7 dk.
10 Ağustos 2025
Dini Metinleri Doğru Anlamak: Kim, Kime, Niçin, Hangi Makamda? | Kadının Aklı Dini Eksiktir Hadisi | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Dini Metinleri Doğru Anlamak: Kim, Kime, Niçin, Hangi Makamda? | Kadının Aklı Dini Eksiktir Hadisi | 1. Kısım

Soru: Kadının aklının ve dininin eksik olduğu yönündeki hadisle ilgili cevabınızı okudum. Acaba orada anlatmak istediğiniz şey şu örneğe mi benziyor: Diyelim ki bir evde, sözü geçen, saygı duyulan, bilge bir amca var. Yanına gelen evin erkeklerine, “Siz çok tembelsiniz. Hem tembellik yapıyorsunuz hem de eşinize kötü davranıyorsunuz. Kendinize çeki düzen verin.” diyor. Yani bu, dünya üzerindeki tüm erkeklere söylenmiş bir söz değil; o an orada bulunan kişilere hitaptır. Dolayısıyla “Bütün erkekler tembeldir.” anlamı çıkarılmaz. Bu hadisin anlamının da buna benzer olduğunu mu söylüyorsunuz?


Not: Bu konu daha evvel Kurantime Araştırma Ekibi tarafından müstakilen ele alınmamıştı. Farklı bir meselenin izah edilmeye çalışıldığı bir makalede kısaca bu konuya da değinilmişti. İlgili makaleye bu link üzerinden ulaşabilirsiniz.

 

Cevap: Hayır, ifade etmek istediğimiz mana bu değildi. Konunun zihinlerde daha net oturabilmesi için meseleyi adım adım ele alalım:

 

Birincisi: Bir lafzın manası her zaman akla gelen ilk anlamıyla anlaşılmaz. Anlaşılsa bu bir yanlış anlama olur. Örneğin Bediüzzaman hazretleri bir yerde “İnsan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.”1 der. Buradan hareketle Allah Teala’nın bir başkası tarafından vazifelendirildiği şeklinde bir mana çıkarılmaz. 

 

Benzer şekilde Alvarlı Efe Hazretleri(2) meşhur şiirinde,

“Âşık der inci tenden,
İncinme incitenden,
Kemalde noksan imiş,
İncinen incitenden” der. 

Buradan da incinen kişinin her yönüyle inciten kişiden daha kötü olduğu sonucu çıkarılamaz.

 

Başka bir örnekle devam edelim. Araplarda “Annesi kaybedesice, annesi evlatsız kalasıca.”(3) şeklinde deyimler vardır ve bazı hadislerde de bu deyim kullanılmıştır. Ancak bu bir deyimdir, deyimden sonraki ifadeyi güçlendirmek için kullanılmaktadır ve hakikatte kişinin annesinin evladını kaybetmesi istenilmemektedir.

 

İkincisi: Çok kabiliyetli ve başarılı bir cerrahı bile kendi çocuğunun ameliyatına genellikle almazlar. Ne kadar adil olursa olsun bir hâkim de yakınlarının davasına bakamaz. Zira insan söz konusu mesele ne kadar önemliyse çoğu zaman o kadar duygusallaşır ve bunun etkisiyle makul kararlar vermekten uzaklaşabilir.

 

Şimdi bu iki tespiti birleştirelim. Bediüzzaman der ki:

 

“Söylenene bak, söyleyene bakma.” (diye) söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”(4)

 

Çünkü iletişimde yalnızca “söz” yoktur; iletinin kaynağı (gönderici), muhatabı (alıcı), iletinin kendisi ve onun aktığı kanal/ortam ile bunların hepsini kuşatan bir bağlam vardır.

 

Nakşibendî yolunun birinci esası sayılan “Hûş der-dem”(5) de tam buraya işaret eder: Her dem farkında olmak, her an şuurlu olmak. Bazı anlatımlarda bu esas “nefesi şuurlu alıp vermek” şeklinde ifade edilir fakat asıl gaye, kişinin sözde ve hâlde uyanık kalmasıdır.

 

Nitekim bir Afrika atasözü şöyle der: “Sana yıldızları gösterdim; sen parmağa baktın.” Yani işaret edileni kaçırıp işaret edene takılmak hakikati perdeler.

 

Öyleyse bir sözün hakiki ve tam manasını kavramak için şu dört soruyu ihmal etmemek gerekir:

  1. Kim söylemiş?

  2. Kime söylemiş?

  3. Ne için söylemiş?

  4. Hangi makamda söylemiş?

 

Yalnızca “Kim söylemiş?” sorusuna odaklanmak ad hominem’e (6) sebep olur ve anlamın omurgasını kırar. Sadece “Hangi makamda söylemiş?” sorusuna odaklanmaktan ise otoriteye başvurma hatası denilen bir mantık yanlışı doğar. (7) “Ne için söylemiş?” eksenine tek başına bakıldığında konuşan, muhatap ve sözün söylendiği konum gözden kaçar; aynı şekilde yalnız “Kime söylemiş?” e yoğunlaşmak da söyleyenin niyetini ve bağlamı silikleştirir. Demek ki sözün muradını kavramak, bu dört unsuru birlikte ele almakla mümkündür.

 

Nitekim “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”(8) ayetinde:

  • Söyleyen (Kim?): Allah Teâlâ.

