Sünnet Kavramı Üzerine | Tek Parça
Geleneksel Literatür
Sünnet kavramına sözlüklerde verilen anlamlar şunlardır;
-İyi olsun kötü olsun her manada izlenen herhangi bir yol ve yöntem,
-Övgüye değer manada iyi yol ve yöntem,
-Örnek alınan uygulama,
-Örf, adet ve gelenek…
İslami ilimler literatüründe ise fıkıh ve hadis gibi ilimler sünnet kavramını kendilerine özgü bir tanımla ele almışlardır.
Örneğin hadis ilminde sünnet kavramı şu şekilde tanımlanır: Sünnet, Allah Rasulü’nün nübüvvetinden önceki veya sonraki bütün sözleri, fiilleri, takrirleri ve hakkındaki diğer bütün haberlerdir. Bu tanımdaki takrir kavramı Efendimiz’in (sas) bir sahabinin herhangi bir uygulaması karşısında beyanda bulunmamasını, onu bir çeşit susarak onaylamasını ifade eder.
Fıkıh ilminde ise sünnet kavramı; farz veya vacip derecesinde olmayan ancak yine de dinin yapılmasını istediği fiiller olarak tanımlanmıştır. Sünnet kavramı fıkıhta bid’at kavramının zıddı bir anlama gelecek şekilde de kullanılır.
Hanefi uleması sünnet kavramını “dinde izlenen yol” olarak ele almış ve bu yolu Allah Rasulü (sas) ile ashabının yolu biçiminde izah etmişlerdir. Tabii bu tanıma “farz veya vacip olmaksızın” kaydını da ilave etmişlerdir ki bu durumda Hanefilerin genel sünnet tanımı şudur: Sünnet, farz veya vacip olmaksızın, Allah Rasulü ve ashabının dinde takip ettiği yol.
Yine Hanefi fıkhında sünnet kavramı Sünnet-i Hüda ve Sünnet-i Zevaid olarak ikiye ayrılır.
Sünnet-i Hüda, Efendimiz’in farz veya vacip olmadığının anlaşılması için nadiren terk ettiği ibadet türünden fiilleri veya amelleridir. Namazların sünnetleri, abdest alırken ağza ve buruna su verme gibi ameller bu sünnet türündendir.
Sünnet-i Zevaid, Efendimiz’in (sas) bir beşer olması itibariyle gerçekleştirdiği, dini yaşamakla ilgisi olmayan beşerî fiilleridir. Efendimiz’in yeme, içme, giyinme, kişisel bakım, bazı hastalıkların tedavisiyle ilgili tavsiyeleri, kullandığı savaş aletleri, binekleri ve benzeri hususlar bu türdendir.
Sünnetin bu zevaid kısmıyla ilgili İslami ilimlerde yaygın kanaat şudur ki: Bu fiilleri yerine getirmeyen kimse günah işlemiş olmaz. Ancak bu fiilleri Efendimiz’e (sas) bağlılık ve muhabbet hisleriyle yerine getirmeye çalışan kişi sevap kazanmış olur.
Hadisçiler ile fıkıhçıların sünnete bakışları farklı olduğu için hadisçilerin sünnet olarak ele aldığı pek çok husus fıkıhçılar için aslında amelî bir değeri olmayan konulardır. Hadisçiler Efendimiz’den (sas) gelen bütün haberleri ve rivayetleri sünnet kapsamına almışlardır ki bu ele alış tarzında o rivayet ile herhangi bir şer’î hükmün kurulup kurulamayacağına bakmamışlardır. Fıkıh alimleri ise kendisinden fıkhî bir hüküm çıkarılabilecek hadislere odaklanmışlardır.
Kur’an’da sünnet kavramı pek çok ayette kullanılır. Bu kullanımların bir kısmında sünnet; geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ve ibret alınacak olay anlamında, bir kısmında onların takip ettiği yollar anlamında kullanılmıştır. Çoğunda Allah Teala’nın icraatında içkin bir şekilde bulunan kanunilik, Allah Teala’nın yaratırken kanunlara göre yaratması anlamında kullanılmıştır.
Hadis-i şeriflerde ise sünnet kelimesi geniş bir biçimde kullanılmıştır. Bu kullanımlarda sünnet kelimesi başlıca;
-Allah Rasulü’nün (sas) bir nebî olarak uyguladığı ve öğrettiği davranışlar,
-Halifelerin uygulamaları,
-İnsanların uygulamaları, tuttukları yol ve yöntemler… anlamlarında kullanılmıştır.
Temel hadis kaynaklarında da “Sünnete ittiba (ittibau’s-sünne)” veya “el-i’tisam bi’s-sünne (sünnete sımsıkı sarılma”) gibi başlıklar bulunur. Bu başlıklarda da sünnet kelimesi, Allah Rasulü’nden (sas) nakledilen hadislere uygun biçimde yaşamaya çalışma, bu uğurda çaba gösterme anlamında kullanılmıştır. Bu da sünnetin hadislerden çıkarsanabileceği varsayımını göstermektedir.
Dini Literatürde Durum
İslami ilimler literatüründe sünnet kelimesinin çok fazla dallanıp budaklandığı görülmektedir. Örneğin öğlen, ikindi ve yatsı namazlarının ilk dört rekatlık bölümlerine de sünnet denilmektedir, namazın kıyamında erkeklerin ellerini göbekleri üzerine bağlamalarına da sünnet denilmektedir. Yemeğe besmele ile başlamak da sünnet olarak adlandırılmaktadır misvak kullanmak da… “Kur’an ve sünnete uymak” tabirinde de sünnet kavramıyla Efendimiz’in (sas) bütün söz ve fiillerini kast etmiş olunmaktadır.
Sonuç olarak “sünnet” kavramı dini literatürde, özellikle de Türkçeye geçmiş hâli ile fıtrat, kültür gibi çok fazla anlama gelir. Bu hâliyle tek başına kavramsal açıdan neyi işaret ettiği tam olarak belli değildir. Zaten bu nedenle dini bir yazıda veya konuşmada “sünnet” kelimesi ile neyin kast edildiği her zaman önceden açıklanmak durumunda kalınmaktadır.
Neye Sünnet Demeliyiz?
Çok geniş bir alanı kapsayan sünnet kelimesinin bu alanını o kelimeyi daha net hale getirmek adına bir parça sınırlamak durumundayız.
Sünnet; Efendimiz’in (sas) yapıldığı zaman kendisinden bir sevap hasıl olacağına dair açık ve net beyanları ile beyan yerine geçen, başka şekilde açıklanamayacak kadar belirgin fiillerine denilir veya denilmelidir.
Genel ilkedir, bir şey ancak açık bir delille hüküm hâline gelir.
