38 dk.
07 Aralık 2022
Şüphe ve vesvese | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Şüphe ve vesvese | Tek Parça

Soru: Şüphe ve vesvesenin farkı nedir? Bunların sebepleri ve sonuçları hakkında bilgi verir misiniz? Şüphe ve vesveseden korunmak için ne yapmamız gerekir?
 

Cevap: Şüphe kelimesi Arapça “şbh” kökünden türemiştir. Bu da benzerlik, benzemek ve benzemesi nedeniyle kendisine benzeyen şeyle karışmak anlamlarına gelir. Bir açıdan “misil-mesel” kelimelerine benzer. Bir şeyin bir başka şeyin misli, misali olması da aralarındaki benzerlik nedeniyledir. Bazı Kur’an ayetleriyle ilgili olarak “müteşabih” kavramı da bu kökten gelir. Müteşabih ayetler de birden fazla manaya benzediği için aralarında tam seçim yapamamak, anlamları birbirine karıştırmak manasında kullanılır.

 

Sonuçta benzerlik yüzünden birbirine karıştırma nedeniyle iki şey arasında tam karar verememe, seçememe ve net bir şekilde bilememe durumu “şüphe” kavramıyla ifade edilir.

 

Dini açıdan şüphe kelimesini iki farklı durum için kullanırız. Birincisi, herhangi bir şeyin haram mı helal mi olduğunun tam net olmadığı durumlardaki emin olamama hâlini ifade eder. İkincisi de imani meselelerle ilgili; yani görmeden, diğer maddi şeyler gibi birebir deneyini yapmadan, kontrol edemeden inanmamız istenilen hususlar için kullanılır. Gerçi gayba iman konusunu içeren şeyleri dolaylı olarak kontrol edebiliriz, deneyleyebiliriz, basiret gözüyle görebiliriz ancak herhangi somut bir olgu ve nesneyi gözlemler gibi gözlemleyemeyiz, kontrol edemeyiz, olgusal bir bilgi sahibi olamayız. Bu açıdan “Acaba hakikaten ahiret var mı? Allah Teala hakikaten var mı, adil mi? Yaptığımız şeyler gerçekten anlamlı mı? Namaz, oruç gibi ibadetler gerçekten faydalı mı?” gibi dini meselelerin varlığı ve meşruiyetiyle ilgili her türlü soru bir şüphe eseri olduğu gibi “Bu durum Kur’an ve sünnette hakikaten böyle mi?” gibi sorular da şüphe eseridir. 

 

İtikadi konulardaki şüphenin kendi içinde dereceleri vardır. 

 

İtikadi konulardaki şüphelerin en hafif derecesi tam emin olamama gibi bir hâlden başlar. Örneğin kişi büyük ölçüde ahiretin varlığına inanıyordur ancak kendisinin bir noktada soru işareti vardır. Veya Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna büyük oranda inanıyordur ancak bazı ayetleri veya meallerini okuyunca, ayetlerle ilgili bazı eleştirileri duyunca bu imanı sarsılıyor ve içten içe “Acaba?” diyordur.

 

İtikadi konulardaki şüphelerin en ağır derecesi ise insana dinini terk ettirebilecek yoğunluktadır. Yukarıdaki örnekten gidecek olursak, ayetler veya meallerle ilgili şüpheler öyle bir hâle gelir ki kişi artık Kur’an’ı Efendimiz’in (sav) yazdığına dair az da olsa bir kanaat sahibi olmaya başlar. Bu kanaat henüz tam oturmamış, bir inanç halini almamıştır ancak Kur’an’ın Allah kelamı olmayabileceğine dair şüpheler, olabileceğine dair düşüncelerden daha baskındır. Böylece bu insan artık Kur’an’a ve Efendimiz’e (sav) de saygı gösteremez bir hâle düşer. 

 

Her iki derece arasındaki farklı durumlara da şüphe denilebilir.

 

Gelelim vesvese konusuna.

 

Vesvese kelimesi kök anlamıyla ve sözlüklerde fısıltıyla konuşmak, gizlice, belirsiz bir şekilde fısıldamak, kimin söylediği belli olmayacak kadar hafif bir şekilde konuşmak anlamlarına gelir. Örneğin bir kalabalıkta veya karanlıkta birisinin fısıltı ile konuşması, bir şeyler söylemesi ancak kimin söylediğinin anlaşılmaması nedeniyle şüphe duyulması vesveseye düşmek demektir. Bu manasıyla Nas suresinde de geçen kelime insanın kendi iç sesi veya iç dünyasında kendi kendine konuşması, içine doğan bazı düşünceler anlamında da kullanılmıştır.1

 

İnsanın İç Dünyasındaki Alıcılar ve Üreteçler

 

İnsan olarak hepimizin içinde birkaç temel alıcı ve üreteç bulunmaktadır. Temel alıcılar dört tanedir. 

 

Birincisi şeytani fikirleri, vesveseleri, fısıltıları almaya açıktır. 

 

İkincisi melekî veya rahmani ilhamları, fikirleri almaya açıktır. Yani her iki nitelikteki şeyleri de alırız. 

 

Üçüncüsü de fizyolojik yapımızın mesajlarını bize karışık bir hâlde bildirir. Uyuduğumuz yerin soğuk olması nedeniyle uykuda iken karışık rüyalar veya kabuslar görmemiz; ağır, yağlı ve baharatlı yiyecekler yediğimizde farklı rüyalar görebilmemiz fizyolojik durumumuzun rüyalara yansımasıdır. Örnekteki iki farklı durum sadece rüyalarımızı değil uyanıkken yaşadığımız dünyamızı da etkiler. Yani fizyolojimizden doğan bazı durumlar bize farklı şekillerde aksettirilir, yansıtılır. Örneğin çok tuzlu veya baharatlı yemek bizi daha öfkeli yapabilir. 

 

İnsanlarda dördüncü bir alıcı daha vardır. Şuurumuzun farkında olmadığı ancak çevremizde ilgimizi çeken şeylere dair bize bilgi veren bir alıcıdır bu. Yani o an farkında değilizdir ama bir koku duymuşuzdur ve o bize bir şey hatırlatmıştır. 

 

Genellikle erkeklerde karşılaşılan bir durum şudur: Farklı bir şeye örneğin bir kitaba dalmışken bir an ne olduğunu görmeden başınızı çevirirsiniz ve orada bir kadının geçtiğini görürsünüz. Başınızı çevirmeden önce orada o kadını görüyor değilsinizdir ancak bir koku, ses, silüet gibi şuuraltındaki bir şeyler başınızı o yöne çevirmenize neden olmuştur.

 

Diğer yandan mizaç da bir alıcı veya üreteç olarak görülebilir. 

 

Bazı mizaçlarda bir merkez durmadan şüphe ve kararsızlık üretir. Bazı mizaçlarda sürekli utanç, bazılarında korku ve kaygı üretir. Kimi mizaçlarda ayıplama, kusur bulma ve kınama duygusu, bazılarında güç tutkusu üretir. 

