Ölüm Korkusu ve İman Zayıflığı | 1. Kısım
Soru: Deprem gibi şiddetli olaylar sonucu gelişen ölüm korkusu, anksiyete gibi travmatik hisler iman zayıflığı olarak değerlendirilebilir mi? “Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” veya “Tam münevverü-l kalb (kalbi tam aydınlanmış) bir kulu, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz.” gibi sözler ışığında ölüm korkusunu nasıl değerlendirmeliyiz?
Kısa Cevap: İnsanların aile, memleket sevgisi gibi fıtri sevgiler nedeniyle ölümü istememeleri ve ölümden kaçınmaları tabiidir.
Bir Müslümanın ahireti adına daha fazla hayırlı işler yapmayı istemesi ve bu nedenle ölmeyi istememesi de tabii ve caiz bir durumdur.
Bir müminin tebliğ veya cihad adına yerine getirmeye çalıştığı vazifeleri itibariyle ölümü istememesi veya uzun bir ömür istemesi de doğaldır.
Ölümü istememek, kendisine verilen hayatı sağlıklı bir şekilde sürdürmeye çalışmak zaten Allah Teala’nın açık emridir ve bu nedenle kişinin kendine zarar vermesi yasak olduğu gibi intihar etmesi de haramdır.
Bunların yanında ölüm gerçeğinin zihinlerde canlı tutulması Müslümanlardan istenen bir husustur. Ahirete imanın insana tesir etmesi için ölüm hakikatini zihinlerde gömülü tutmamalı, hayatın dışına atmamalıyız. Aksi hâlde her insanda az çok var olan gaflet hâli iyice güçlenecektir ve bu da ölüm gerçeğiyle her yüzleşmede insanlara bir şok, dolayısıyla da travmatik durumlar yaşatacaktır.
Ölüm gerçeğiyle karşılaşma anında gelişen ölüm korkusu, şoklar ve travmatik durumlar sadece bir yönüyle iman zaafına işaret ediyor olabilir. Bu da iman ve Kur’an hakikatlerinin yeterince sindirilememiş, duygu ve düşünce dünyasını yeterince kuşatamamış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu durum imanın olmadığı anlamına da gelmez. İmanın kemâl mertebede tesiriyle ilgilidir.
Hakiki imanı elde etmiş bir insan için ölüm zaten sürpriz olmayacaktır. O, sürekli beklenen, bazen yolları gözlenen, bazen vazife itibariyle ötelenmesi için dua edilen ancak vazife bitince kapı önünde bekletilen bir misafir gibi hürmetle buyur edilen bir realitedir.
Mizaçlar da ani ölüm risklerinin yaşandığı durumlarda geliştirilen reaksiyonları doğrudan etkileyecek bir durumdur. Bazı mizaçlar deprem gibi şoklar karşısında içsel reaksiyonlar geliştirirken bazı mizaçlar da dışsal reaksiyonlar geliştirebilmektedir.
Ayrıntılı Cevap: Hz. Aişe (ra) validemizin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sas) “Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah’a kavuşmayı istemezse, Allah da ona kavuşmayı istemez.” buyurmuştur. Bunun üzerine validemiz; “Ey Allah’ın Rasûlü! Hepimiz ölümü istemeyiz?!” demiş, Efendimiz de “Durum böyle değildir. Mümin, (ölüm esnasında) Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti ile müjdelendiğinde Allah’a kavuşmayı ister, Allah da ona kavuşmayı ister. Kafir ise Allah’ın azabı ve gazabı ile müjdelendiğinde, o Allah’a kavuşmayı istemez, Allah da ona kavuşmayı istemez.” buyurmuştur.1
Konunun çok katmanlı olması nedeniyle meseleyi maddeler hâlinde izah etmek daha uygun olacaktır.
Birincisi: Bazı sevgiler fıtridir. İnsan ailesini, anne ve babasını, eşini ve çocuklarını, arkadaşlarını, memleketini sever ve bunlardan ayrılmamak için gurbete gitmeyi istemeyeceği gibi ölmeyi de istemez. Bu da gayet tabiidir.
İkincisi: Normal bir Müslüman ölmek istemez. Bunun reel hayat içinde bazı küçük istisnaları bulunabilir ama bir mümin genellikle ölümü istemez ve ölmeyi sevmez. Çünkü zaten ahireti adına tek sermayesi bu dünyadaki hayatıdır. Ahiret adına ne kazanabilecekse bu dünyada kazanabilecektir. Dolayısıyla bir şeyler kazanma adına ekstra bir gün ekstra bir saat dahi mümin olan bir insan için avantajdır. Bu avantajı değerlendirmek istemesi, ahireti adına daha fazla hayırlı işler yapmak için yaşamayı istemesi gayet tabiidir.