Efendimiz (sas) Allah’ın kulu ve Rasulüdür. Allah Teala’nın kulu olması itibariyle bir beşerdir ve nübüvvet vazifesinin yanında her kul gibi kulluk vazifesiyle de görevlidir. Kulluğu ile velayetin zirvesinde, nübüvveti ile de risaletin zirvesindedir. Onun hakiki mahiyetinin kutsiyeti veya nurani şahsiyetinin kemâli zaten malumdur. Ancak O, insanlar içinden seçilmiş bir insandır ki bize hakiki manasıyla rehber olabilsin. Dolayısıyla dünya hayatı itibariyle beşeriyetin tâbi olduğu kanun ve kaidelerle de sınırlı olacaktır.
Diğer yandan O'nun sözleri, fiilleri, davranışları ve özellikleri hadis, siyer ve tarih suretinde bizlere kadar intikal etmiştir. O hâlde Efendimiz’in (sas) sözleri ve fiilleri içinde O'nun beşeriyetinden veya bir kültür içinde doğup büyümesinden kaynaklanan söz ve fiilleri de olacaktır. Dolayısıyla zaman ve mekanla kısıtlı olan söz ve fiilleri de olacaktır.
Bu noktada bir insan “Efendimiz savaşta sadece kılıç, ok ve mızrak kullanmıştı. Bunları kullanmak sünnettir. Başka bir silah kullanmak bidattir.” dese bu sözün ne kadar abes olduğunu herkes kabul edecektir.
Aynı şekilde hiç kimse Efendimiz (sas) döneminde bazı yaralanma vakalarında hasırın yakılıp külünün yaraya bastırılması şeklinde bir tedavinin olduğundan bahisle bu tedavi yönteminin sünnet olduğunu, bunun dışındaki tedavi şekillerinin bidat olduğunu iddia edemez.
Dolayısıyla bizler, Efendimiz’in (sas) yaptığı ancak başkasının yapmadığı bazı fiillerin dini bir boyutunun olmadığını, net bir şekilde o dönemle, o dönemin kültürü veya teknolojisiyle ilgili fiiller olduğunu biliyoruz.
Sünnet Sevabı Nasıl Oluşur?
Efendimiz’in (sas) sadece açık bir beyanıyla herhangi bir fiil hakkında “Bunu yapmanızda sevap vardır.” veya “Bunu terk etmenizde günah vardır.” gibi açık beyanı olan hususlara sünnet denilmelidir. Dolayısıyla hakkında bu şekilde beyan bulunan fiilleri işlemekten bir sünnet sevabı oluşacaktır.
Bu durumun en bariz şekilde dualar veya evrad ü ezkarla ilgili hadislerde olduğunu görürüz.
Örneğin yatsı namazından sonra uyuyup gecenin son üçte birinde ise kalkıp namaz kılmak ve dua etmek farz değildir. Ancak Efendimiz (sas) “Geceleyin öyle bir zaman vardır ki Müslüman bir kimse o zamana rastlar ve Allah’tan dünya ve ahiretle ilgili hayırlı bir şey dilerse, Allah ona dilediğini verir. Bu zaman her gecede vardır.”1 buyurmuştur.
Aynı şekilde “Allah Teâlâ’nın kuluna en yakın olduğu zaman, gecenin son saatleridir. Yapabiliyorsan, o saatte Allah’ı zikredenlerden ol.”2 hadisi de gecenin belli bir saatinde kalkıp namaz kılmanın, dua etmenin veya Kur’an okuyarak o vakti değerlendirmenin faziletinden bahsetmektedir ki bu ameli işleyenlere pek çok hayır, fazilet ve bereketin yanında sünnet sevabı da kazandıracağı açıktır.
Yine Efendimiz (sas); “Bir adam yolda yürürken, yol üzerinde bir diken dalı buldu da onu attı. Allah da ona teşekkür etti ve onu mağfiret buyurdu.”3 buyurmuştur. Aynı şekilde Ebu Berze el-Eslemi (ra) Efendimiz’e (sas) “Ey Allah’ın Rasulü! Bilemiyorum, olur ki siz dünyadan göçersiniz de ben sizden sonraya kalırım. Bana öyle bir azık ver ki Allah bana onunla lütufta bulunsun.” şeklinde bir soru sorarak hayatına ölçü olacak tavsiyeler ister. Efendimiz (sas) de bazı tavsiyelerinin yanında “Yoldan insanlara eziyet veren şeyi kaldır!” buyurur.4
Bu hadiste sahabinin sorduğu soru direkt Allah Teala’nın lütfuna vesile olabilecek bir ameldir. O hâlde cevapta geçecek olan ameller Allah Teala’nın lütfuna vesile olacaktır. Dolayısıyla o ameller farz değil ise sünnet kategorisine dahil edilebilecektir.
Diğer yandan bu hadise bakıp o dönemde insanların yürüdükleri yolların taş, çalı, diken gibi rahatsızlık verici maddelerle dolu olabildiği, günümüzde böyle bir sorunun kalmadığı söylenebilir. Ancak Efendimiz (sas) meseleyi çalılarla, dikenlerle, taşlarla sınırlandırmamış “eziyet veren şey” diyerek çerçeveyi geniş tutmuştur. Günümüzde de örneğin bir otoyolda, araçların hızla gelip geçtiği bir yere düşen bir taş parçasının kaldırılması kişiye sünnet sevabı kazandırabilecektir.
Söz (Beyan) ve Fiil Ayrımı
Konuyla ilgili geleneksel literatürümüzde Efendimiz’in (sas) sözleri ile fiilleri arasında bir ayrım yapılmıştır.
Geleneksel olarak bazı alimlerimiz fiilin sözden önce geldiğini söyleseler de bu durum ancak dar bir alanı kapsamaktadır. Örneğin Efendimiz (sas) dörtten fazla kadınla evlenmiştir ancak ümmetine dörtten fazla evliliği yasakladığı bilinmektedir. Burada beyan, fiilden daha önde olmuştur. Çünkü biz Efendimiz’in (sas) bir fiili niçin yaptığına dair zihnini ve kalbini bilemeyiz ancak bu konuda kendi beyanı olursa o zaman meselenin aslını bilebiliriz.
Bu noktada aslında kaynaklarda yer almayan ancak geleneksel anlatımlarda bir örnek olarak kullanılan şöyle bir hadise nakledilir: Efendimiz (sas) namaz kılarken alnı kanar ve Hz. Aişe (ra) validemiz de akan kanı eliyle siler. Efendimiz namazı bozar ve abdest yenileyerek namaza yeniden durur. Bazıları Efendimiz’in abdestinin kadın dokunduğu için bazıları da kanama olduğu için bozulduğunu söyler. Ancak bu örnek hadisede Efendimiz’in abdestini neden yenilediğini kendisi beyan etmediği için bilemeyiz. Üçüncü ihtimaller her zaman söz konusudur. Örneğin Efendimiz abdest almayı unuttuğunu düşünmüş olabilir, konsantrasyonu bozulduğu için abdest almış olabilir vb… Bu hadiseden, açık bir beyan olmadıkça kesin bir hüküm çıkarılamaz. Sadece zanlara göre yorum yapılabilir ve zandan da yakîn çıkmaz.