 

Bu gibi olumsuz sayılabilecek duygu ve eğilimlerin iç dünyamızda üretilmesi genellikle irademiz haricinde olur ve bu üretimin asıl nedeni mizacımızdır. Bunu bilmenin şu faydası vardır: Örneğin saman nezlesi olduğunuzda gözleriniz ister istemez yaşarır. Ancak bu göz yaşarması bir şeye üzüldüğünüz için ağladığınız anlamına gelmez. Aynı şekilde bir insan da “Benim içimde şu anda üretilen korku, utanma, çekinme, ayıplama, kınama, kaygı, öfke, muhatabımın bana söylediğini hakaret gibi algılama hissi aslında gerçek değildir. Benim içimdeki merkez bu hisleri üretip durmaktadır. Allah da beni imtihan etmek için bu merkezle yaratmıştır. Herkesin içinde kendine göre böyle bir merkez ve dolayısıyla böyle bir imtihanı vardır.” diye düşünebilirse kişisel manevi terakkisi adına çok önemli bir farkındalık yakalamış olacaktır.

 

İnsanın iç dünyasındaki bir başka önemli üreteç de geçmişteki olayları birbirine rast gele bağlayarak zihninin önüne atar. Bazılarına geçmişteki günahlarını hiç durmadan hatırlatır. Bazılarına başarısızlıklarını, bazılarına da hayal kırıklıklarını her fırsatta hatırlatır. Böylece insanın ümidini kırmaya çalışır.

 

Bu merkezler hakkında yapılabilecek en iyi şey şudur: Kale almamak.

 

Televizyonda bazı kanallar vardır. Hem maddi hem manevi açıdan sürekli zararlı yayınlar yapmaktadır. O kanalın yerini bilirsiniz ama bir türlü TV’den silemezsiniz. Bu durumda o kanaldaki programları kale almazsınız. Kumandayla kanallar arasında gezinirken o kanalı direkt geçersiniz.

 

İnsan da kendi içinden gelen vesveselere karşı böyle davranmalıdır. Bunların ne olduklarını bilip bunlara bir isim koymalı, daha sonra nasıl davranacağını bilmelidir. Yani kale almamalıdır.

 

Bir insan, kendisinde oluşan bir duygunun esas kaynağının kendi içinde bir yerlerden geldiğini görüp anladığı vakit veya o vesveseyi sürekli üreten merkezi görüp hissettiği, varlığından haberdar olduğu ve nasıl çalıştığını tespit ettiği vakit artık bu durumun adını daha doğru koyacaktır. “Bu gözyaşlarının nedeni hüzün değil, saman nezlesi.” dediği gibi “Bende oluşan bu öfkenin nedeni karşı tarafın sözleri veya hareketlerinden çok benim onları algılama tarzım.” diye tarif edebilecektir.


İbadetlerde Vesvese
 

İnsanın tüm iç sesleri ve kararsızlıkları vesvese veya şüphe olarak bilinmektedir. Bu nedenle vesvese ve şüphe hakkında konuşmak net tanımlamalar olmadıkça bazı zahmetleri beraberinde getirebilmektedir. 

 

İç sesler ve kararsızlıkların hepsi için geçerli tek bir karşı koyma yöntemi de yoktur. Bazen her biri için ayrı ayrı önlemler gerekebilir. Bazı önlemler de hepsinde aynı etkiyi göstermese de genellikle faydalıdır.

 

Bu gerçekler göz önüne alınarak vesvese ve şüphelere karşı neyin nasıl yapılabileceği konusunu detaylandıralım.

 

İbadetlerle ilgili yaşanan vesveselere karşı yapılması gereken, bu vesveselerin arka arkaya veya birbirlerine yakın zamanlarda iki defadan fazla tekrarlanması halinde kale alınmaması, önemsenmemesi, yokmuş gibi davranılmasıdır. Bu tavır aynı zamanda Efendimiz’in (sav) de tavsiyesidir. Efendimiz (sav) özellikle abdest ve namazla ilgili bazı uygulamaların eksik yapıldığı konusunda kuşkuya düşenlere bu kuruntularının üzerinde durmamalarını söylemiştir.(2) Bu durumda vesvesenin önemsenmemesi, dikkate alınmaması sevap kazandıracaktır.

 

Namazın içinde iken kaçıncı rekatta olduğunun unutulduğu durumlarda ise bu unutma ilk kez veya çok nadir olarak yaşanıyorsa namazın yeniden kılınması gerekir. Ancak ara sıra şüpheye düşülüyorsa, kaçıncı rekatta olduğunu unutma en az birkaç kere tekrarlanan bir durumsa, kılındığına emin olunan en düşük rekat sayısı esas alınmalıdır. Yani “Birinci rekatta mıyım ikinci mi?” diye düşünen birinci rekatta olduğunu, “İkinci rekatta mıyım üçüncü mü?” diye düşünen ikinci rekatta olduğunu varsaymalıdır. Namazın sonunda da tahiyattan sonra sehiv secdesi yaparak namazı bitirmelidir. Birinci kaidede, yani tahiyyat okumak için ilk oturuşa oturup oturmadığını unutan veya ilk tahiyyat için gerçekten de oturmayıp direkt üçüncü rekata geçen kimse de böyle davranmalı yani sehiv secdesi yapmalıdır. Efendimiz (sav) böyle durumlarda yapılacak sehiv secdelerinin şeytanın burnunu yere sürtmek olduğunu söylemiştir.(3) Yani şeytan, bir insana verdiği vesveseden o insanın Allah’a secde ederek kurtulduğunu, çok da zahmet çekmediğini görünce bir zaman sonra bu vesveseyi vermeyi bırakacaktır.

 

Bu konularda vesvese değil ancak gerçekten bir eksiklik yapıldığı hatırlanınca ve bu başımıza sık gelen bir durum değilse o eksiklikler tamamlanmalıdır. Örneğin abdest aldıktan sonra namaza durmadan önce sol kolunu yıkamadığını hatırlayan bir kimse sadece sol kolunu yıkamalıdır. Namaz bittikten sonra 4 rekatlık bir farzı 3 rekat kıldığını hatırlayan bir kimse de 4 rekat farzı tekrar kılmalıdır. Aynı durum yakın bir zamanda tekrar yaşanırsa ikinci defa da aynı şekilde davranılmalıdır. Ancak üçüncü, dördüncü defa tekrarlanıyorsa artık dikkate alınmamalı, üzerinde durulmamalı, yok sayılmalıdır. Çünkü şeytan içinizde sizinle oynamaya başlamış demektir. Onun vesveselerine kulak verip abdesti veya namazı yeniden tekrarlamak ve kısa süre sonra tekrar aynı şeyleri yaşamak, bu oyuna katılmak yani şeytanın oyuncağı olmak anlamına gelecektir. Böylece normal şartlarda herhangi bir Müslümanı namazdan alıkoymak için olmadık oyunlar oynayan şeytan, kendisinin oyuncağı olmuş birisine o namazı döne döne 10 defa kıldırtabilecektir.

 

Vesvese sonucu tekrarlanan davranışların ibadet dışında versiyonları da vardır. Örneğin bir insan, tokalaştığı birisinden hijyenik anlamda şüphe ettikten sonra elini en fazla iki kere yıkayabilir ancak üçüncü defa yıkamaya başladığında bunun artık bir cins zulüm olduğunu bilmelidir. Üçüncü defa yıkamadıkça içi rahat etmiyorsa artık bu durum klinik bir vaka hâline gelmiş demektir.

 

Namazdaki Zihin Dağınıklığı

 

Namaz ve dua bizim her şeyimizdir. 

 

Allah-u Teala ile kurulabilecek iki temel bağdan birisi olan namazda yaşanan zihin dağınıklıkları bu nedenle çok önemlidir.

 

Aslında namazdayken zihnin dağılmasına karşı yapılacak özel bir şey yoktur. Kafa veya zihin dağınıklığı durumunda normal zamanlarda da, namazda veya duada da yapılması gereken şey tekrar konuya yani odaklanılan işe dönmektir.

