15 dk.
21 Ocak 2024
Zulümler ve Fetihler | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Zulümler ve Fetihler | Tek Parça

Soru: Emevilerin ve Abbasilerin ciddi zulümler işlediklerini biliyoruz. Onların zamanında yaşayıp da zulme uğramayan büyük alim yok gibi. Buna rağmen bu hanedanların döneminde İslam devletinin çok büyümesi, önemli fetihler yapması nasıl izah edilebilir? Bunca iç karışıklık ve adaletsizliğe rağmen o dönemde devlet nasıl büyümeye devam etmiş, nasıl fetihler yapılmış ve dünyada hakimiyet kurulabilmiş?

 

Cevap: Öncelikle sorudaki bazı kavram kargaşalarını düzeltmek gerekiyor:
 

Birincisi: İslam, bir din olarak Allah Teala tarafından Peygamber Efendimiz’e (sas) vahyedilmiş, Efendimiz tarafından da bizlere farklı bir yaşama yolu olarak tarif ve tebliğ edilmiştir. Bu hâliyle İslam başka bir şeydir, insan topluluklarının gelenekten din adına bir şeyler görmeleri, dinin bazı temel ritüellerini kısmen yerine getirmeleri, haramlardan kısmen kaçınmaları fakat bütün bunlara rağmen aslında dinin ruhundan uzaklaşmış olmaları başka bir şeydir ve bunlar İslam’ın tam olarak bizzat kendisi değildir.

 

Diğer yandan Efendimiz'in (sas) “Benden sonra hilafet otuz senedir, sonra ısırıcı saltanat (veya ısırıcı melikler/krallar) halini alacaktır.”1 hadisi de hilafetin başka saltanatın başka olduğunu açıkça anlatmaktadır. Zaten ümmetin umumu tarafından da kabul edildiği hâliyle dört raşit halife ve sonrasında altı aylık kısa bir süreliğine hilafet vazifesi yapan Hz. Hasan’ın (ra) dönemini toplayınca otuz sene bitmiş olmaktadır. Daha sonra Hz. Hasan (ra) Hz. Muaviye’ye iktidarı devretmiş ve böylece hilafet devri biterek krallık/sultanlık dönemi başlamıştır. Hz. Hasan’dan sonrakiler umumen halife değil krallardan herhangi bir kral veya sultanlardan herhangi bir sultandır. Hz. Hasan’dan (ra) sonra Emeviler, Abbasiler, Fatımiler veya Osmanlılar her ne kadar “halife” tabirini kullansalar da bu tabir artık raşit halifeler ve Hz. Hasan (r.anhüm) dönemindeki aslî anlamıyla değil sadece mecazi bir kullanımdır veya politik bir alışkanlığın ürünüdür. Çünkü daha Hz. Muaviye’den itibaren bazı sahabiler Muaviye’ye bile “emirü’l müminin” veya “halife” dememişler, bu tabirlerden bilinçli olarak kaçınmışlar, ona en fazla “melik” sıfatını uygun görmüşlerdir.2

 

İkincisi: Şu dünya hayatında iyiler ve kötüler kadar iyilikler ve kötülükler de bir arada yaşamaktadır. Bu bir realitedir. Bunun bir realite olması meşru olduğu anlamına gelmez. Realite ve meşruluk farklı şeylerdir. Dolayısıyla insan davranışları sonucu ortaya çıkan kötülükleri dünya hayatının birer gerçeği olarak görmek onları meşru görmek değildir. Kötülere ve kötülüklere karşı elbette farklı şekil ve tonlarda mücadele edilecektir, edilmelidir. Bu ayrı bir husustur. Diğer yandan fakirlik, farklı yoğunlukta savaşlar, açlıklar da devam edecektir. Bugün Amerika gibi zengin ve büyük ülkelerde dahi insülin alacak paraya ulaşamadığı için ölenler yahut soğuktan ölen evsizler gibi fakirler bulunmaktadır. Bu duruma neredeyse her ülkede rastlamak mümkündür. Buna karşı elbette vakıflar kurulacak, fakir insanlara eğitim ve maddiyat desteği sağlanmaya çalışılacaktır. Ancak bir yandan fakirliğe karşı bu mücadele devam ederken fakirlik de devam edecektir. Sosyalist literatürün öngördüğü şekliyle sınıf ayrımları hatta sınıflar ortadan kalksa dahi fakirlik devam edecektir, çünkü tarihsel tecrübenin biz insanlara öğrettiği gerçek budur.