Efendimiz’in (sas) Fiilleri
Efendimiz’in (sas) yaptığı şeyler için, dini bir yönü olsun olmasın şu soruların sorulması önemlidir:
-Efendimiz herhangi bir şeyi yaptığında onu başkaları yapmazken, bir fiilin mucidi olarak mı yapmıştır?
-Efendimiz kendi yapığı fiili başkalarına da emretmiş midir?
-Efendimiz bir şeyi başkaları da yaparken mi yapmıştır, zaten yapılan bir fiili mi devam ettirmiştir?
Örneğin insanlar kaşık kullanmadan, elleriyle yemek yerken eğer Efendimiz (sas) “Ellerinizle yemek yemeyin!” deseydi bu beyan, elle yemek yemenin Efendimiz tarafından hoş karşılanmayan bir durum olduğunu gösterecekti. Veya Efendimiz “Yemeklerinizi kaşık kullanarak yiyin!” deseydi bu durumda da en fazla elle yemek yemenin sağlık açısından mahsurlu olduğu, kaşık kullanmanın daha medeni bir davranış olduğu ve Efendimizin bunu onayladığı gibi yorumlarda bulunabilirdik.
Diğer yandan Efendimiz “Elleriyle yemek yiyenlere cennet yemekleri yedirilecektir.” veya “Allah elleriyle yemek yiyenlerden razı olacaktır.”, “Elleriyle yemek yiyenlere yetmiş sevap yazılır.” türünden bir beyanda bulunsaydı ancak o zaman elle yemek yemenin ahirete yönelik bir sevabı olduğundan bahsedebilirdik. Yine ancak bu durumda elle yemek yemenin sünnet olduğunu söyleyebilirdik. Efendimiz (sas) böyle bir beyanda bulunmadıkça elle yemek yemenin fiilî veya kavlî bir delile dayanan bir sünnet olduğunu söylemek pek doğru olmayacaktır.
Efendimiz (sas) elleriyle yemek yemiştir. O dönemde bütün Araplar elleriyle yemek yemektedir. Arapların kadınları da erkekleri de, Müslümanları da müşrikleri de, çocukları da yetişkinleri de elleriyle yemek yemektedir. Efendimiz’in elle yemek yemenin faziletine dair herhangi bir beyanı, tavsiyesi, yönlendirmesi de bulunmamaktadır. Bu durumda Efendimiz’in (sas) elleriyle yemek yemesinin sadece o gün için var olan bir örfün devamı mahiyetinde olduğu açıktır.
Sünnete Uyma Motivasyonu Her Zaman Sevap Kazandırır mı?
Dini literatürde özellikle sünnetin “zevaid” denilen kısmıyla ilgili Nebevî fiilleri Efendimiz’e (sas) bağlılık ve muhabbet hisleriyle yerine getirmeye çalışmanın sevap olduğu yaygın bir kanaattir.
Ancak bu noktada kaideler ve istisnalar, daha doğrusu bilinemeyecek hususlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Öncelikle “Bir insan Efendimiz’in dini olsun olmasın yaptığı her amelinin aynısını Efendimiz’e benzeme niyetiyle yaparsa mutlaka sünnet sevabı kazanır.” şeklinde bir kaide yanlıştır. Bu iddia bir kaide olarak doğrulanamaz.
Diğer yandan, Efendimiz’e (sas) muhabbet beslemek ve O'na sadakat hisleriyle bağlı olmak şüphesiz ki çok kıymetlidir. Ancak bir insanın sırf Efendimiz (sas) elleriyle yemek yediği için çıplak elle yemek yemesinin insana ahireti adına bir sevap kazandıracağı söylenemez. Çünkü ilkesel olarak herhangi bir fiilin sevap kazandırıp kazandırmayacağını ancak Kur’an veya Efendimiz (sas) açıkça beyan etmişse söyleyebiliriz. Aksi hâlde herhangi bir fiilin sevap kazandıracağını söylemek ancak zan ile ortaya atılmış bir iddia olacaktır ve zandan da yakîn hasıl olmaz.
“Salt duygusal bir motivasyonla ve o niyetle Efendimiz’in (sas) beşer olarak işlediği her fiil insana mutlaka sevap kazandırır.” şeklinde bir kaide yanlıştır. Kaideler üzerinden gittiğimiz vakit varacağımız sonuç budur. Tutarlılık da bunu gerektirmektedir. Çünkü Efendimiz (sas) elleriyle yemek yedi diye eliyle yemek yiyen bir insan “Efendimiz kerpiç evde oturmuştur. Ben de kerpiç evde oturursam sevap kazanırım.” veya “Efendimiz cep telefonu kullanmamıştır, ben de kullanmazsam sünnet işlemiş olurum.”, “Efendimiz savaşlarda at veya deveye binmiştir. Ben de zırhlı araçlara değil ancak at veya deveye binersem sünnet sevabı kazanırım.” da demelidir. İlkine doğru dememiz bunlara da doğru dememizi gerektirecektir.
Diğer yandan bir insan sadece Efendimiz’e (sas) benzeme niyetiyle, duygusal dolulukla yaptığı fiilerden belli durumlarda sevap kazanabilir. Bu bir istisnadır ve bunun Allah Teala’nın lütfuna, ihsanına ve rahmetine bakan çok yönleri vardır.
O hâlde “Bir insan zevaid sünnetleri sırf Efendimiz’in (sas) muhabbetinden dolayı yaparsa mutlaka sevap kazanır.” şeklinde bir kaide yanlış olacağı gibi “Bir insan zevaid sünnetleri sırf duygusal bir motivasyonla yaparsa asla ve hiçbir durumda sevap kazanamaz.” şeklinde bir önerme de doğru olmayacaktır.
Bu noktada Kur’an’ı alıp üç kere öpüp başımıza koyma örneği meseleyi daha anlaşılır hâle getirebilir.
Kur’an’ın veya Mushaftan bir parçanın herhangi bir yerden alınıp öpülerek başa konulmasına dair ayet, hadis veya sahabe uygulaması/sözü yoktur. Ancak Kur’an’a saygı amacıyla onu öpmenin veya başa koymanın bir sakıncası da yoktur. Elbette bu saygı göstergesi Kur’an’ı okumak, onu anlamaya çalışmak türünden bir ibadet de değildir.
Bir insan hakikaten Kur’an karşısında bir haşyet duyar, duygulanır, “Allah’ın kelamı!” der, onu öpüp başına koyarsa bu durumun bir sevap veya o kişinin kalbini imana ve Kur’an’a daha sıkı bağlama, elde edeceği bereket manasında bir karşılığının olabileceği beklenebilir, ümit edilebilir. Ancak bu tip bireysel, istisnai durumlar dışında ilkesel veya genel bir kaide olarak “Kur’an’ı alıp öpmenin, onu yüksek bir yere asmanın, bel hizasından yüksekte tutmanın şu kadar sevabı vardır. Böyle yapanların hepsi şu kadar sevap kazanacaktır.” gibi bir iddiada bulunulamaz. Çünkü Efendimiz’in (sas) “Bu sevaptır. Ahirette bir karşılığı olacaktır.” şeklinde bir beyanı yoktur. Böyle bir beyanı olmadığı gibi böyle bir fiili de yoktur.