 

Evet! Namazda zihninizin dağıldığını fark ettiğiniz anda derhal zihinsel olarak namaza geri dönün. 

 

Eğer zamanınız varsa, imam durumunda da değilseniz örneğin rükuda veya secdede iken kendinizi zihniniz dağılmış bir halde bulduysanız tane tane, o zikrin manasını da hissetmeye çalışarak üç, beş, yedi veya tek sayı halinde istediğiniz kadar “Sübhane Rabbiyel Azîm” veya “Sübhane Rabbiyel A’lâ” deyin. Ayakta Fatiha veya başka bir sure okurken zihninizin dağıldığını fark ettiyseniz okuduğunuz şeyi yavaşlatın ve tane tane, yavaş yavaş okumaya devam edin. Yani tabiri caizse okumanın temposunu biraz düşürün. Bu sizi veya zihninizi sakinleştirecek, dağınıklık durumundan çıkaracaktır. Bunun dışında yapılacak bir şey de yoktur.

 

Namazda insanın zihni gerçekten de çok dağılır. Bunun farklı nedenleri vardır.

 

Birincisi: Şeytan namazdayken namaz kılanla çok uğraşır.

 

İkincisi: Namaz bir tür meditasyondur. Örneğin mindfulness meditasyon tekniğinde bir köşeye çekilip kendi zihnimizi taramamız ve o an zihnimize gelen düşünceleri fark etmemiz beklenir. Bizler namazı elbette meditasyon yapmak niyetiyle kılmayız ancak insan zihni namazda, meditasyonda olduğu gibi o an içinde bulunduğu zihinsel ve duygusal durumu daha iyi tarayabildiği için zihnimize farklı düşüncelerin üşüşmesi mümkündür.

 

Üçüncüsü: Namaz, şuuru açtığı için, insan şuurunu günlük hayat pratiklerindeki seviyeden daha üst bir seviyeye çıkardığı için gün içinde unutulan bazı şeyler o anda hatırlanır. 

 

Evet, yukarıda sayılan nedenlerden dolayı namazdayken zihin dağılır. Bu durumda namazın fiziksel rükünlerine dikkat etmek önemlidir. Yani fiziksel iradeyle yapılabilecek olan namazı bozan şeylerden kaçınmalıdır. Rüku ve secdeleri çok hızlı yapmamak, tadil-i erkana riayet etmek de önemlidir. Namazda zihin dağınıklığı yaşayanlar gerisine çok takılmamalıdır. Zihin dağınıklığı fark edildiği anda zihnini toparlayıp yeniden konuya, yani namaza dönmek ve bunu tekrar tekrar yapmak bir süre sonra zihnin dağılmaz hale gelmesini sağlayabilir. Tam olarak sağlamasa da dağınıklık miktarı veya yoğunluğunda azalma olacaktır.

 

Zihin dağınıklığının tam olarak giderilmesi, insanın bir ömür boyunca namaz kılarken zihninin hiç dağılmaması mümkün değildir diyebiliriz. Çünkü kaynaklarda bazı sahabilerin hatta Efendimiz’in (sav) (ki onun ikindi namazını unutarak 2 rekatta bitirmesinin keyfiyetini tam bilemiyoruz. Yani zihin dağınıklığı nedeniyle midir, Allah Teala’nın ümmete böyle durumlarda nasıl davranılacağını öğretmek için mi unutturmuştur emin olamayız. Ancak Efendimiz’in bir ikindi namazının farzını 2 rekatta tamamlayarak selam verdiği, sahabenin hatırlatması üzerine tamamladığı ve sehiv secdesi yaptığı bilinmektedir) bile namazda unutarak eksik rekat kıldıkları, sahabiler açısından ise kıraat yanlışları yaptıkları geçmektedir.(4)

 

Elbette ki bir insanın namazda iken akşam yemeğini düşünmesi farklı bir şeydir, Hz. Ömer’in (ra) namazda iken cihada gönderdiği İslam ordusunun durumunu düşünmesi başka bir şeydir, Mehmet Akif’in Mısır’daki yıllarında kıldığı namazlarda İslam aleminin durumunu ister istemez düşünmesi başka bir şeydir. Herkes kendi seviyesine göre bir dağınıklık yaşayacaktır. Bireysel olarak önemli olan ise namazın kalitesine zarar veren zihin dağınıklıklarını fark ettiğimiz anda kendimize gelip namaza zihinsel olarak da kaldığımız yerden devam etmektir.


İtikadi Şüpheler ve Vesveseler

 

Şüphe ve vesveselerin yoğunlukla yaşandığı alanlardan birisi de iman hakikatleri veya itikadi meselelerdir.

 

Şüphe kavramı bir açıdan bilişsel faaliyetlerimizde ve öğrendiğimiz bilgilerde bazı eksikliklere, düzenleme ve formata sokma problemlerine işaret eder. Bunun bir nedeni insanın çok cahil olmasıdır.(5) Diğer yandan insanın bilgi seviyesi ve anlayışı artıyor olduğu için de bu problemler yaşanabilir. Yeni bilgi girişleri de zihinlerde bazı sınıflandırma, düzenleme sorunlarına yol açabilir. Bir yerde yeni bir fikirle karşılaşıldığında o düşünce üzerinde yeterince çalışılmadığı için de bu sorunlar ortaya çıkabilir. 

 

Sonuçta itikadi konularda şüphelenmek durumunun farklı seviyeleri ve bağlamları vardır. Bunların hepsi kötü değildir. Yani itikadi bir konuda şüphe duymak mutlak kötü bir şey anlamına gelmez. Hatta bazen iyi bile olabilir. Çünkü herhangi bir imanî konuda şüpheye düşen birisi örneğin belli bir hayat tecrübesine kavuşmuş ve yeni şeyler öğrenmiştir. Yeni öğrendiği şeyler ile eski dini bilgileri arasında bir uyumsuzluk doğmuş olabilir. Bu durumda bu kişinin yeni zihinsel açılımlar gerçekleştirmesi gerekecektir. Yani eksik bilgilerini tamamlaması, yanlış bilgilerini düzeltmesi gerekecektir ki bunu yapabilirse yaşanan şüphe durumu hayırlı bir netice vermiş olacaktır.

 

Örneğin Bediüzzaman bir yerde mevcudatın, özellikle de canlıların bu kadar yoğun, bu kadar çeşitli ve bu kadar fazla bir şekilde dünyaya gelmelerinin mühim bir hikmetini Allah’ın lütfu ile bulduğunu söyleyerek bu hikmeti şöyle açıklar: “Her şey, özellikle zihayat (canlılar), gayet manidar (anlamlı) bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanidir (Rabbani bir kasidedir), bir ilanname-i ilahidir. Umum zişuurun (bütün şuur sahiplerinin) mütalaasına mazhar oduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra lafzı ve hurufu (harfleri) hükmündeki suret-i cismaniyesi (cismani sureti, biçimi) kaybolur.”