 

Aynı şekilde İslam’ı maddi ve manevi cephesiyle bir bütün olarak yaşayan, İslam’ın güzelliklerini hem iman hem ibadet hem ahlak alanında hayatlarına yansıtabilmiş küçük veya büyük gruplar da olacaktır, İslam’ı bir gelenek formatında yaşayan, ibadetlerini az çok yerine getirse de diningüzel ahlak boyutunu hayatına yansıtamayan insanlar ve gruplar da olacaktır. Dolayısıyla Emevi, Abbasi, Selçuklu, Fatımi, Eyyubi, Osmanlı gibi devletlerde zulümlerle fetihlerin, iyiliklerle kötülüklerin, güzelliklerle çirkinliklerin bir arada olması bizi şaşırtmamalıdır. O dönemin insanları ile bu dönemin insanları arasında maddi koşullar dışında bir fark aranmamalıdır. İnsanın nefsi, iradesi, iç dünyası dünyanın her yerinde ve bütün zamanlarda benzer niteliklere sahiptir ve benzer şekilde işlemektedir. Demek ki Yezid döneminde yaşayanlarla Abbasi sultanı Mansur döneminde yaşayanlar, Sultan Alparslan zamanında yaşayanlarla Kanuni döneminde yaşayanlar yahut Sultan Abdulhamid döneminde yaşayanlarla Cumhuriyet döneminde yaşayanlar birbirlerinden pek de farklı mahiyette insanlar değildir. Aynı mahiyetteki, aynı nefis ve iradeye, aynı içsel süreçlere veya aynı psikolojik özelliklere sahip insanların oluşturduğu bu dünya hayatının akışı içinde her zaman farklı adaletsizlikler, farklı zulümler de olmuştur, olmaktadır ve olmaya da devam edecektir. Buna karşılık elbette adaletin tesisi için yahut rahatça zulmedilememesi adına ıslah eksenli çalışmalar da yapılmıştır, yapılmaktadır ve yapılmaya da devam edecektir.

 

Sonuç olarak, fakirliğin her zaman devam etmesi gibi zulüm de her zaman farklı yoğunluklarda ve farklı biçimlerde devam edecektir. Kur’an’ın pek çok ayetinin işaret olarak bahsettiği bir gerçek de şudur ki: Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’nın (a.s) nefsani bir temayül konusunda hata etmeleri, şeytanın kibir ile hata etmesi ve Hz. Adem’in (as) iki oğlundan birisinin haset/kıskançlık konusunda hata etmesi göstermektedir ki bu üç özellik insan doğasının önemli bir realitesidir. Nefsani temayül, kibir ve haset var oldukça bunlardan kaynaklanan günahlar da var olacak, bu günahlar var oldukça bireysel veya toplumsal çapta, mikro veya makro düzeyde zulümler de yaşanacaktır. Bunların içinden nefsani temayül tevbe etmesi ve telafisi en kolay olanıdır. Kibir ise tevbesi ve telafisi en zor, en çetin olanıdır çünkü doğrudan imanın aslına bir engel oluşturmaktadır. Haset ise bütün bir insanlık tarihi için oldukça belirleyici bir duygu olmuştur. Çünkü insan gruplarının birer tarım toplumu oluşturmalarından sanayi devrimine ondan da günümüze kadar bütün sınıf çatışmalarının temel motivasyonlarından birini oluşturmuştur denilebilir. Bireyler arasındaki miras kavgaları ile devletler arasındaki toprak ve egemenlik çatışmalarını yahut aynı devlet içindeki saltanat veya iktidar kavgalarını da aynı motivasyonun etkilediğini söylemek mümkündür.

 

Madem ki herhangi bir gayrimüslim ülkenin kralı ile herhangi bir Abbasi sultanının psikolojik mahiyetleri arasında fark yoktur. O hâlde her ikisinin de kibir, haset ve nefsani temayüllerine uydukça işledikleri zulümler arasında mahiyet itibariyle bir fark olmayacaktır. Benzeri paralellikleri her coğrafyadan ve her zamandan insanlar yahut krallar, devlet başkanları arasında kurmak mümkündür.

 