Efendimiz’in (sas) Fiillerinde Hikmet
İnsanlar bazı fiilleri sadece Efendimiz’e (sas) mahsus, arka planında bir hikmet ve ulvî bir sebep bulunan bir fiil olarak algılayabilirler. Ancak söz konusu hikmetler veya sebepler sıradan, beşerî hikmetler veya sebepler de olabilir.
Örneğin Efendimiz (sas) yemek yerken sağ elle ve kendi önünden yemeyi tavsiye etmiştir.(5) Ayrıca Hz. Aişe (ra) validemizin bildirdiğine göre “Allah Rasulü temizlenmeye, taranmaya, ayakkabısını giymeye varıncaya kadar her işe sağdan başlamayı pek severdi.”(6)
Efendimiz’in (sas) yemek yerken veya diğer gündelik işlerini yaparken sağdan başlamayı tercih ettiğini biliyoruz ancak niçin böyle yaptığına dair kendisinden bir beyan bilmiyoruz.
Bu durumda yemeği önünden yemek veya bir işe başlarken sağdan başlamak ve gerektiğinde sağ eli kullanmak hakkında çeşitli hikmetlerden bahsedebiliriz. Örneğin sağ elle yemek yemenin sol el daha çok temizlikte kullanıldığı için daha sağlıklı olduğu, sağ tarafına yatan insanın kalbine ve midesine daha az yük yükleyeceği gibi yorumlar yapmak mümkündür. Hatta Allah Teala’nın sağ ve sola bazı farklı anlamlar yüklediği, bu nedenle sağ elle yemek yemekten yatarken sağ tarafına yatmaya, ayakkabı giyerken sağdan başlamakla evden çıkarken sağ adımıyla çıkmaya kadar olan meselelerde manevi bir yön bulunduğu da söylenebilir. Bu noktada insanların bir şeyin hikmetini bilmiyor olmaları o şeyin hikmetsiz olduğu anlamına gelmez. Hikmetini bilmediğimiz hâlde bazı manevi faydaların bulunması da elbette mümkündür.
Ancak, Efendimiz’in (sas) “Yapın!” diye emrettiği meseleler haricinde (ki bunlar zaten sünnettir) kendi yaptığı fiillerin, yani “Efendimiz şöyle yapardı, böyle yapmıştı!” gibi rivayetlerdeki fiillerinin hepsi sünnet değildir, ancak bir kısmı sünnettir.
Daha önce geleneksel olarak alimlerimizin fiili sözden daha önceye aldıklarını ancak bu durumun dar bir alanı kapsadığını söylemiştik. Bu dar alanlardan birisi de Efendimiz’in sünnet olduğu bilinen herhangi bir fiil veya amelinin net bir şekilde tanımlanmış olmasıdır.
Örneğin Efendimiz (sas) insanlara abdesti nasıl almaları, namazı nasıl kılmaları gerektiğini tek tek tarif ederek anlatmasa dahi bizler pek çok mütevatir rivayetten Efendimiz’in abdesti nasıl aldığını, namazı nasıl kıldığını bilmekteyiz. Dolayısıyla esas olan beyan olsa bile mahiyeti itibariyle fiilden ibaret olan durumlarda Efendimiz’in bir sözü olmasa bile O'nun fiiline dair net tarifler bulunduğu durumlar, o konudaki sünnetin ne olduğu hakkında bilgi verecektir.
Bir Örnek: Efendimiz’in (sas) Yürüyüşü
Bu noktada Efendimiz’in (sas) yürüyüşüyle ilgili hadislere kısaca göz atalım:
Enes b. Malik’in (ra) aktardığına göre Efendimiz (sas) yürürken öne doğru meyilli bir şekilde yürürdü.(7)
Hz. Ali’nin (ra) naklettiğine göre ise Efendimiz (sas); “Yürürken ayaklarını yerden kuvvetlice kaldırır, yere sert şekilde basmaz, adımlarını genişçe atar, meyilli bir yerden iniyormuş gibi yürürdü.”(8)
Bu rivayetler Efendimiz’in (sas) yürüyüş tarzıyla ilgili bilgi veren hadislerdir ve kaynaklarda genellikle menakıp bölümlerinde geçmektedir. Ayrıca şemail yani Efendimiz’in (sas) fiziksel ve davranışsal özelliklerini ifade eden Şemail rivayetlerindendir. Şemail rivayetleri aynı zamanda Efendimiz’in (sas) ahlaki özellikleri hakkında da bilgi vermiştir ancak yürüyüş tarzının her yönüyle ahlaki bir durumu yansıtması söz konusu olamaz. Yani bir insanın yürüyüşü bazı yönleriyle onun ahlakına dair ipuçları verirken bazı yönleriyle de sadece fiziksel bir davranıştır. Aynı durum Efendimiz (sas) için de geçerlidir ve yukarıda bahsedilen aktarımlar Efendimiz’in (sas) fiziksel bir davranışı hakkındadır.
Bunun yanında Efendimiz’in (sas) yürüyüşünün fiziksel yönüyle ahlaki yönü hakkındaki rivayetler iç içe geçmiştir. Aynı rivayetlerde Efendimiz’in (sas) yürüyüşüyle ilgili şu bilgilere de rastlarız:
“Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkada yürürdü.”(9)
Grubun arkasında yürümenin sünnet olduğu söylenebilir ancak bunun Efendimiz’e (sas) özgü bir durum olduğu da söylenebilir zira Efendimiz (sas) kendisinin arkasında yürümek isteyen ashabına “Arkamı meleklere bırakınız.” demiştir ki bu ifadeyi “Melekler de onun yardımcısıdır.”(10) ayetiyle açıklayan alimler olmuştur. Dolayısıyla grubun arkasından yürümenin her mümin için bağlayıcı bir sünnet olduğunu söylemek de çok doğru olmayacaktır.
Onun yürüyüşüyle ilgili farklı rivayetlerde sakin ve vakur bir hâlde yürüdüğü, ayaklarını yere sürümediği bilgileri de yer almaktadır.(11)
Vakar, miskinlik ile gurur veya düşkünlük ile kibir arasında orta yol, dengeli bir durumdur. O hâlde Efendimiz’in (sas) yürürken ne kibirli bir eda ile ne de hayattan bezmiş bezgin bir eda ile yürümediğini, her iki yürüyüşün de konuyla ilgili farklı ayet ve hadislere bakarak uygun olmadığını, mütevazi ancak sakin bir vakarla yürümenin ise sünnet olduğunu söyleyebiliriz.