 

Daha sonra Bediüzzaman bu hikmetin kendisine bir sene kadar kafi geldiğini söyler. Bir sene sonra masnuatta yani Allah’ın sanat eserlerinde ve özellikle de canlılarda bulunan harika ve pek incelikli sanat mucizelerinin inkişaf ettiğini, meselenin o yönünü de idrak ettiğini, Allah’ın sanat eseri olan bütün varlıkların ve özellikle de canlıların tek misyonlarının bu olmadığını, onların bu sanatlı yapılarının en önemli misyonunun Allah-u Teala’nın kendi sanatını bizzat kendisinin temaşa etmesi olduğunu anladığını söyler. Bu hikmetin ise daha uzun süre kendisini tatmin ettiği ifade eder.(6)

 

Burada Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu gizli soru şudur: “Allah Teala o kadar çok şey yaratmış ama neden bu kadar çok ve bu kadar yoğun bir şekilde yaratmış? Madem kainat veya varlıklar Allah’ın varlığını, birliğini, iradesini, sanatını, kudretini anlamak içindir o hâlde bu kadar çok şey yaratmaya ne gerek vardı? Daha az şeyle de O'nun varlığı, birliği, ilmi, iradesi, kudreti, sanatı anlaşılabilirdi?”

 

Bu soruyu bizler günlük kullanımda “şüphe” olarak tarif edebiliriz. Sıradan zihinlerin sıradan şüpheleri gibi görünmese de mahiyeti ve tanımı itibariyle bu da bir şüphe durumudur. Bediüzzaman, kendi tefekkür dünyası içinde bir soruyla karşılaşmış, daha önceki birikimi ve tecrübeleri bu soruyu cevaplamak için yetmemiş, o da eski bilgi ve tecrübelerini yeniden gözden geçirerek yeni açılımlara ulaşmış ve farklı hikmetleri görebilmiştir. 

 

Demek ki dini konularda zihinlere takılan her soru, her şüphe kötü bir şey demek değildir. Bu alanda belli sorularla ve şüphelerle karşılaşınca bu durum şüphelenilen konuda ilmin artırılması veya bilinenlerin yeniden düzenlenmesi gerektiğine yönelik bir işarettir.

 

Bu noktada önemli olan şudur: Zihninize üşüşen bir soru, bir şüphe karşısında belli kitaplara, belli insanlara ulaşma şansınız, öğrenme ve anlama iştiyakınız varsa veya kendiniz araştırma yapabilecek durumdaysanız karşılaştığınız soruyu veya şüpheyi aşma konusunda avantajınız var demektir. Soruyu sorar, cevap için gerekli araştırmaları yapar, okur, dinler, öğrenir ve cevabı bulursunuz. Ancak elinizde yeterli kaynaklar yoksa, sizde de araştırma, düşünme, anlama eğilimi adına bir şey bulunmuyorsa o zaman şüphe ve sorular bir tehlike arz edebilir.

 

İnsan çok basit bir meseleden dolayı zihinsel boşluktan yola çıkarak peygamberi, Kur’an’ı ve Allah’ı inkara kadar gidebilir. Örneğin “Peygamber neden şu savaşta bu kadar insanın öldürülmesine göz yumdu?” gibi basit bir sorunun peşine gerçekten düşmezse, iyi niyet ve gerçekten anlama gayreti göstermezse kendi kendine sadece düşünerek, hiçbir yeni bilgiye ulaşma gayreti göstermeden hislerine de takılıp giderse zamanla “Bu dini kabul etmiyorum.” noktasına kadar varabilir.

 

Ancak bu ve benzeri sorular aklına geldiğinde bir insan hakikaten araştırır, düşünür, Peygamberliğe, insanlığa dair bilgilerini yeniden gözden geçirir, eksiklerini tamamlar, savaş ve insanlık sevgisi gibi zıt durumlar arasında realiteyi kabul etme gücünü gözlemler ve sorgular, konunun değişkenleriyle ilgili bilgilerinin eksik olduğunu görürse daha makul sonuçlara ulaşabilecektir.

 

Bu konuda önemli bir nokta da şudur: Bir şüphenin giderilmesi, bir sorunun cevabının bulunması her zaman kısa veya her zaman uzun zaman almaz. Bazı soruların cevabı birkaç yıl sonra ortaya çıkabilir. Bazılarının cevabına yarım saatte ulaşılabilir.

 

Örneğin Zülkarneyn (as) kıssasıyla ilgili olarak bazı iddialara rastlarsınız. Örneğin bir araştırmacı çıkar, Hz. Zülkarneyn (as) ile ilgili Kur’an’da anlatılanların Kur’an’ın indirildiği tarihten daha önce bir metinde yazılı olarak geçtiğini, dolayısıyla Kur’an’daki anlatılanların daha önceki bir metinden alıntı olduğunu iddia eder. Bununla ilgili Kur’an’a inanan zihinlerde bazı soru işaretleri oluşur. Konuyu araştırmaya başlarsınız. Konuyla ilgili farklı makalelere, kitaplara bakarsınız. Araştırmaya başladıktan 1-2 saat sonra “Kur’an’dan önceki metin” denilen metnin karbon 14 testinden geçmediğini görürsünüz. İddiayı ortaya atan kişinin böylesi radikal iddialarla dikkat çekmek isteyen, daha önce de böyle sivri çıkışları olan ve biraz da İslam düşmanlığıyla tanınan birisi olduğunu görürsünüz. Daha sonra “Kur’an’dan önceki metin” denilen metnin ise Milattan Sonra 8. veya 9. yüzyılda, yani Kur’an’dan çok sonra yazılmış olduğunu belgeleyen başka araştırmalara rastlarsınız. Sonuçta böyle bir sorunun ve şüphenin giderilmesi sadece 1-2 saat almış olur.

 

Diğer yandan başka bir sorunun cevabı ise yıllar alabilir. Örneğin evrim teorisinin İslam’ın yaratılış argümanlarıyla bağdaşmadığını düşünürsünüz. Bunun için en azından belirli seviyede biyoloji, evrimsel biyoloji ve genetik bilimi öğrenmeye başlarsınız. Diğer yandan teorinin tarihsel geçmişi üzerine okumalar yapar, kafa yorarsınız. Bu esnada bilim ve felsefe tarihinden de haberdar olmanız gerekir. Ayrıca konuyla ilgili olduğunu düşündüğünüz ayet ve hadisleri tam anlayabilmek için Arapça öğrenir, tefsir ve açıklamaları da dikkatle incelersiniz. Yaratılışla ilgili ayetlerin biyolojik bir argüman sunup sunmadığını, hadislerin genetik bir teori olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini düşünürsünüz. Tefsircilerin ve diğer İslam alimlerinin konuyla ilgili görüşlerini öğrenir, bu görüşlerin ayet ve hadislerden zorunlu olarak çıkarılıp çıkarılamayacağına bakarsınız. Sonuçta ciddi bir araştırma sürecinin ardından belki yıllar sonra belli bir fikir edinirsiniz.

 

Bir konudaki şüphe ve belirsizliğin her zaman olumsuz bir şey olmadığını da tekrar edelim. Örneğin fizikçiler yüzyıllarca ışığın dalga olarak mı parçacık olarak mı ilerlediğini merak ettiler. Yapılan farklı deneylerde ışığın hem parçacık hem de dalga olarak ilerlediği görüldü. Hangisi üzerine bir model geliştirileceği bilinemedi. Birkaç yüzyıl boyunca bu konudaki belirsizlik devam etti. Ancak son zamanlarda ışığın her iki şekilde de ilerlediği kabul edildi ve bu konudaki belirsizlikler ortadan kalktı.

 

Demek ki deneysel, kesin bilgi sunan meselelerde bile belirsizlik ve kararsızlık mümkün olabilmektedir ve bu durum ancak o konudaki ilim artışıyla çözülebilmektedir. Bu nedenle akla gelen sorulardan korkmak gereksiz bir tepki olacaktır. Çünkü soruların nedeni genellikle bilgi eksikliğini gösterir. 

