Oryantalistlerin Hadis İlmine Bakışları | Hadis Metodolojisinin Bilimsel Olarak İncelenmesi | 5. Kısım
Oryantalistlerin Hadis İlmine Bakışı
Oryantalistlerin İslami ilimlere yönelik yaklaşımlarında genellikle bir kafa karışıklığı göze çarpar. Bazılarının yazılarını okurken sanki hiç kaliteli ve donanımlı insanlarla karşılaşmamış oldukları izlenimine kapılabilirsiniz.
Oryantalistlerin analizlerinde ilk göze çarpan şey, Efendimiz’in (sas) sözlerini ve yaşamını anlamakta zorlandıklarıdır.
Efendimiz’in (sas) sözleri öyle bir mucize ve keramet barındırır ki, bunları okuduğunuzda, sanki o sözler ondan 500, 1000 ya da 1200 yıl sonra yaşamış bir insan tarafından, olayların sonuçları göz önünde bulundurularak söylenmiş gibidir.
Bunu şöyle düşünebilirsiniz: Bir kişi, yüksek bir tepeden bakarken ya da bir teleskop, mikroskop veya bir ölçüm cihazıyla bir şeyi incelerken, başkalarının göremediklerini daha önce ve daha iyi görür. Aynı şekilde, bir insan bir meseleyi anlatırken, dinleyenler arasında konuyu hızla kavrayabilenler olur. Bu tarz durumlar, Efendimiz'in (sas) sahip olduğu yüce özelliklerle birleşir. Ancak şunu unutmamalıyız: Onun sahip olduğu bu özelliklerin "zekâ" gibi sınırlı kavramlarla ifade edilmesi bir eksikliktir. O, vahye muhatap olan bir peygamberdir. Allah’ın verdiği istidadı kendisi dosdoğru kullanmış, üzerine vahyin bereketi, onun üzerine ibadet ve duanın getirdiği nuraniyet, bunun da üzerine insanlar için hakikaten dertlenip onların problemlerini tam çözmek istemesi, tüm bunların üzerine fetânet (Peygamber mantığı) diyebileceğimiz müthiş bir zekanın da eklenmesiyle Efendimiz’in (sas) çağları aşan harikulade mesajları ortaya çıkmıştır.
Evet, Efendimiz’in (sas) muhteşem bir zekâ ve hikmet sahibi olduğunu söylemek doğru olur ancak bu sıradan bir zekâ kavramıyla ifade edilemez. O’nu Newton gibi bir bilim insanıyla ya da günümüzdeki sıradan bir liderle karşılaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle, O’na sadece "zeki" demek, O'nun fetanetini ve vahiy rehberliğinde hareket eden yönünü ifade etmede eksik kalacaktır.
Efendimiz’i (sas) anlamaya çalışan Batılı müsteşriklerin bakış açılarına odaklandığımızda, farklı çağlarda O'na dair çok sayıda yanlış ve çarpık yorumlarda bulunduklarını görüyoruz. Bazıları, O'nu sadece kişisel hırslarını tatmin etmek için peygamberlik iddiasında bulunan bir lider olarak tanımlamışlardır. Bu çarpık bakış açısı, o dönemki Avrupa'da Arapları barbar ve cahil bir toplum olarak gören yaygın önyargılarla beslenmiştir.
1700'lü yıllarda Aydınlanma Çağı'nın başlamasıyla birlikte birtakım değişimler olmuş ve İslam'a dair bazı meseleler daha farklı bir perspektifle ele alınmaya başlanmıştır. Bu dönemden önce ise İslam ve Efendimiz (sas) hakkındaki genel algı Peygamberimizin Hristiyanlık eğitimi aldığı hatta rahip olduğu, İslam’ın da Hristiyanlığın sapkın bir mezhebi olarak ortaya çıktığı şeklindedir. Bu düşünce, özellikle Batı'da yaygın bir söylem hâlini almıştı. Bu şekilde Efendimiz’in (sas) o harika öğretilerini ve yakaladığı başarıları da Hristiyanlık temeline bağlamış oluyorlardı.