Sahabenin Efendimiz’in (sas) Davranışlarına Bakışı
Sahabe efendilerimiz, Efendimiz’in (sas) yemek yiyişinden oturup kalkmasına, yolda yürümesinden konuşma tarzına kadar pek çok davranışıyla ilgili haberler rivayet etmişlerdir. Ancak yine sahabe efendilerimiz, Efendimiz’in (sas) hangi davranışının beşer olmasından, hangi davranışının da bir nebi oluşundan kaynaklandığını bilmiyor değillerdir.
Örneğin Hz. Ebu Hureyre’den (ra) şöyle bir hadis nakledilir: “Sizden birinizin terliğinin ipi koptuğunda onu düzeltmedikçe diğeriyle yürümesin.”(12) Hz. Ebu Hureyre'nin, Efendimiz’in bu beyanını bir emir gibi algıladığı söylenebilir. Ancak diğer yandan Abdullah b. Ömer’in (ra) terliğinin bağı koptuğu zaman bir taraftan onu onarırken diğer yandan tek terlikle yürümekte bir sakınca görmediği, Hz. Ali’nin (ra) Medain şehrinde tek terlikle yürüdüğü, Hz. Aişe (ra) validemizin de tek terlikle yürürken “Ebu Hureyre’yi mahcup edeceğim.” dediği konuyla ilgili bilinen vakıalardır.(13) Bu durumda Hz. Ebu Hureyre’nin işittiği hadisi uyulması gereken mutlak bir emir gibi gördüğü hâlde diğer sahabilerin bunu sıradan günlük bir tavsiye olarak algıladıkları ve öyle davrandıkları anlaşılmaktadır. Hatta Hz. Aişe validemizin söyledikleri Hz. Ebu Hureyre’nin bu hadisi emir veya dini bir hüküm gibi algılamasına mizahi bir göndermedir. Buna rağmen söz konusu rivayet için hadis kitaplarımızda farklı bölüm başlıkları bile oluşturulmuş, örneğin İmam Müslim “Bir Terlikle Yürümenin Keraheti”, İmam Nesai de “Tek Terlik ile Yürümenin Yasaklanması” başlığıyla bu hadise yer vermişlerdir.(14) İmam Nevevi de Müslim şerhi olan Minhac adlı eserinde tek terlik veya tek ayakkabı ile yürümenin mekruh olduğunu belirtmiştir.(15) Yani günlük hayata dair bir tavsiye dini bir hüküm veya sünnet gibi ele alınabilmiştir.
Efendimiz’in (sas) Beşerî Fiilleri ve İmaj Meselesi
İmaj, herhangi bir şeyle ilgili zihinsel olarak tasarladığımız inançlar, izlenimler, değer yargıları bütünüdür. Biz insanlar bir şeyi önce duyumsarız, duyularımız yoluyla algılarız. İlk adım olan duyumdan sonra oluşan algılarımız birer yorum içerir çünkü algılarımızda sosyal ve kültürel çevremiz etkilidir.
Biz insanların zihinlerimizdeki imgeler adım adım oluşur. İlk önce duyularımızla bir şeyin varlığını duyumsarız. Sonra bu duyular algıya dönüşür. Duyu, imge oluşturmada ilk adımdır. Algılar ise bir parça yorum içerir. Bu noktada duyumlar herkes için aynı olsa da algılar değişkenlik gösterebilir. Algıladıklarımız ise zihnimize imgeler halinde kaydedilir. Bu imgeler benzer duyumlar ve benzer algıların bir süre ve belirli bir miktar devam etmesiyle imaja dönüşür. Artık duyumsadığımız, daha sonra algıladığımız ve bir imge olarak kaydettiğimiz herhangi bir şey hakkında bir imajinasyona, bir izlenime sahibizdir.
Bütün bu süreçler genellikle mekanik ilerler. Yani insanların çoğu imgesine veya imajına sahip olduğu herhangi bir şeyin kendi zihninde bir imgeye veya imaja nasıl dönüştüğünü takip etmez, sorgulamaz ve fark etmez.
Bu noktada hem genel olarak “peygamber imajı” hem de özel olarak Efendimiz’e (sas) ait imgelerimizin nasıl oluştuğuna dair kendi zihnimiz üzerinde pek bir farkındalığa sahip değilizdir. Efendimiz’e (sas) ait imajlarımızı genellikle önce anne babalarımızdan sonra hocalarımızdan sonra da sosyokültürel çevremizden, belki biraz da konuyla ilgili siyer-hadis ve benzeri kitaplardan edinmişizdir.
İşin bu kısmında Efendimiz’in (sas) hakiki mahiyeti ile Onun hayatının siyer ve tarih formunda anlatılan biçimi arasında net bir ayrım yapmak durumundayız.
Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi; Efendimiz’in (sas) hayatı, fiilleri, davranışları ve özellikleri siyer ve tarih biçiminde bize kadar ulaşmıştır. Ancak Efendimiz’in o kitaplarda anlatılan davranışları ve özellikleri genellikle Onun beşeriyetine, bir beşer oluşuna bakar. Halbuki Efendimiz’in manevi şahsiyeti ve kutsi mahiyeti o kadar yüksek ve nuranidir ki siyer ve tarihte anlatılan özellikler o şahsiyete ve mahiyete uygun düşmeyebilir. Çünkü şu yaratılış ağacının en mükemmel meyvesi ve Allah Teala’nın dünya üzerindeki en beliğ tercümanı ve sevgilisi olan o mübarek zatın mahiyetinin bütünü ve kemalatının hakikati siyer ve tarihe geçen beşeri davranışlarıyla aksettirilemez. Örneğin mana aleminde Hz. Cebrail (as) ve Hz. Mikail (as) gibi iki büyük meleğin birer muhafız yaver hükmünde yanında bulunması manevi veya misâlî bir tablodur ve Efendimiz’in (sas) mahiyeti hakkında bir fikir verebilir. Fakat Efendimiz’in (sas) at satıcısı bir bedevi ile bedevinin Efendimiz’i tanımaması nedeniyle bir alışveriş nedeniyle anlık bir anlaşmazlık yaşaması(16) veya yemek yerken kaşık çatal gibi araçları kullanmamış olması Onun hakiki ve kutsi mahiyeti ile uyumsuz bir tablo gibi görünebilir.
Bu noktada, kendi bireysel yaşantımızın farklı bölümlerinde ve farkına varmadığımız süreçler içinde oluşan imaj dünyamıza Efendimiz’in (sas) yaşadığı hayata dair bazı tabloları yerleştirmekte zorlanabiliriz. Zihnimizde veya kalbimizde Efendimiz’e ait sıradan sayılabilecek birtakım beşerî tabloların görüntüsü imaj açısından olumsuzluklar oluşturabilir. Bu nedenle yanlışa düşmemek için siyer ve hadis okumalarında Efendimiz’in beşeriyetiyle ilgili tabloları okurken bir yandan da başımızı kaldırıp kalp ve ruh ufkumuzda Onun hakiki mahiyetine, Risalet mertebesinde duran nurani şahsiyetine, kutsi makamına bakmak lazımdır. Aksi hâlde hürmetsizlik gibi hislere kapılmak veya vesveselere maruz kalmak mümkündür.