 

Buradaki asıl sorun bilginin eksik olması veya akla bazı soruların gelmesi değildir. Asıl sorun, şeytanın bu eksiklikten faydalanarak bu boşluğu bir vesveseye dönüştürerek işletmesidir. 

 

Şeytan vesvese verecek bir boşluk bulduğu anda mesela der ki; “Zülkarneyn kıssası orijinal değilmiş, Kur’an onu başka bir kültürden, başka bir metinden araklamış, demek ki bu din hak din değil.” Böylece basit bir bilgi eksikliğini hiç olmayacak tereddütlerle sonra da gerçekmiş gibi görünen, hatta konuyla ilgisi olmayan argümanlarla doldurmaya çalışır. 

 

Veya “Ben nasıl böyle bir şüpheye düşerim? Bu sorunu hemen çözmeliyim yoksa hâlim çok kötü olacak.” gibi kaygıları da işletir. 

 

Veya “Bunca yıldır Kur’an, hadis, dini eserler okuyorsun, dinliyorsun. Demek ki hiç ilerleyememişsin. Bu kadar basit bir şüphede bile elin ayağına dolaşıyor. Senden adam olmaz. Boşuna namaz da kılma, o eserleri de okuma.” dedirtir de sıradan bir meseleden yola çıkarak, olayı büyüterek insanı ümitsizliğe, yeise düşürebilir. O insanın mizacında da ümitsizliğe, karamsarlığa, takılıp kalmaya, vazgeçmeye, boşvermeye yönelik eğilimler varsa insanın ayağı da kayabilir. Ancak sorunun, şüphenin, akla takılan bir şeyin kendi başına bir zararı yoktur.

 

Bu noktada yukarıda fizik dalından verdiğimiz örneği tekrarlamamız gerekiyor. Bazı konular vardır ki tam cevabını vermek için büyük dehaların uzun yıllar hatta yüzyıllar boyu çalışmaları gerekir. 15. Yüzyıldan tutun 21. Yüzyıla uzanan geniş bir zaman diliminde fizik kadar pek çok dehayı kendine çekmiş bir başka alan yoktur. Hatta biz “dahi” ve “zeki” kelimelerini Edison, Tesla, Newton ve Einstein gibi isimlerle birlikte kullanırız. Başka alanlarda da deha çapında zeki insanlar olmuştur ve olacaktır. Ancak fizik alanındaki bu dehaların bile neredeyse bütün ömürlerini adadıkları ve buna rağmen üzerindeki belirsizlikleri kaldıramadıkları, bir netliğe kavuşturamadıkları meseleler olmuştur. Bu tarz meseleler bundan sonra da olacaktır.

 

Demek ki iman konusunda da zihinsel olarak tam çözemediğimiz bir sorunun bizi tatmin edecek açık bir cevabını fani ömrümüz içerisinde bulamama ihtimalimiz az da olsa vardır. 

 

Peki o hâlde neden inanmaya devam edelim ki? İçinde çözülemeyecek soruların veya sorunların bulunduğu bir alanda ısrar etmenin anlamı var mıdır?

 

Vardır. Fizik gibi bir alanda bunca dehanın varlığına, çalışmalarına ve bu kadar ilerlemeye rağmen hala cevabı verilememiş bir yığın soru ve problem vardır ancak insanlar fizikten vazgeçiyor değillerdir. 

 

Bu konularda ve böyle bir durumda basit bir hesap yaparız. Bir alanda 100 tane soru olsa, bu sorulardan 95’i tam tatmin edecek şekilde cevaplansa, 2-3 tanesi de tam değil ancak büyük ölçüde tatmin edecek kadar cevaplansa, kalan 1-2 soru yüzünden iman etmekten vazgeçmek mantıklı olmaz, makul olmaz, reel bir tutum olmaz, tutarlı bir davranış olmaz. 

 

İnsanlar bir okula gidecekken, bir işe girecekken, ev veya araba alacakken, hatta evlenecekleri insanı seçerken 100 kriterleri varsa 100’ünün de tam olmayabileceğini bilirler ve kabul ederler. Kalan birkaç kriter uymuyor diye akıllı ve mantıklı birisi o okuldan, işten, evden, arabadan veya evleneceği kişiden vazgeçmez. Dine inanmak veya inanmamak da reel hayatın içinde gerçekleşecek bir tercihtir. Bu tercih de diğer tercihler gibi tutarlı, makul ve mantıklı olmalıdır. O hâlde birkaç sorudan dolayı dinden, imandan vazgeçmek mantıksız ve gereksiz bir davranış olacaktır.


Vesvesesiz Bir Hayat Mümkün mü?


İmani konularda hiç şüphe duymamanın bir yolu neredeyse yoktur. 

 

Ancak çok dar bir alemde yaşıyorsanız, mesela Anadolu’nun küçük bir ilçesinde yaşıyor, internete de pek girmiyor, girseniz de birkaç arkadaşınızla görüşüp çıkıyorsanız, zihninize yeni bilgi, kültür, duygu, tecrübe girişi olmuyorsa, tekdüze bir yaşam biçiminiz varsa, maddi ve manevi açıdan hiç gelişmiyorsanız bu durumda imani konularda hiç şüphe duymamanız mümkündür.

 

Ancak hareketli, belirli ölçüde de olsa bir gelişmenin yaşandığı bir aleminiz varsa, az çok okuyup düşünen, dünyadaki gelişmelerden ve fikirlerden haberdar birisi iseniz ister istemez iman konularında da bazı sorularınız ve şüpheleriniz olacaktır. Terakki de zaten bunu gerektirmektedir.

 

Nasıl ki ilkokul mezunu bir insan matematik konusunda az çok bir şeyler biliyor olsa da orta okulda, lisede, üniversitede konular ilerledikçe, yeni şeyler öğrendikçe, her öğrenme aşamasının başlarında kafasına yatmayan, tam anlamadığı yeni şeyler olacaktır. Yani bir insan bir konuda, bir alanda ilim artışının olduğu her durumda kafasına tam yatmayan, tam anlayamadığı, anlaması için biraz çaba ve zaman harcaması gereken şeylerle karşılaşacaktır.

 

Ayrıca, içinde bulunduğumuz dönemde birileri bir takım eserler, filmler, şarkılar, kitaplar üretmektedir ve bu her alanda hızlı bir gelişmenin yaşandığını göstermektedir. İletişim ve enformasyonun hızına paralel olarak her fikir ve düşünce kendi çapına göre hızlı bir yayılma potansiyeli de taşımaktadır. 

 

Bu bağlamda “iman” gibi bir kavrama, bir olguya karşı olanlar tarafından da imani konularda yeni sorular sorulmakta, yeni karşıt kavramlar ve modeller üretilmektedir. 

 

Bu yeni sorulara eski kitaplara bakarak cevap bulmak da pek mümkün değildir. Yeni birilerinin çıkıp yeni şeyler söylemeleri gerekmektedir ve bu yapılmadıkça “yeni” soruların cevapsız kalması normaldir.