Bir örnek olarak, sosyal medyada şu iddia meşhur olmuştu: "Muhammed (sas) tüccar olduğu için sık sık seyahat ediyor ve kervansaraylarda konaklıyordu. İnsanlarla iletişim kurmayı seviyor, Hristiyanlardan duyduğu şeyleri alıyor ve aktarıyordu." Ancak bu anlatı, o dönemin tarihsel gerçekleriyle açıkça çelişmektedir. Kervansaraylar o zamanlar henüz yaygın değildir. Çöl şartları böyle bir yapıya pek elverişli değildir. Ayrıca "kervansaray" kavramı, daha çok Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait bir terminolojidir ve o dönemki Arap yarımadasında böyle bir isimlendirme kullanılmamaktadır. Bu tür anlatılar, gerçeklikten ziyade Batı’nın Doğu’ya dair eksik bilgi ve varsayımlarından kaynaklanıyordu.
Bu iddiaların altında yatan bir diğer sebep ise Tevrat ve İncil ile Kur'an’ı karşılaştıran insanların, iki metin arasında bazı benzerlikler görmesi ve bu benzerlikleri yanlış yorumlamasıydı. Örneğin, İncil ve Tevrat’ı okuduktan sonra Kur'an’ı okuyan bir kişi, "Bu hikayeler buradan alınmış olabilir." diyebilir. Ancak Kur'an’daki anlatılar, çok daha rafine ve güzel bir üslupla, derli toplu bir biçimde aktarılmıştır. Bu da insanları, "Hazreti Muhammed (sas), duyduğu hikayeleri almış, kendi yorumu ve ifadeleriyle daha güzel bir şekilde anlatmış." gibi yanlış bir düşünceye sevk ediyordu.
Aydınlanma Çağı ile birlikte, İslam’ın esasını daha doğru aktarma çabaları başladı. Kur'an tercümeleri, Peygamber Efendimiz’in hayatını konu alan eserler gibi çalışmalar Batıda yaygınlaşmaya başladı. Ancak bu dönemde de Aydınlanmanın getirdiği ateizm akımı etkili oldu. Bu, vahiy kavramını tamamen reddetme eğilimini beraberinde getirdi. Artık müsteşrikler (Doğu bilimciler) nazarında Hazreti Muhammed, Hazreti İsa veya Hazreti Musa gibi peygamberler "mit uyduran insanlar" olarak değerlendiriliyordu. Hatta bazıları daha da ileri giderek, "Musa gibi biri hiç yaşamamıştı; sonra gelenler böyle bir figür uydurmuşlardı." diyordu.
Burada bir dipnot düşmek gerekirse, bazı sözel bilim dallarıyla ilgilenen insanların ortalama zekâ seviyesinin sayısal bilimlerle ilgilenenlere göre biraz daha aşağıda olduğu söylenebilir. Sözel bilimlerde de dâhiler elbette vardır ancak bazen bu alanlarda çalışanların yetenek seviyesi diğer alanlara göre daha düşük olabilmektedir. Mesela sosyoloji, psikoloji ya da İslamiyat (İslam çalışmaları) gibi alanlara bazen, "başka şey beceremeyenler" diyebileceğimiz isimler yönelebilmektedir. Çünkü bu alanlarda, temel bilimlerde olduğu gibi sıkı bir matematiksel veya fiziksel öğrenme disiplini gerekmemektedir. Daha parlak zihinlerin sosyal bilimlerle daha az ilgilenmesi nedeniyle de özellikle “bilimsel” anlamda bazı sorunlar yaşanmıştır.
Örnek olarak şu soruyu ele alabiliriz:
"Efendimiz (sas), bir tıp uzmanı olmadığı hâlde tıbbi konularda bir şey söylediğinde, bu durum O’nun peygamberliğini nasıl etkiler?"