Bu noktada bir örnek verelim: Tek bir hurma çekirdeğini toprağa gömsek, gerekli bakımını da yapsak bir süre sonra o hurma çekirdeği hurma ağacına dönüşecektir. Yahut bir tavus kuşunun yumurtasını alıp o yumurtaya ısı versek ondan bir tavus yavrusu çıkacak, bir süre sonra bakımı da yapılırsa mükemmel bir tavus kuşuna dönüşecektir.
Bu noktada verimli bir hurma ağacının tek bir hurma çekirdeğinden veya mükemmel görünümlü bir tavus kuşunun bir tavus yumurtasından ne kadar güzel ve ne kadar daha önemli olduğu elbette takdir edilecektir. Ancak o hurma ağacı hurma çekirdeğinden, o mükemmel görünümlü tavus kuşu da tavus yumurtasından çıkmıştır. Bu durumda o çekirdek veya yumurtanın özellikleriyle o ağaç veya tavus kuşunun özelliklerini iç içe bir şekilde anlatmak veya okumak her ikisi arasında, yani çekirdekle ağaç ve yumurtayla kuş arasında bir ayrım yapmayı gerektirecektir. Bu ayrım yapılmazsa çekirdeğe bakıp hurma ağacını, yumurtaya bakıp tavus kuşunu göremeyen ve inkar eden bir zavallı durumuna düşmek kaçınılmaz olabilir.
Aynı şekilde Efendimiz’in (sas) beşeriyeti, beşerî özellikleri, yemek yerken kaşık kullanmaması, giyim kuşam tercihleri, at veya deveye binmesi gibi özellikleri o çekirdek veya yumurta gibidir. Risalet vazifesiyle ortaya çıkan ve parlayan hakiki mahiyeti ise o çekirdekten çıkan bir tuba ağacı gibidir. Miraca çıkmış, Allah Teala ile (keyfiyetini bilemeyeceğimiz bir şekilde) görüşmüş, semavatın hakikatine muttali olmuş hâli ise cennette süzülen mükemmel bir tavus kuşu gibidir ki kelimeler ve anlatımlar o hakiki hâlin yanında sönük kalmaya mahkumdur.
Bu nedenle siyer ve hadis okumalarında Efendimiz’in (sas) beşerî özelliklerinin bizim (aslında perişan bir halde bulunan) imaj dünyamıza uygun gelmemesi gibi durumlarda zihinsel ve duygusal olarak hürmetsizliğe sapmamak için Efendimiz’in (sas) Refref’e binip, Cebrail’i (as) dahi arkada bırakıp kâb-ı kavseyn denilen Allah Teala’ya en yakın olan makama giden nurani zatına hayalen bakmak makul bir strateji olabilir.
Sünnete Uyma ve İmaj Yansıtma
Efendimiz’in (sas) beşerî fiilleri, içinde yaşadığı sosyal ve kültürel ortama uygun davranışları; her zaman, her kültürde ve her sosyal ortamda mutlak surette uygulanması gereken, uygulayan insanlara mutlaka sünnet sevabı kazandıracak fiiller değildir.
Sünnet sevabının nasıl oluşacağına dair ilkeyi tekrar hatırlayalım: Efendimiz’in (sas) yapılması veya terk edilmesi halinde uhrevi bir karşılığının olacağına dair açık beyanı ve mütevatir, net bir şekilde tanımlanıp tasvir edilmiş fiillerine uygun davranmak bizlere sünnet sevabı kazandıracaktır.
Bunun dışında, örneğin Efendimiz (sas) elleriyle yemek yediği için yemek yeme kültürü o şekilde olmayan bir toplumun içinde kaşık-çatal kullanmadan yemek yemek kişinin niyeti ne olursa olsun sünnet sevabı kazandırır diyemeyiz.
Efendimiz’in (sas) yediği tarzda yemek yemeyi herkes için her şartta sünnet sevabı kazandıracak bir davranış olarak anlatmak insanları sünnete uymaya teşvik etmek anlamına gelmemektedir. Bu noktada bazı vaizlerin veya yazarların “Efendimiz’in yediği gibi yiyin, insanların iğrenmesinden de çekinmeyin.” şeklindeki sözleri de sünnete hizmet etmemektedir.
Ancak burada sünnete hizmet etmemek insanları sünnetten iğrendirmek, Efendimiz hakkında yanlış bir imaj yansıtmak olarak da algılanmamalıdır. Efendimiz (sas) elle yemek yemenin sevabı olduğunu söyleseydi bizler insanların o şekilde yemek yemeyi yadırgamalarına bakmadan elle yemek yemenin sünnet olduğunu, bundan bir sevap umulabileceğini söyleyebilirdik.
Bu noktada “İnsanları elle yemeye teşvik etmek sünnetten soğutmaktır.” şeklinde bir yaklaşım da doğru olmayacaktır. Açık bir şekilde haram ve günah olan şeyler dışında insanlara “Sen böyle söylemekle insanları sünnetten ve dinden soğutuyorsun. Yanlış bir imaj oluşturuyorsun.” şeklinde bir yük yüklemek de doğru değildir. Çünkü Efendimiz’in (sas) veya Kur’an’ın “İnsanların sizin hakkınızdaki imajlarına dikkat edin, buna göre yaşayın!” şeklinde bir emri yoktur. Böyle yapılması durumunda insanların nazarlarına, izlenimlerine haddinden fazla önem vermiş olunacaktır. Böyle olunca da bir başkası gelecek “Tam tesettürlü hanımlar insanları korkutuyor, dinden soğutuyor.” diyebilecektir. Dolayısıyla bir Müslüman “Kaşık kullanmadan elle yemek yemek sünnet değildir çünkü insanlar bunu görünce yadırgayacaklardır.” düşüncesiyle bu davranışa karşı çıkmamalıdır. Ancak “Efendimiz’in elleriyle yemek yemesi beşerî ve kültürel bir davranıştır. Elle yemek yenmesine dair bir tavsiyesi, bunun sevabına dair açık bir beyanı yoktur. O halde bu şekilde yemek yemeye sünnet diyemeyiz. Böyle yemek yiyenlerin sünnet sevabı kazanacağını da söyleyemeyiz.” demelidir ki ilkesel olarak doğru olan bu yaklaşımdır.
Mutlak haram veya helal konular için hak ve hakikati insanların nazarlarına, görüşlerine, imajlarına bağlamak doğru değildir.
Diğer yandan tokalaşma, selamlaşma gibi meselelerde örfü esas almak makuldür. Çünkü selamlaşmanın hakikati karşı tarafın gönlünü rahatlatmak, “Benden sana ancak selamet vardır.” mesajını iletmektir. Yemek yeme esnasındaki davranışlarda da bu husus gözetilebilir. Bu ayrı bir mevzudur.