 

Diğer yandan insanda iman belli bir seviyeye ulaşınca, şeytanın onunla daha fazla uğraşması nedeniyle o insanda vesvese veya şüphelerin artması da normaldir. Bir grup sahabi, Efendimiz’e (sav) gelerek dile getirmekten çekinecekleri vesveseleri içlerinde duyduklarını söyleyince Efendimiz (sav) bunun imanda saflaşmaya, yükselmeye, derinleşmeye işaret ettiğini ve vesvese ile kendilerine şeytan tarafından telkin edilenleri yapmadıkları sürece sorumlu olmayacaklarını söyler.(7) Yani iman belirli bir seviyeye ulaşınca şeytan orada şüpheyle, vesveseyle bir süre özellikle yoğun bir şekilde o kişiyle uğraşır. Seviye ilerledikçe döner tekrar belli bir süre belli bir yoğunlukta daha fazla uğraşır. Yukarıya doğru çizilen bir spiralin belirli yerlerinde belirli şeylerin tekrarlanması gibi o imtihanlar da, yani imandaki her seviye atlayışının sonunda yaşanacak vesvese veya şüphe imtihanı da mesela 5 yılda 1, on yılda bir tekrarlanacaktır.

 

Matematik öğrenmeye devam ettikçe her öğrenilen konuda başlarda kafa karışıklığının normal olduğunu belirtmiştik. Çünkü yeni konular öğrenilecektir. İnsan yeni konuları eğer düzgün ve iyi öğrenmiyorsa konular üzerindeki kafa karışıklığı, belirsizlik hisleri daha fazla olacaktır. Aynı şekilde bir insan belirli ateistlerin argümanlarını ve iddialarını arka planlarını araştırmadan çabucak kabul etmeye meyilli bir şeklide okumaya kalkıyorsa bu biraz kendisinin hatası ve kusuru olarak şüphelere daha açık hâle gelmesiyle sonuçlanacaktır.

 

Örneğin geleneksel ve yüzeysel bir ateist argüman olarak Kur’an’daki bazı kıssaların kökeninin Sümerlerin Gılgamış destanı olduğu iddiasıyla karşılaşırsınız. Habil ve Kabil kıssasının Sümerlerde benzer bir versiyonunun bulunduğu, Tevrat ve Kur’an’daki anlatımların da Sümerlerden alıntılandığı söylenir. Bu durumda Tevrat ve Kur’an’ın birer insan kelamı olduğuna inanmanız istenmiş olmaktadır. Bu iddiayla karşılaşan birisinin gerçeği öğrenmek ve anlamak adına nasıl davranması gerektiği bellidir. Önce Sümerlerin mitolojilerini ayrıntılarıyla öğrenecek, bununla ilgili kitapları ve makaleleri okuyacaktır. Sonra Kur’an ve Tevrat’ta Habil ve Kabil kıssasıyla ilgili bölümleri okuyup ayrıntılarıyla öğrenecektir. Bu konudaki hadisleri de tarayacaktır. Böyle yapanların hakikaten Sümer mitolojilerindeki ilgili anlatım ile Tevrat ve Kur’an’daki Habil ve Kabil kıssaları arasında bazı benzerliklerle karşılaşması mümkündür. Ancak hakikaten dürüst ise şu soruları da sorması gerekecektir: Bu benzerlikler acaba sadece bu iki anlatım arasında mıdır yoksa genel olarak her mitolojide hatta her romanda ve her filmde karşılaşılabilecek benzerlikler midir? Mesela Sümer mitolojisindeki anlatımda bir tanrıça evlenmek için iki tanrıdan birini seçecektir. Tanrıçanın erkek kardeşi seçimini çoban olan tanrıdan yana yapmasını ister. Ancak tanrıça çiftçi olan veya çiftçilerin tanrısı olan tanrıyla evlenmek istemektedir. Fakat çoban olan tanrı elindeki imkanları öne sürerek tanrıçayı ikna eder ve olay çiftçi tanrının aleyhine gerçekleşir. Sonunda çoban tanrıyla tanrıça evlenirler, çiftçi tanrı da kaderine razı olup köşesine çekilir.

 

Bu hikayedeki çoban ve çiftçi rekabetinin Tevrat ve Kur’an’da da anlatıldığından yola çıkılarak Kur’an ve Tevrat’ın Sümer mitolojisinin değiştirilmiş versiyonu olduğunu iddia etmek en basit tabiriyle düşüncesizlik ve ahmaklıktır. Çünkü çoban ve çiftçi rekabeti eskiden neredeyse her kültürde karşılaşılabilecek bir olgudur. Bugün de farklı yaşam tarzları arasındaki rekabet ve çatışmalar pek çok romanın ve filmin temel konusunu oluşturur. Ayrıca Sümer mitolojisindeki anlatımlarla Tevrat ve Kur’an’daki anlatımlar arasındaki farklılıkların görmezden gelinmesi ancak küçük benzerlik sayılabilecek ayrıntıların abartılması bu yöntemi uygulayan ateistlerin niyetleri hakkında da bir fikir vermektedir.

 

Diğer yandan alanında otorite olan hiçbir rasyonel dinler tarihçisi mitolojilerle dini unsurlar arasında kıyaslama yaparken bunların birbirlerinden alıntı veya kopyalama olduğunu iddia etmez. Aradaki benzerliklerin asıl kaynağının daha eski olan kültür olduğunu da söylemez. Çünkü dinler tarihi ve antropoloji ile uğraşanlar bilirler ki dinsel olguların tarihsel olarak yalın bir şekilde tespit edilmeleri, hangisinin tam olarak kaynak hangisinin türev olduklarının tespiti mümkün değildir.(8) Kur’an’da anlatılan kıssalar zaten tarihsel bilgi vermek amacıyla değil kıssalardan ibret almak, o kıssalardaki manaların ahiret adına değerlendirilmesi amacıyla anlatılmıştır.

 

Bu noktada araştırma, inceleme, okuma ve kıyaslama gibi davranışların rasyonel, mantıklı, disiplinli ve makul bir şekilde yapılmasının önemi de ortaya çıkmaktadır. İnsan nasıl araştıracağını bilmediği veya direkt uzmanlığına güvendiği bir insanın olmadığı bir meselede bilgileri üst üste yığıp onlardan bir şeyler çıkarmaya kalkarsa sadece kendisine zarar verir. Bu durum sadece dini konular için değil her konu için geçerli bir ilkedir. Örneğin rast gele bir internet sitesinde veya bir gazetede falanca bitki veya vitaminin filanca hastalığa iyi geldiği ancak başka bir şeye zararı olduğunu okudunuz. Bu iddiayı gerçek bir bilimsel makale ve araştırma sonuçlarından kontrol edecek durumunuz yoksa veya konusunda uzman ve güvenilir bir doktora, bir bilim adamına sorup öğrenemeyecekseniz o zaman bu haberleri dikkate almamanız gerekir. Makul ve mantıklı olan budur. Ancak dikkate alır ve üstelik uygulamaya kalkarsanız ciddi sağlık sorunları yaşayabilirsiniz.

 

İmani meselelerde ise bunun zararı daha şiddetli, daha uzun vadeli olacaktır. Kontrol edemeyeceğiniz, gerçeğinin peşine düşemeyeceğiniz bilgilerle ve malumat yığınlarıyla ilgilenmemek daha akıllı bir tercih olacaktır. Kontrol etmek ve gerçeği araştırmanın peşine düşmek de tabii ki mümkündür. Tercih sizindir.

Şüphe ve Vesveselerin Nedenleri ve Çareleri
 

Bütün vesvese ve şüphelere dair bilinmesi gereken iki önemli durum vardır:

 

Birincisi: Hâl değişiklikleri insanların zihinlerini karıştırır, farklı derecede şüphe ve vesveselere neden olur. 
 