Emeviler ve Abbasiler döneminde ehl-i beyt mensuplarına yahut İslam alimlerine yapılan zulümlerin siyasi arka planları olduğuna dair pek çok kayıt bulmamız da mümkündür. Hatta bu zulümlerde meselenin kişisel görüş ayrılıklarından çok sultanların kendi egemenliklerine karşı tehdit algısı veya hissi geliştirmeleriyle ilgili olduğu söylenebilir. Örneğin hem Emevi hem Abbasi devlet adamlarının İmam-ı Azam (ra) hazretlerine zulmetmelerinin asıl nedeni İmam Azam’ın fıkhî görüşleri yahut hüküm çıkarma yolları değildir. Onun pek çok konuda devlet adamlarından bilinçli bir şekilde uzak durması, hiçbir devlet görevine sıcak bakmaması ve Emevilerle Abbasilere karşı ayaklanan yahut ayaklanma potansiyeli gösteren ehl-i beyt gruplarıyla yakın olmasıdır. Yahut Abbasi sultanları Memun, Mutasım ve Vasık dönemlerinde resmi politika olarak benimsenen ve uygulanan, Mütevekkil döneminde de kademeli olarak vazgeçilen Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın mahluk olması) görüşü aslında ilmî bir görüş olmaktan çok Memun’un Hıristiyanlara karşı sadece askeri sahada değil kültürel ve ilmî sahada da üstünlük kurma çabalarının bir yansıması, iç politikada ise farklı düşünce ekolleri arasındaki görüş ayrılıklarının devlet otoritesine zarar vermemelerini sağlama amaçlıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak sonuçta bu tip tarihsel arka planlar yapılanların zulüm olduğu gerçeğini elbette değiştirmemektedir. Bu politikaların siyasi arka planları onların temelinde haset, kibir yahut nefsani temayüllere uyma gibi motivasyonların olduğu gerçeğini de değiştirmez.

 

Son tahlilde İslam tarihinde hem dışarıda fetihlerin devam ettiği hem içeride zulümlerin işlenebildiği dönemler olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edebilir. Bu durum fetihlerin yahut dış politikayla ilgili başarıların mahiyetini de içerideki zulmün mahiyetini de değiştirmez. 

 

Üçüncüsü: Bizler, bize benzeyen veya bizden olduğunu düşündüğümüz insanlar bir savaşta öldüklerinde onlara “şehit”, onların kazandıkları savaşa da “fetih” demeye eğilim duyarız. Amerika’nın Irak veya Afganistan işgalinde, Mısır-İsrail savaşında, Rus-Çeçen harbinde ve benzeri savaşlarda tuttuğumuz taraf Müslümanlar olduğu için bunun böyle olması da bir parça doğal sayılabilir. 

 

Ancak İslami bir tabir olarak “şehadet” kelimesi Allah için yaşayan, Allah için savaşan ve Allah için ölen kişiler için Kur’an’ın kullandığı bir tabirdir.(3)

 

Diğer yandan Efendimiz’e (sas); (kahramanlık) olsun diye veya hamiyet (kavmiyet veya aile mensubiyeti) için veya gösteriş amacıyla savaşan kimseler hakkında sorulmuş ve “Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” denildiğinde Efendimiz “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukatele ederse (savaşırsa), o Allah yolundadır.” cevabını vermiştir.(4)

 

Yine Efendimiz (sas) “Asabiyeye (ırkçılığa) çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere, asabiye uğruna ölen bizden değildir.”(5) buyurur.

 

Efendimiz (sas) Uhud savaşında müminlerin safında savaşan ve ciddi fayda da sağlayan Kuzman isminde birisinin cehennemlik olduğunu söylemiş, Kuzman savaşta ağır yaralanınca Efendimiz’in bu beyanından haberi olmayan bir sahabinin Kuzman’a “Müjdeler olsun sana!” diyerek şehadet veya cenneti hatırlatması üzerine Kuzman “Ne müjdesi? Ben ancak kavmimin şerefi için savaştım. Yoksa savaşmazdım.” deyince mesele anlaşılmıştır.(6)

 

Uhud gibi bir varoluş savaşında dahi müminlerin safında öldüğü hâlde şehit olmayan hatta cehennemlik olduğu Efendimiz (sas) tarafından bildirilen birisi var ise Müslümanların savaştığı her savaşta ölen her Müslümanın şehit olmaması mümkündür.

 

Benzeri bir durum fetih kavramı için de geçerlidir. İslam’da nasıl ki şehitlik için esas olan bir müminin yani Allah için yaşayan birinin Allah yolunda savaşırken ölmüş veya öldürülmüş olmasıdır. Aynı şekilde bir savaş sonucu ele geçirilen bir yer yahut kazanılan bir zafer için “fetih” denilmesi de o savaşa katılanların Allah için yaşayan müminler olması ve yapılan savaşıta Allah yolunda cihad etmiş olma motivasyonunun varlığına bağlıdır. Kendilerine Müslüman diyen yahut Müslüman olarak tanınan insanların dini yaşayıp yaşamadıklarına bakmadan kazandıkları her savaşa fetih demek pek doğru olmayabilir.

