hareketli olduğunu, onun hâlden hâle geçtiğini ve bu değişimlerin oldukça hızlı ve yoğun olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle insanın kalbi katılaşabildiği gibi yumuşayabilir, kirlendiği gibi temizlenebilir, karardığı gibi aklanabilir, çürüdüğü gibi tazelenebilir, öldüğü gibi dirilebilir… O hâlde insanın maddi varlığının oksijene ve suya olan ihtiyacı kadar, belki ondan da fazla manevi varlığının da namaza ihtiyacı vardır.

 

Diğer yandan insanlar genellikle dünyada peşinde koştukları arzularına tam manasıyla, içlerine  sinecek şekilde erişemezler. Ulaşılan tüm hedefler çoğunlukla tam olarak elde edilemez. Elde edilenler de beraberinde bazı sorunları getirebilir. Zaten maddi anlamda elde edilen hiçbir arzu ve ulaşılan hiçbir hedef kalıcı olmadığı için hiç bitmeyecek bir tatmin de sağlanamaz. Geçicilik insan varoluşunun temel niteliği olduğu için insan bu dünya hayatında pek çok elemlere maruz kalmakta ancak diğer yandan pek çok emellerinin, arzularının ve hedeflerinin de peşinde koşmaktadır. Bu çelişkiler arasında git gel yaşayan insanın iç dünyasının gıdası ve kuvveti, her şeye gücü yeten, son derece ikram edici ve merhametli bir Zat’ın kapısını namaz ve niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Şu kasvetli dünya hayatından teneffüse çıkabilmek için ancak namazın penceresinden başımızı manevi alemlere uzatarak nefes alabiliriz. Bu nedenle insanın manevi dünyasını namaz kadar rahatlatan, tamir eden, arındıran, rahatlatan başka bir şey neredeyse yoktur.

 

Ancak bu bahsettiğimiz namaz da “gerçek namaz” için geçerlidir. Bu gerçeği sürekli vurgulamalıyız çünkü namaz deyince aradan çıkarılacak bir angarya olarak kılınan namaz değil, Allah Teala’nın karşısında O’na kulluğumuzu arz etme şuuruyla, huşu içinde ve ihlasla kılınan namaz anlaşılır. Kur’an ve hadislerde geçen namaz böyle bir namazdır. Nitekim namazla ilgili ayetlerde “ikame” fiilinin kullanılması bunu gösterir. Aynı şekilde Allah Teala kurtuluşa eren müminleri tarif ederken onların namazlarını huşu içinde kılan müminler olduğuna vurgu yapar.1 Formaliteden kılınan namazların da hiçbir kıymeti yok değildir ancak onların kıymeti hakikisi karşısında çok azdır. Yine de irtibatı tamamen koparmama adına kalitesi düşük namazlar da önemlidir. Hele de “Madem tam olmuyor hiç olmasın.” düşüncesiyle hareket edip onları da terk etmek bütün bütün kendini uçuruma salmak gibidir.

 

Bu bağlamda bir insanın namaza ihtiyaç duyması çok önemlidir. Bir şeye ihtiyaç duymak için o şeyin yoksunluğunu ve onun yoksunluğu nedeniyle maruz kalınan zararları fark etmek gerekir. Daha doğrusu, maruz kalınan bir zararın hangi şeyin eksikliği nedeniyle olduğu fark edilebilmelidir. Maruz kalınan açlık hissi yemeğe olan ihtiyacı hissettirir. Manevi açlık hissini fark etmek daha zor olabilir ama bazı yönleriyle daha da kolaydır. Özellikle inanan ancak bağını zayıf tutan insanlar bu ihtiyacın daha çok farkında olabilir. Sonuçta kendi iç dünyasının farkında olan, iç gözlem yapabilen insanlar manevi ihtiyaçlarının tatmini noktasında namazın kıymetini daha iyi takdir edeceklerdir.

 

Dokuzuncusu: İnsanların pek farkında olmadıkları bir gerçek şudur ki; insan bir meseleye ancak bir şeyler verdikçe o mesele kendisi için anlamlı olmaktadır. Örneğin, her gün bir saatini bir arkadaşına ayırmış olsa o arkadaşını daha çok sevmeye, ona daha çok değer vermeye başlar. Benzer şekilde, günde bir veya iki saatini Allah’a, Rasulüne, dine ve ahirete ayırdıkça da Allah ve Rasulü, din ve ahiret o insan için daha değerli hâle gelir.

 

Allah Teala’dan bize kul olduğumuzu unutmamamızı, günde beş defa tekrarladığı huzuruna çıkma davetine icabet edebilmemizi, namazlarımızı kendi rızasına uygun bir kalitede ikame etmemizi nasip etmesini diler ve dileniriz.
 


 

1 ) Müminun, 1-2