Örneğin Hudeybiye Antlaşması süreci sahabi efendilerimiz için yeni bir hâldir, bir durum değişikliğidir. Müslümanlar, Mekke’ye umre niyetiyle yola çıkmışlar ancak şartlar her iki tarafı bir anlaşma yapmaya zorlamıştır denilebilir. Bu süreçte Müslümanlar için zahiren olumsuz şeyler de yaşanmıştır. Örneğin anlaşma metninin başına Müslümanlar Besmeleyi yazmış ve metinde de Efendimiz’den (sav) “Allah’ın Rasulü” olarak bahsedilmişti. Müşriklerin isteği üzerine besmele lafzı yerine “Bismikellahümme” yazılmış, “Allah’ın Rasulü” ibaresi de silinerek “Muhammed b. Abdullah” yazılmıştır. Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel (ra) Müslüman olduğu için baskılardan kaçarak tam o süreçte Hudeybiye’de Müslümanlara sığınmış ancak antlaşma gereği Mekke’ye iade edilmek zorunda kalınmıştır. Yani ortada Müslümanların taviz verdiği hatta küçük düşürüldüğü şeklinde yorumlanabilecek olaylar vardır. Hz. Ömer (ra) de tüm bunlar karşısında Efendimiz’e (sav); “Sen Allah’ın Rasulü değil misin? Biz Müslüman değil miyiz? Bunlar müşrik değil mi? O hâlde neden dinimiz için hakarete maruz kalıyoruz?” demiş, Efendimiz’in (sav) “Ben Allah’ın kulu ve Rasulüyüm. Elbette Allah’ın emrine muhalefet etmem. Allah beni pişman etmez.” cevabı üzerine kendine gelip pişman olmuş, bu tavrının affedilmesi için hayatının sonraki dönemlerinde bile çokça köle azat edip sık sık sadakalar vermiştir.(9)
 

Yine Efendimiz’in (sav) vefat ettiği haberinin duyulduğu esnada Hz. Ömer (ra) “Rasulullah ölmedi. O, Rabbine gitti. Musa’nın Rabbiyle görüşüp geri döndüğü gibi o da geri dönecektir. İşte O döndüğünde 'Rasulullah öldü.' diyenlerin elleri kesilecektir.” der. O esnada Hz. Ebu Bekir (ra) gelerek Hz. Ömer’i susturur ve “Muhammed (sav) ancak bir elçidir. Ondan önce nice elçi gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz?”(10) ayetini okumuş ve insanları sakinleştirmiştir. Hz. Ömer de “Ebu Bekir’in söylediği şeylerin Kur’ân olduğunu sonradan öğrendiğimde dehşete kapılıp yere düştüm. Öyle ki, ayaklarım beni taşıyamaz oldu. Böylece anladım ki Rasûlullah ölmüştür.”(11)

 

Hz. Ömer’in (ra) her iki yaşadığı durum da ciddi bir hâl değişikliği sonucu ortaya çıkan zihin karışıklığı olarak değerlendirilebilir. Bu tip manevi atmosfer değişimlerinde yaşanacak olan kafa karışıklıklarına karşı yapılacak pek fazla bir şey yoktur. Bunlar gelecek ve geçecektir. 

 

İkincisi: İnsan bazen farkında olsa da olmasa da fizyolojik özellikleri ve durumları nedeniyle kafa karışıklıkları, zihin bulanıklıkları, vesvese ve şüpheler yaşayabilir. Örneğin kan şekeri düşük seyreden bir insanın zaten depresyon yaşıyor olması mümkün olduğu gibi obsesif kompulsif bozukluğu olan birinin de dini konularda sıkça şüpheye düşmesi mümkündür. Bu durumlarda insanın kendi biyolojisini ve psikolojisini tanıması, hangi durumlarda hangi tepkileri verdiğini gözlemlemesi önemlidir. Örneğin özellikle geceleyin fazlaca vesveseye maruz kalan birisinin o saatlerde şekerinin düşmüş olması mümkündür. Ramazan’da bir video kaydından Kur’an ile ilgili bir vaaz dinlemek istersiniz ve birden bire şeytanın “Bu vaiz yalan söylüyor, Kur’an Allah kelamı değil.” gibi fısıltılarına maruz kalabilirsiniz, çünkü o esnada şekeriniz ciddi miktarda düşük seyrediyor olabilir.

 

Kadınlarda da regl dönemlerinden birkaç gün önce veya sonra, doğumdan sonraki 40 günlük süre içinde de yoğun vesveseler görülebilir. Bu da biyolojik süreçlerin psikolojik durumlar üzerindeki etkisi nedeniyledir ve bunun bilinip gözlemlenmesi önemlidir. Bu bağlamdaki şüphe ve vesveselerin hiçbir önemlerinin olmadığını kabul etmek de önemlidir.

 

Aynadaki Yılanlar

 

Şeytanın en tehlikeli hile ve oyunlarından birisi şudur: Bazı kırılgan yapıdaki insanlar küfür, şirk, haram, günah, çirkin söz ve davranış gibi şeylerin sadece hayal edilmesiyle bunların gerçekten işlenmesini, gerçekten var olmalarını birbirine karıştırırlar. Bazen maneviyat büyükleri, bazen sahabiler, hatta bazen de bazı ayet ve hadisler hakkında gayet çirkin hayaller, sözler veya görüntüler; normal şartlarda küfrü, dalaleti veya şirki gerektirebilecek düşünceler insanın zihnine üşüşebilir. Aslında bunlar sadece zihinsel resimlerdir, bir yılanın aynadaki görüntüsü gibidir. Ancak insan o görüntüyü gerçek zannedebilir. O görüntünün kaynağını kendisi bilip küfre, harama düştüğünü sanabilir. Böylece karamsarlığa, yeise, ümitsizliğe de kapılabilir. Şeytan da insanın bu zayıf damarını işlettirir, insan bununla da baş edemez hâle gelir ve sonunda “Artık ne olacaksa olsun, battı balık yan gider.” noktasına bile gelebilir.

 

İnsan zihni genellikle mekanik bir şekilde işler. Örneğin bir ortamda üç farklı kişi üç farklı şey hakkında konuşur. Birisi bir isim söyler, bir başkası bir mekandan bahseder, bir diğeri de bir fiili, bir davranışı konuşur. Dinleyen insan da bu üçünü birleştirip anlık olarak çeşitli zihinsel resimler kurgular. İnsan zihni buna müsaittir. Bu durum kutsi şeylerle ilgili de olabilir. örneğin yolda geçerken çirkin bir şey görürsünüz, diğer yandan aklınızdan bir hadis geçiyordur veya yanınızdaki arkadaşınız Efendimiz’le (sav) ilgili bir şey anlatıyordur. İnsan zihninin mekanik kısmı bu iki şeyi birleştiriverir ve aklınıza tuhaf, anlamsız, çirkin görüntüler yansır. Bunun tek çaresi aldırmamaktır. Çünkü bu durum bir iman zafiyetini göstermez, sadece zihnin biraz dağınık olduğunu gösterir, hepsi bu. 