Ayrıca, bir gruba tebliğ yapmayı düşünen, onlara örnek davranışlar göstermeyi planlayan birisinin o grubun iğrenebileceği davranışlardan uzak durması elbette anlamlıdır. Bu minvalde o insanların içinde elleriyle yemek yemekten uzak durmak da anlamlı bir davranış olacaktır. Bu da meselenin sosyal boyutuyla ilgilidir.
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” ilkesine bağlı olarak insanların tuhaf karşılayabileceği davranışlardan (ki o davranış sünnet dahi olsa) uzak kalmaya çalışmanın da bir anlamı olabilir. Örneğin bir insanın ses tonu yüksek olsa ancak konuştuğu insanlarda bir çekinme duygusu oluşturmama adına sesini kısarak daha sakin konuşmaya çalışsa bu davranışını da “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” emrine bağlasa, bundan da bir sevap alacaktır.
Yapmacık Tavırlar: İhlas ve Riya Arasında
“Bir Müslüman başka insanlara güzel örnek olmalıdır.” önermesini ele alalım. Hatta Bediüzzaman’ın şu sözünü ele alalım: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin (İslam ahlakının) ve hakaik-i imaniyenin (iman hakikatlerinin) kemalâtını (güzelliklerini, mükemmel oluşunu) ef’âlimizle (davranışlarımızla) izhar etsek (gösterebilsek), sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın (yeryüzünün) bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler (dahil olacaklar).”(17)
Bu cümleler çok kıymetli hakikatleri ifade etmektedir. Ancak bilinmektedir ki bir insanın veya bir Müslümanın sadece başkaları için bir şey yapması dikkat edilmediğinde bir cins riyadır. Zaten Bediüzzaman’ın kastı da “İslam ahlakının güzelliklerini kendiniz benimsemeseniz de bunu davranışlarınızda gösterin.” demek değildir. Ancak her halükârda örneğin; yalan söylememeyi, sözünde durmayı, emanetin hakkını vermeyi, gıybet etmemeyi, insanları kınamamayı kendinde yerleşik bir ahlak haline getirememiş bir insanın bu güzellikleri sadece gayrimüslimlerle iletişim esnasında göstermeye çalışması yapmacık bir davranış olacaktır.
Bununla birlikte başkalarının önemsenmesi gereken pek çok durumun var olduğu da bir gerçektir. Örneğin bir baba, 6-7 yaşındaki çocuklarına kendisinin namaz kılan birisi olduğunu göstermelidir. Bu riya değildir, öğretmenin tahtada ders anlatması gibidir. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak hiçbir zaman başka insanların imajları, nazarları, bakış açıları temel ölçü olarak ve kayıtsız bir şekilde ele alınamaz. Çünkü böyle bir durum hakikati bozacaktır. Hâl ve duruma uygun olarak başka insanlar için onların görmeleri amacıyla bazı davranışların gösterilmesinin ise bir temeli vardır. Örneğin sadakaların bazen gizliden bazen açıktan verilmesi bu kabildendir.
Esas olan ihlastır ve mümkün olduğunca da özellikle nafile ameller gizli yapılmalıdır. Ancak bazen alenî, göstere göstere yapmanın da yerine ve durumuna göre, ikincil planda bazı fayda ve hikmetleri bulunabilir.
Bu noktada bir insan örneğin Efendimiz (sas) öyle tavsiye ettiği için ve zaten fıtraten, mizacen de eğilimli olduğu için güzel ve bakımlı giyinmelidir. Diğer yandan “Ben Kur’an hocasıyım ve insanlara Kur’an’la ilgili hususlar anlatacağım. O halde o insanlara da iyi görünmeliyim.” amacıyla iyi giyinmesi de sevap kazandırır. Ancak bu meseleye kendini çok kaptırması hâlinde sırf insanlara güzel görünme motivasyonuyla hareket eder hâle gelmesi de mümkündür. Bunu da bir şerh olarak düşmek gerekir.
Sünneti Anlamada Statik ve Dinamik Bakış Açıları
Fıkıh ilmine İslam Hukuku veya Müslümanların hukuku diyeceksek öncelikle hukuk kavramının dinamik yapısını gözetmek durumundayız. Fıkıh, metafizik bir alan değildir. Konusu insanların kalp ve ruh hayatlarına ilişkin ilkeler belirlemek değildir. İman ve Kur’an hakikatlerinin değişmez niteliklerini tespit etmek de değildir. Fıkıh, insanlar arası ilişkilerde uyulması gereken kuralların belirlendiği bir alandır. Bu alanın da en belirgin özelliği insanın yaşadığı her coğrafya ve zaman diliminde farklılaşma ve değişimdir. Hukuk, özünde dinamik bir yapıdır ve İslam Hukuku olan fıkıh da dinamizmini korumak zorundadır.
Bu bağlamda şu hadis-i şerifi örnek olarak ele alalım: Hz. Aişe (ra) validemiz Efendimiz’e (sas) evlilik konusunda “Kadınların görüşü alınır mı?” şeklinde bir soru sorar. Efendimiz de “Evet” cevabını verir. Bunun üzerine Hz. Aişe validemiz “Bekar kız utanır ve bu yüzden susar.” deyince de Efendimiz “Onun sükutu izin vermesi anlamına gelir.” buyurur.(18)
Hadisin farklı bir versiyonunda Efendimiz (sas) “Dul kadın talebi alınmadan evlendirilemez. Bekar kıza izni sorulmadan evlendirilemez!” buyurur. Sahabe “Ya Rasulallah! Bekar kızın izni nasıldır?” diye sorunca Efendimiz (sas) “Onun izni sükutudur.” buyurur.(19)
Bu hadislerden yola çıkan fıkıh alimleri şu sonuçlara ulaşmışlardır;
-Babasının nikah akdini kıydığı bilgisine ulaşan bekar kız sükût ederse nikahı caiz olur. Çünkü din haya sebebiyle sükût etmeyi rıza olarak kabul etmiştir. Çünkü hayası konuşmasına engel olduğu için konuşmayan, dilsiz durumunda sayılır. Dilsizin işaretinin onun sözü olması gibi bakire kızın sükutu da onun rızası olarak kabul edilir.(20)
-Malikilere göre ise sükût etmenin rıza ve izin demek olduğunu bekar kıza bildirmek menduptur. Kız istemezse yani razı olmuyorum veya evlenmiyorum şeklinde açık bir beyanda bulunursa zorla evlendirilemez. Sükût etmenin yanı sıra alaycı olmayan gülüş, tebessüm, sessiz ağlama, çığlık atma, yanağa vurma gibi hareketler de evlenmeye rıza gösterdiğine delalet eder.(21)
Dikkat edilirse bu söylemlerde sükûtun her zaman ve her kültürde, her koşulda ikrar-onaylama anlamına geldiği şeklinde bir ön kabul vardır.
