Şimdi bu iki tespiti birleştirelim. Bediüzzaman der ki:
“Söylenene bak, söyleyene bakma.” (diye) söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”(4)
Çünkü iletişimde yalnızca “söz” yoktur; iletinin kaynağı (gönderici), muhatabı (alıcı), iletinin kendisi ve onun aktığı kanal/ortam ile bunların hepsini kuşatan bir bağlam vardır.
Nakşibendî yolunun birinci esası sayılan “Hûş der-dem”(5) de tam buraya işaret eder: Her dem farkında olmak, her an şuurlu olmak. Bazı anlatımlarda bu esas “nefesi şuurlu alıp vermek” şeklinde ifade edilir fakat asıl gaye, kişinin sözde ve hâlde uyanık kalmasıdır.
Nitekim bir Afrika atasözü şöyle der: “Sana yıldızları gösterdim; sen parmağa baktın.” Yani işaret edileni kaçırıp işaret edene takılmak hakikati perdeler.
Öyleyse bir sözün hakiki ve tam manasını kavramak için şu dört soruyu ihmal etmemek gerekir:
Kim söylemiş?
Kime söylemiş?
Ne için söylemiş?
Hangi makamda söylemiş?
Yalnızca “Kim söylemiş?” sorusuna odaklanmak ad hominem’e (6) sebep olur ve anlamın omurgasını kırar. Sadece “Hangi makamda söylemiş?” sorusuna odaklanmaktan ise otoriteye başvurma hatası denilen bir mantık yanlışı doğar. (7) “Ne için söylemiş?” eksenine tek başına bakıldığında konuşan, muhatap ve sözün söylendiği konum gözden kaçar; aynı şekilde yalnız “Kime söylemiş?” e yoğunlaşmak da söyleyenin niyetini ve bağlamı silikleştirir. Demek ki sözün muradını kavramak, bu dört unsuru birlikte ele almakla mümkündür.
Nitekim “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”(8) ayetinde:
Söyleyen (Kim?): Allah Teâlâ.
Muhatap (Kime?): Siyak ve sibakı(9) itibarıyla özelde Tevrat’ı tahrif eden Yahudiler; genelde ise Allah’ın indirdiğini bilinçli bir şekilde inkâr eden, hafife alan, haramı helâl sayan kimselere.
Makam (Hangi makamda?): Ulûhiyet makamının yegâne sahibinin hitabı.
Gaye (Ne için?): İlâhî hükmü bilerek devre dışı bırakmanın ciddiyetini ortaya koymak ve vahyin hükmünü esas kılmak.
Haricîler(10) ise bu ayetin yalnız zahirine takılıp bağlamı, muhatabı ve maksadı ihmal ederek Hz. Ali’yi (ra) tekfir edecek bir yoruma savrulmuşlardır.
Sonuç olarak “anlamak” belirli bir genişlik, sabır ve duyguyu terbiye etme emeği gerektirir. İnsan çoğu zaman, kendi çocuğunu ameliyat edemeyen cerraha benzer: Allah’a ve Resûlü’ne duyduğu hürmet sebebiyle her sözü hemen, eksiksiz ve dosdoğru tatbik etmek ister. Ne var ki tam da bu hürmet bizi aceleyle hata yapmaya sürükleyebilir.
“Ey iman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin…”(11) ayetini bağlamından koparıp dümdüz ve mutlak bir manada ele alırsak, dünyadaki bütün ehli kitapla kesintisiz bir düşmanlık içinde olmamız gerekir. Oysa murad-ı İlâhî bu değildir. Zira aynı Kitap, “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz…”(12) buyurur. Ayrıca “Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâldir, sizin yemekleriniz de onlara helâldir.”(13) diyerek karşılıklı sosyal ilişkiye kapı açar. Buradaki “Sizin yemekleriniz de onlara helâldir.” ifadesi, elbette Hristiyan ve Yahudiler için dinî hüküm vaz‘etmek değildir; onların helal–haram ölçülerini Kur’an belirlemez. Ayet Müslümanlara hitaben “Onlara yemek ikram edebilir, beraber sofraya oturabilirsiniz.” demektedir. Nitekim aynı pasajda Ehl-i Kitap’tan iffetli kadınlarla evlenilebileceğinin ruhsatı da vardır; insan evlendiği birine nasıl düşmanlık besleyebilir? Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.”(14) Bu sevgi ve hısımlık tabii olarak onun anne-babasına karşı da nezaket ve dostluk doğurur.
Bir meseleyi doğru ve tam anlamak, o meseleye dair bütün delil ve bağlamları birlikte görmeyi gerektirir. Parçalı okuma, boşlukları sonradan “zorla” doldurmaya mecbur bırakır. İyi niyetli de olsalar, orta seviyede bilgi sahibi din adamlarının yahut usûl mekanizması yeterince oturmamış kimselerin meseleleri tek boyutlu ve yanlış anlama temayülleri olabilecektir.
Buraya kadar, “Kadınların aklı ve dini eksiktir.” rivayeti de dâhil olmak üzere herhangi bir meselenin nasıl anlaşılmaması ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair yöntemsel bir giriş yaptık. Bir sonraki yazıda bu ilkeleri ilgili hadise tatbik ederek “Kadınların aklı ve dini eksiktir.” ifadesini; bağlamı ve muradıyla nasıl okumamız gerektiğini ele alacağız.