 

Aynadaki yılan ısırmaz. Televizyonda izlediğiniz bir yangın sahnesi nedeniyle televizyon veya televizyonun bulunduğu oda yanmaz. Kimse bilgisayarından izlediği bir filmdeki çatışma sahnesindeki kurşunlardan korunmak amacıyla masanın altına saklanmaz. Aynı şekilde zihnimize üşüşen vesveseler de hayal dünyamızın ekranına yansıyan sahneler gibidir. Bu sahnelerde küfür, şirk, günah, haram, dalalet gibi şeyler gösterilebilir. Ancak bu sahneler, bu görüntüler itikadı bozmaz, imanı yok etmez, hatta ahlakımıza zarar bile vermez. Fakat bu görüntüleri fazlasıyla önemsemek, onlara dikkat kesilmek, üzerlerinde durmak, yoğunlaşmak onların etkisini artırır. Bu da işimizi giderek zorlaştırır. Bu vesveselere maruz kalındığında yapılacak iki önemli şeyden birincisi duadır. Yani Allah’a sığınma, korunma ayetlerini okuma gibi kul olmamızdan kaynaklanan vazifelerimizdir. İkincisi ise bizim irademizle ilgilidir ve bu da aldırış etmemektir. Aynadaki yılanın ısıracağından korkmayan, izlediği filmdeki çatışma sahnesi nedeniyle masanın altına saklanmayan bir insan kendi zihin ekranındaki görüntüler nedeniyle de kendini yıpratmamalıdır.

 

Kararsızlıkların, kafa karışıklıklarının, dolayısıyla vesvese ve şüphelerin genel olarak bir başka önemli nedeni de günlük hayatımızdaki düzen ve tertiplerle ilgilidir. Bunu çalışma masamızın düzeninden tutun odamızın, evimizin, arabamızın düzenine kadar geniş alabilirsiniz. Bunların hepsi insanın bilişsel işleyişini etkileyen hususlardır. Dolayısıyla insanın yaşadığı veya çalıştığı yerde, yaptığı her şeyle ilgili olarak en azından meseleleri birbirine karıştırmayacak kadar düzenli ve tertipli olması kendisini pek çok vesveseden kurtarabilir. 

 

Evet, bir işin diğer işe mani olmaması, birbirini etkileyecek hususların birbirinden ayırt edilmesi, bir düzene, sıraya konulması önemlidir. Örneğin bir hadiste Efendimiz (sav) “Birinizin akşam yemeği hazırlanış, namaz vakti de girmiş olursa, akşam yemeğiyle işe başlasın. Yemeği bitirmedikçe de sakın acele etmesin.” buyurur.(12) Aynı hadisin farklı versiyonlarında “Kişi büyük ve küçük abdestine sıkışmış iken de namaz olmaz.”(13) ibaresi geçer.

 

Sonuçta her türlü düzen, disiplin, derli toplu olma vesveseyi azaltır. Her türlü dağınıklık, pislik, karmaşa ve düzensizlik ise vesveseyi artırır. Hatta insanlar çoğu zaman bunun bir vesvese olduğunu bile bilmezler. Örneğin odası dağınık olan, yapması gereken bir işi yapmayıp sürekli erteleyen ve hatta bu işi unutmayı tercih eden birisinin yaşadığı iç sıkıntısının nedeni odasının dağınık olması ve ertelediği işleridir. Bu tip iç sıkıntıları zamanla ibadetlerde veya imani konularda vesvese ve şüpheye de dönüşebilir.

 

İmani Konulardaki Şüphelere Dair Son Bir Söz

 

Hayat değiştikçe ve ilerledikçe, özellikle kültürel etkileşimlerin artması ve teknolojinin gelişmesine de paralel olarak imani konularda da yeni sorular gelecektir. Ancak imanımızın odağını oluşturan ayet ve hadisler aynı kalacaklardır. Bu durumda ayet ve hadisler için yeni açıklamalarda bulunmak, yeni izah yöntemleri geliştirmek gerekecektir.

 

Dünya ve güneşin birbirlerine karşı hareketleri de binlerce yıldır değişmemektedir. Ancak bunlar hakkındaki açıklamaların gelişimine bakınca önce güneşin dünyanın etrafında döndüğü, sonra dünyanın güneşin etrafında tam daire şeklinde döndüğü, sonra daire değil elips şeklinde döndüğü, sonra tam elips de değil yer çekimi alanı uzay-zaman gerilimi gibi bir şekilde döndüğü şeklinde sürekli gelişen açıklamalarla karşılaşırız. Burada yüzlerce yıl içinde açıklamaların, modellerin giderek daha kaliteli bir hâle geldiği görülmektedir.

 

Aynı şekilde Kur’an ve hadisler de yüzlerce yıldır aynı kalmaktadır, lafızları değişmemektedir. Zamanın ve ihtiyaçların ilerlemesi, gelişmesi ile bu ayet ve hadislerin daha iyi modellenerek, daha güzel açıklanarak, daha yeni kavramlarla ifade edilmesi gerekmektedir. Bu yapılmadıkça da bu konudaki bazı şeyler eksik gedik kalacaktır. 

 

Bu konuda ellerimizi açıp “Ya Rab! Bize yeni imamlar, yeni üstadlar gönder. Yeni İmam Azamlar, yeni Mevlanalar, yeni Gazaliler, yeni Bediüzzamanlar’a ihtiyacımız var.” diye ciddi ciddi dua etmek gerekir.

 

Her imam kendi çağının bir cins açıklayıcısı, bir şârihidir. O dönemin etkin paradigması gereğince izahlarda, yorumlarda bulunmuş, iman ve Kur’an hakikatlerini insanların anlayabilecekleri şekilde açıklamışlardır. Örneğin Bediüzzaman’ın açıklamaları genel rasyonalite açısından mükemmeldir. Ancak meseleleri açıklarken verdiği padişah, asker gibi örnekler bugünün gençleri için pek açıklayıcı örnekler olmayabilir. Bu da insanların zihnini bazı konularda tam tatmin etmeyebilir. Bu normaldir. 

 

Bugün için bizi tatmin eden açıklamalar da o dönemin insanları için yeterli bulunmayabilirdi. Veya bugün geliştirdiğimiz açıklamalar ve modeller bir süre sonra tatmin edici olmayabilir. Beklentiler, modeller, paradigmalar değişince cevapların, açıklamaların, modellemelerin de değişmesi gerekir. 

 

Bu nedenle Allah-u Teala’dan diler ve dileniriz ki aramızda bu konuda istidadı, kabiliyeti olanların eser vermesini kolaylaştırsın, onların önünü açsın. Yoksa müstaid insanlar göndersin.

 

Aslında bir yönüyle yeni sorulara karşı hepimiz bireysel cevaplara ulaşmak için de dua edebiliriz. Ancak diğer yandan Allah Teala bu tarz terakkileri belirli fertler üzerinden yaparak yaratıyor. Yani mesela nasıl ki fizik alanında tüm insanlar bir anda Newton’un, Einstein’ın keşfettiğini keşfedemiyor ama ancak Newton ve Einstein’ın çalışmalarından ve keşiflerinden sonra milyonlarca insan o konuyu öğrenmiş oluyor. Aynı şekilde muhtemelen imani konulardaki sorulara verilecek cevaplar için de başlangıçta çok az sayıda insan doğru cevapları fark edip açıklayacak daha sonra kitleler bu cevaplarla tatmin olabilecektir. 


 

1 ) Nas, 1-6
2 ) Ebu Davud, Salat, 158; Tirmizi, Taharet, 43

3 ) Müslim 571/88; Muvatta, 1/95; Ebu Davud 1024; Nesei 1237; İbni Mace 1210, 

4 ) Buhari, Sehv, 4; Müslim, Mesacid, 97
5 ) Ahzab, 72

6 ) Lemalar, 30. Lema, Altıncı Nükte
7 ) Müslim, İman, 201-205; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 255

8 ) Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, s: 27
9 ) İbn-i Hişam, Sire, III, 332

10 ) Âl-i İmran, 144

11 ) İbn-i Hişam, Sire, IV, 305

12 ) Müslim, Mesacid, 66

13 ) Müslim, Mesacid, 67