Üçüncüsü: Bir Müslüman veya mümin, iman ve Kur’an hizmeti adına veya helal ve meşru olan herhangi bir iş adına belirli bir görevi yerine getirmektedir. Bu bağlamda önüne çıkan fırsatları değerlendirmek istemektedir, bu konuda bir takım plan ve projeleri gerçekleştirmek istiyordur. Bu nedenle de ölümü istemeyebilir, aksine uzun ve sağlıklı bir ömür isteyebilir ve bu gayet doğaldır. Hadis kriterleri açısından tartışılabilecek olan ve farklı yönleriyle tevil de edilen bir hadiste Efendimiz (sas) Hz. Musa’nın (as) canını almak üzere gelen ölüm meleğine Hz. Musa’nın tokat attığını ve gözünü çıkardığını beyan buyurur.2 Hadisin sıhhat kritiği ve bir meleğin gözünün nasıl olup da çıkarılabileceği, meleklerin gözünün olup olmaması gibi hususlar ayrıca tartışılabilir. Ancak bu hadiste konumuz itibariyle önemli olan mesaj, Hz. Musa (as) gibi celalli, mücadeleci, Allah yolunda cehd etmeyi her şeyin üzerinde tutan bir peygamberin vazife esnasında ölüm meleğine tepki gösterebilecek kadar nübüvvet vazifesine yoğun bir şekilde odaklanmış olmasıdır.
Dördüncüsü: Bu konuda bir zirveyi Hz. Musa (as) temsil etmektedir denilebilir. Bir başka zirvede ise Efendimiz (sas) bulunmaktadır ve O'nun bulunduğu zirveyi uzaktan görmek bile çok zordur. Efendimiz’in (sas) vefat süreci kendisi açısından oldukça zahmetli geçmiştir. Yani Efendimiz (sas) bu süreçte ciddi anlamda biyolojik sıkıntılar çekmiştir. Şiddetli baş ağrısı ve yüksek ateşle seyreden hastalığı için Hz. Aişe (ra) validemiz Efendimiz’den (sas) daha çok acı çeken kimseyi görmediğini söylemiştir.3 Efendimiz’in (sas) bu hastalığı sırasında Hz. Aişe validemiz Rasulullah’ın bir ara baygınlık geçirdiğini, Onun yüzünü sıvazlayıp şifa bulması adına dua etmeye başladığını ancak Efendimiz’in; “Hayır, bilakis Cebrail, Mikail ve İsrafil ile mesut olmak için Allah’tan Refîk-i A’lâ’yı istiyorum.” şeklinde cevap verdiğini de söylemiştir.4
Efendimiz’in (sas) kendi ilmi, varlık ve hâl seviyesi itibariyle ulaşılmaz bir seviyede olduğu takdir edilecektir. O seviyenin gölgesi altında yer alabilen bazı ruhlar için de benzer durumlar söz konusu olabilir. Örneğin ömrünü Kur’an hakikatlerinin anlatılmasına adamış insanlar dünya hayatında tebliğ, cihad gibi belli bir vazifeyi sürdürmek istemeleri açısından ölümü istemeyebilirler. Söz konusu vazifeleri itibariyle misyonlarının tamamlandığını anlayınca da bunu açıkça ifade edebilirler.
Bediüzzaman bu insanlardan birisidir. Eserlerinin yeni harflerle basıldığı zamanlarda “Allah’tan ömür istedim ve hadsiz şükür olsun, bunları da gördüm.” “Benim vazifem bitti, artık ben gideceğim.” şeklindeki sözlerini talebeleri aktarmaktadır.5 Bu insanlar dünyaya olduğu gibi ölüme de iman hakikatlerinin tebliği nazarından baktıkları için ölümü bir emr-i İlahi olmasının yanında o tebliğ fırsatının bitmesi olarak da görebilirler ve Allah Teala’dan kendilerini bir süre daha yaşatmasını isteyebilirler.
Diğer yandan Bediüzzaman gibi bir insanın bütün malını mülkünü tek bir çantaya sığdırabildiği, dünyada eş, çocuk, mal, mülk bırakma adına en ufak bir terekesi olmadığı bilinmektedir. Bu durumda ölümün onun için daha kolay olacağı söylenebilir.
Çünkü rivayet edilir ki; insanın kalbinde bu dünyaya dair var olan her bağ, her sevgi, onun vefatı anında ayrı bir acıya dönüşecektir. Nasıl ki bedenimizden bir organın kesilmesi acı verir. Ölüm anında da kalbin dünyevi alakalarından teker teker koparılmasının kendine göre bir acı vermesi mümkündür.
Bu noktada Bediüzzaman’ın çok genç yaşlardan itibaren kendisini ölmeye hazırladığı söylenebilir. Ancak böyle bir insanın dahi “Şu anda ölmek istemiyorum, çünkü şu işleri yapmak istiyorum.” dediği görülmektedir ki o işleri bittiği zaman da “Artık gideceğim, benim vazifem bitti.” diyebilmiştir.
Elbette bu konuyu çift yönlü ele almak gerekecektir. O kadar alim olmayan, varlık, ilim ve hâl seviyesi itibariyle o seviyede bulunmayan bizlerin bu dünyadaki vazifelerimizin spesifik olarak ne olduğuna dair düşüncelerimiz doğru sonuçlar vermeyebilir.
1 ) Tirmizi
2 ) Buhari, Cenaiz, 23; Müslim, Fedail, 43
3 ) Buhari, Merda, 2; İbn Mace, Cenaiz, 64
4 ) İbn Mace, Cenaiz, 64
5 ) Son Şahitler, c. 3, s. 75-76