  • Muhatap (Kime?): Siyak ve sibakı(9) itibarıyla özelde Tevrat’ı tahrif eden Yahudiler; genelde ise Allah’ın indirdiğini bilinçli bir şekilde inkâr eden, hafife alan, haramı helâl sayan kimselere.

  • Makam (Hangi makamda?): Ulûhiyet makamının yegâne sahibinin hitabı.

  • Gaye (Ne için?): İlâhî hükmü bilerek devre dışı bırakmanın ciddiyetini ortaya koymak ve vahyin hükmünü esas kılmak.

 

Haricîler(10) ise bu ayetin yalnız zahirine takılıp bağlamı, muhatabı ve maksadı ihmal ederek Hz. Ali’yi (ra) tekfir edecek bir yoruma savrulmuşlardır. 

 

Sonuç olarak “anlamak” belirli bir genişlik, sabır ve duyguyu terbiye etme emeği gerektirir. İnsan çoğu zaman, kendi çocuğunu ameliyat edemeyen cerraha benzer: Allah’a ve Resûlü’ne duyduğu hürmet sebebiyle her sözü hemen, eksiksiz ve dosdoğru tatbik etmek ister. Ne var ki tam da bu hürmet bizi aceleyle hata yapmaya sürükleyebilir. 

 

“Ey iman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin…”(11) ayetini bağlamından koparıp dümdüz ve mutlak bir manada ele alırsak, dünyadaki bütün ehli kitapla kesintisiz bir düşmanlık içinde olmamız gerekir. Oysa murad-ı İlâhî bu değildir. Zira aynı Kitap, “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz…”(12) buyurur. Ayrıca “Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâldir, sizin yemekleriniz de onlara helâldir.”(13) diyerek karşılıklı sosyal ilişkiye kapı açar. Buradaki “Sizin yemekleriniz de onlara helâldir.” ifadesi, elbette Hristiyan ve Yahudiler için dinî hüküm vaz‘etmek değildir; onların helal–haram ölçülerini Kur’an belirlemez. Ayet Müslümanlara hitaben “Onlara yemek ikram edebilir, beraber sofraya oturabilirsiniz.” demektedir. Nitekim aynı pasajda Ehl-i Kitap’tan iffetli kadınlarla evlenilebileceğinin ruhsatı da vardır; insan evlendiği birine nasıl düşmanlık besleyebilir? Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.”(14) Bu sevgi ve hısımlık tabii olarak onun anne-babasına karşı da nezaket ve dostluk doğurur.

 

Bir meseleyi doğru ve tam anlamak, o meseleye dair bütün delil ve bağlamları birlikte görmeyi gerektirir. Parçalı okuma, boşlukları sonradan “zorla” doldurmaya mecbur bırakır. İyi niyetli de olsalar, orta seviyede bilgi sahibi din adamlarının yahut usûl mekanizması yeterince oturmamış kimselerin meseleleri tek boyutlu ve yanlış anlama temayülleri olabilecektir.

 

Buraya kadar, “Kadınların aklı ve dini eksiktir.” rivayeti de dâhil olmak üzere herhangi bir meselenin nasıl anlaşılmaması ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair yöntemsel bir giriş yaptık. Bir sonraki yazıda bu ilkeleri ilgili hadise tatbik ederek “Kadınların aklı ve dini eksiktir.” ifadesini; bağlamı ve muradıyla nasıl okumamız gerektiğini ele alacağız.

 

1 Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, 17. Lema, On Üçüncü Nota

2 Asıl adı Muhammed Lütfi olan, Erzurum'un Alvar köyünde yaşamış, 20. yüzyılın önemli mutasavvıf ve şairlerindendir (1868-1956). Şiirlerinde Efe veya Alvarlı Efe Hazretleri mahlasını kullanmıştır.

3 Arapçada ‘ثَكِلَتْكَ أُمُّكَ’ (sekiletke ümmük) şeklinde ifade edilen bu deyim bir beddua olmayıp şaşkınlık, kınama veya ifadenin önemini vurgulamak amacıyla kullanılan bir tabirdir.

4 Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, s. 107

5 Farsça bir terkip olup ‘her nefeste uyanık/şuurlu olmak’ anlamına gelir. Nakşibendî tarikatının on bir temel esasından birincisidir ve kişinin her an Allah’ın huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmesini ifade eder.

6 Latince "kişiye karşı" anlamına gelen bu mantık hatası, bir argümanı içeriğiyle eleştirmek yerine argümanı sunanın kişiliğine, niyetine veya özelliklerine saldırma yanılgısıdır.

7 Bir iddianın doğruluğunu, o iddiayı ortaya atan kişinin veya kaynağın otoritesine dayanarak kanıtlamaya çalışma mantık safsatası. Bir kişinin alanında uzman olması her söylediğinin mutlak doğru olduğu anlamına gelmez.

8 el-Mâide, 5/44.

9 Arapça kökenli bir terim olup, bir sözün veya metnin kendisinden önce gelen (siyak) ve sonra gelen (sibak) kısımlarını, yani genel bağlamını ifade eder.

10 İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan, siyasi ve itikadî bir fırka. Radikal tutumlarıyla bilinirler.

11 el-Mâide, 5/51.

12 el-Mümtehine, 60/8.

13 el-Mâide, 5/5.

14 Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, s. 26 (Yeni Asya Neşriyat). Bediüzzaman bu sözüyle, Kur’an’ın Ehl-i Kitap ile evliliğe izin vermesinin, onlarla mutlak bir düşmanlığın hedeflenmediğinin sosyal bir delili olduğunu ifade eder.