Yine fıkıh alimlerimiz özellikle fıkıh usulüne kafa yoranlar bir toplumda yerleşik örf ve adetlerin bazı anlamları içerdiklerini, bu örf ve adetlerin de içerdikleri anlama işaret eden lafızlar gibi değerlendirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu ilke fıkıh usulünde “Örfle bilinen şartla şart koşulmuş gibidir.” veya “Örfle sabit olan nas ile sabit olmuş gibidir.” şeklinde ifade edilir.
Gerçekten de her toplumda anlamları kesin olan bazı kültürel davranışlar vardır. Sükût etmenin onaylama anlamına geldiği durumlar bunlardan birisidir. Ancak sükût, her zaman ve her yerde, her durumda ve her şartta ikrar/onaylama anlamına gelmeyebilir.
Hatta örneğin bizim kültürümüzde sükût, cevap vermesi zor olan durumlarda verilen bir çeşit imalı cevaptır. Türkiye’de bir aile bir akrabasına akşam vakti misafirliğe gitmek istese ve bunu misafirliğe gitmeden kısa bir süre önce telefonla bildirse, karşı taraf da direkt “Gelmeyin.” diyemese, o esnada bir parça sükût etse bu durum “Gelmeyin.” olarak algılanacak veya en azından gelinmesi hâlinde bir sorun olacağı anlamına gelecektir. Çünkü “Buyrun gelin!” demek kolaydır ancak “Gelmeyin.” demek bizim kültürümüzde zordur. Bu durumda sükût etmek, verilmesi gereken zor cevaba yorulur ve gelinmemesi gerektiği olarak anlaşılır. Bu durumda sükût; ikrar veya onaylama değil tam tersi anlama gelmiştir.
Bu noktada fıkıh usulü alimlerimizin sükûtu bir irade beyanı olarak gördüklerini, bekar kızın sükutunu her zaman onay olarak anlamalarına rağmen sözleşmeler gibi diğer hukuki işlemlerde sükutu her zaman onay olarak anlamadıklarını, sükutun yerine ve durumuna göre hem onay hem de itiraz olarak anlaşılabileceği noktaları ayrı ayrı belirttiklerini söylememiz gerekir. Hukuki bir sonuç doğuran sözleşmelerde sükutun her zaman onay anlamına gelmediğini belirtmek doğrudur ancak bekar bir kızın evlilik konusundaki sükutunu her zaman onaylama şeklinde algılamak hadis-i şerife mekanik bakmanın, hadis lafızlarını durağan hale getirmenin bir sonucu olsa gerektir.
Bu durum basit bir ayrıntı olarak görülebilir ancak aslında önemli bir ayrıntıdır. Çünkü hadisi ve sünneti anlamada mekanik bakıldığı zaman meseleyi darlaştırmak kaçınılmaz olacaktır. Hatta asıl mesaj da gözden kaçmış olacaktır.
Şimdi gelin meseleyi biraz daha genişletelim.
Efendimiz (sas) ashabına hiçbir zaman “Müslüman olmadan önceki giysilerinizi giymeyin, şu yeni giysileri giyin!” dememiştir. Sadece elbiselerin temiz ve mümkün mertebe güzel olması, bir kibir göstergesi olmaması, mahremiyeti yeterince sağlaması açısından beyanlarda bulunmuş, erkeklere ipek elbiseyi yasaklamak gibi bir istisnayı da zikretmiştir. Bu kısımlar dışında elbiselerin rengi, biçimi, kumaşı, uygunluğu gibi ayrıntılara girmemiş, insanların giyimine karışmamış, müdahale etmemiştir.
Bu noktada sünnete veya hadislere düz, statik ve mekanik bakan bir insan “Efendimiz (sas) izar, rida ve cübbe giymiş, sarık sarmıştır. Bunları giymek sünnettir ve Müslümanlar böyle giyinmelidir.” diyebilir.
Daha geniş bir açıdan, daha dinamik ve daha doğru bakan bir insan “Efendimiz (sas) kavmi nasıl giyinmişse öyle giyinmiştir. Yeni bir elbise icat etmemiştir. Tesettür, temizlik gibi konulardaki beyanlarıyla giyinmeyi İslami sınırlara çekmiştir. O hâlde asıl sünnet bu sınırlar içinde kalacak şekilde giyinmektir.” diyebilecektir.
Aynı şekilde Efendimiz (sas) kavminin yediği yemekleri yemiş, yeni bir yemek icat etmemiştir. Kavminin yediği yemeklerin pis, putlar için hazırlanmış olanlarını, Allah’ın haram kıldıklarını, Allah adıyla kesilmeyenleri yememiş ve yasaklamıştır. Bunlar dışında bireysel olarak damak tadı tercihini de ifade ettiği yerler olmuştur ancak bu tercihleri Müslümanlara dayatmamıştır.
Yemek meselesinde de meseleye geniş açıdan ve dinamik bakan bir insan sükût ve giyim meselelerinde olduğu gibi Efendimiz’in (sas) çizdiği sınırı sünnetin sınırı olarak görecektir.
Sükût, giyim ve yemek meseleleri örneklerini diğer alanlara uyarladığımızda aynı şeyi sünnetin her alanında, her meselesinde görmek mümkündür.
1 Buhari, Nikah, 41; Müslim, Nikah, 64; Ebu Davud, Nikah, 23
2 Buhari, Hıyel, 11, İkrah, 3; Müslim, Nikah, 65
3 Serahsi, Mebsut, c. 5, s. 3
4 Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 9, s. 168
1 Müslim, Müsafirin, 166-167
2 Tirmizi, Daavat, 118
3 Buhari, Ezan, 32; Müslim, İmaret, 51, Birr, 36
4 Müslim, Birr, 36
5 Buhari, Et’ime, 2
6 Buhari, Vudu, 31; Müslim, Taharet, 66; Ebu Davud, Libas, 41
7 Tirmizi, Libas, 21; Buhari, Menakıb, 23
8 Tirmizi, Menakıb, 8
9 Tirmizi, Şemail, c. 1, 8. hadis
10 Tahrim, 4
11 Tirmizi, Şemail, c. 1, 8. hadis
12 Müslim, Libas, 69
13 İbn Ebi Şeybe, Musannef, aktaran: Sinan Erdim, Hemmam b. Münebbih ve Rivayetlerinin Değeri, s. 138
14 Müslim, Libas, 19; Nesai, Zinet, 117
15 Minhac, c. 9, s. 337
16 Ebu Davud, Akdiye, 20
17 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 90
18 Buhari, Nikah, 41; Müslim, Nikah, 64; Ebu Davud, Nikah, 23
19 Buhari, Hıyel, 11, İkrah, 3; Müslim, Nikah, 65
20 Serahsi, Mebsut, c. 5, s. 3
21 Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 9, s. 168