Bu soruya şu şekilde cevap veren kişiler vardır:
"Efendimiz bir peygamberdir; O’nun tıbba dair söylediklerini değil, nübüvvetle ilgili rivayetlerini esas almalıyız. Tıbbi konularda yanılmış olabilir, çünkü O bir hekim değildir. Bu durum, O’nun peygamberliğini sorgulanır hâle getirmez."
Bu yaklaşımda dikkat çeken sorun, tıbbi konuların önemine ve bu alandaki hadislerin suistimal edilme ihtimaline yeterince vurgu yapılmamasıdır. Tıp gibi teknik bir konuda hadis uydurmak daha kolaydır ve bu durum insanların zihinlerinde kafa karışıklığına yol açabilir. Bu endişe doğrultusunda böyle bir cevap verilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak doğru yöntem, Peygamber Efendimiz’e (sas) isnat edilen tıbbi hadislerin titizlikle incelenip doğru ile yanlışı ayırmaya yönelik bir çaba harcamaktır.
Yukarıdaki cevapta metodolojik bir eksiklik olsa da bu yaklaşımın, Allah Resulü’ne (sas) duyulan saygının bir yansıması olduğunu görebiliriz. Bu kişi, şöyle bir fikri ifade etmeye çalışmıştır:
"Bir peygamberin her konuda uzman olması gerekmez. Efendimiz’in tıbbi bilgi alanındaki eksiklikleri, O’nun rehberlik misyonunu ve peygamberlik sıfatını asla gölgeleyemez."
Bu tür bir düşüncenin arkasında, Efendimiz’e (sas) duyulan derin hürmet vardır. Tıpla ilgili Efendimiz’e (sas) dayandırılan ancak aslında yanlış olan bazı meseleler ve uydurulmuş hadisler vardır. Bu kişi o meselelerin veya hadis olarak bilinen sözlerin yanlış olduğunu kendi tıp bilgisiyle bilmektedir. Bu nedenle, Allah Resulü hakkında saygısızlıkta bulunmamak için bu tarz bir yola gitmiştir. Çünkü tutarlı bir duruş sergilemek isteyen bir kişi, bu bağlamda iki temel yaklaşım benimseyebilir:
1) Efendimiz’in (sas) vahiy almadığını veya doğruyu söylemediğini (haşa) iddia etmek.
2) Efendimiz’in (sas) vahiy aldığını, ancak bu vahyin daha çok uhrevi meselelerle ilgili olduğunu, dünyevi detayların ise O’nun kendi insani tecrübelerine dayandığını kabul etmek.
Yanlış mantık yürütme sonucu yapılmış hatalı çıkarımlara bir örnek daha verelim: Tarihte şu iddiayı öne sürmüş kimselere rastlarız: “Allah Teâlâ geleceği bilmez.” Bunun gerekçesini ise şöyle açıklamışlardır: “Eğer Allah geleceği bilseydi, kullar farklı bir seçim yapamazdı ve bu durumda imtihan sırrı ortadan kalkardı. Ancak Allah’ın zalim olmadığını biliyoruz. İnsanın özgür iradesiyle seçim yaptığını biliyoruz. O zaman Allah geleceği bilmiyor.”
Bu mantık, yanlış bir çıkarımdan ibarettir ve esasında Allah’a karşı saygısızlık yapmamak için girilen bir düşüncedir. Bu iddianın sahibi, Allah’ın zalim olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Ancak bu tür yanlışlıkların kaynağı, bazen yetersiz bilgi veya eksik akıl yürütmeden kaynaklanır. Bu örneği, Allah’a karşı saygılı olmak isterken yanlış bir yorumun nasıl ortaya çıkabileceğini göstermek için ele aldık.
Gelecek yazıda ünlü oryantalist Goldziher’in hadisler konusundaki görüşleri üzerinden devam edeceğiz.