 

Bizler Protestan bir ordunun bir yerdeki yine Katolik zulmünü ortadan kaldırmak için yaptıkları ve kazandıkları savaşa fetih demediğimiz gibi o savaşta ölen askerlere de şehit demeyiz. Aynı şey Katolik bir ordunun bir yerdeki Protestan zulmünü ortadan kaldırmak için yaptığı savaş için de geçerlidir. Benzer şekilde tarih boyunca isimleri Müslüman olup, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan insanların oluşturduğu ordular bir yerlerde savaş kazanmış, bir başka ülkenin topraklarını ele geçirmiş olabilir. Ancak bunu yapmaktaki temel amaçları o bölgenin halkını köleleştirmek, o toprakların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek, ganimet elde etmek olabilir. Bu amaçlarla savaşan ve isimleri de Müslüman olan, yani İslam kültür alanına ve geleneğine dahil ancak Kur’an ve sünnette bahsedildiği haliyle belirli bir manevi kaliteye sahip olmayan insanlar da olmuştur. Bu insanların kazandıkları savaşlar da tarih kitaplarına “fetih” olarak geçmiş olabilir. Ancak o savaşlarda ganimet, kavmiyetçilik, kişisel şan ve şeref gibi motivasyonlarla savaşıp ölenler hakikatte şehit sayılmayacağı gibi söz konusu zaferleri hakikatte fetih saymak da pek mümkün değildir.

 

Şu meselenin altını tekrar çizmeliyiz: İslam’ın ve imanın tarif ve emrettiği bazı güzel ahlak prensipleri ile kulluk kaideleri vardır. Bu kaideler ve prensipler ciddi bir oranda, örneğin yüzde yetmiş oranında temsil edilip gösterilebilirse orada hakikaten İslam’dan bahsedebiliriz. “Bugün dünyada 1.8 milyar Müslüman vardır.” iddiasının doğruluğu ne kadar geçerlidir bilemiyoruz. Çünkü böyle bir iddia anne babaları Müslüman olduğu için Müslüman olanları da hesaba katmaktadır. Bunun sonucunda Kur’an ve sünnetteki tanımlarla mevcut Müslümanların veya Müslüman olduğu iddiasındaki insanların yaşadıkları ve yaptıkları arasında çelişkiler görülmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü tanımlar birbirine uymayacaktır.

 

Bu bağlamda herhangi bir Emevi kralı veya Abbasi sultanı bir yerde zulmetmiş, bir bölgeyi zulmen ele geçirmiş olabilir. O bölgede İslam’ın izin vermediği şeyler yapmış da olabilir. Çocukları, kadınları ve din adamlarını öldürmüş, oranın halkına “İslam’ı kabul etmezseniz hepinizi öldürürüm.” demiş olabilir. Bunların örnekleri vardır ve hiçbirisi İslami değildir. Efendimiz (sas) veya Kur’an da böyle bir şey tavsiye etmemiştir. İsimleri veya unvanları Müslüman olan insanların her yaptıkları İslam’dan kaynaklanmaz. Bunu söylemekle onları tekfir etmiş olmayız veya onların Müslüman olmadıklarını iddia ediyor değiliz. Ancak içinde İslami unsurların da olduğu bir geleneğe mensup olmakla gerçekten Müslüman veya mümin olmak birbirinden farklı şeylerdir.

 

Dördüncüsü: Doğruluk ve yalan veya iman ve küfür arasında çok ciddi bir mesafe vardır. Efendimiz’in (sas) dönemine “Asr-ı Saadet” denmesinin asıl nedeni o dönemde maddi refahın artması, art arda savaşlar kazanılması değildir. İman ve Kur’an hakikatlerinin en mükemmel haliyle hayata yansıtılabilmiş olmasıdır. Dolayısıyla o dönemde Kur’an ve sünnetin tanımladığı hâliyle iman ve küfrün, sevaplar ve günahların, güzellikler ve çirkinliklerin, adalet ve zulmün arasında çok büyük bir mesafe oluşmuştur.

 

Zamanla bu mesafe kapanmış, adalet ve zulüm, günahlar ve sevaplar, güzellikler ve çirkinlikler birbirleriyle adeta iç içe girmiştir. Bu nedenle zalim bir Emevi sultanının ordusunda bazı sahabiler bulunabildiği gibi sultanın dünyevi motivasyonuyla hazırlanan bir orduda uhrevi niyetlerle cihad edenler de yer alabilmiştir.

 

Bu durumda o savaşlara katılanların çoğunluğu veya önemli bir kısmı sahabe, tabiin veya maneviyat açısından asr-ı saadetteki motivasyonlara sahip hakiki müminler ise, o sultanın ahlaksızlıkları veya zulümleri o insanları ilgilendirmez. Bir sultanın amacı toprak fethetmek, ganimet kazanmak olabilir. Ancak o sultanın ordusunda niyetleri gerçekten Allah rızası olan, Allah Teala’nın mukaddes ismini dünyanın her yerine taşımak isteyen, Kur’an’ı ve Efendimiz’i (sas) insanlara öğretmek niyetindeki insanlar da olabilir. Meselenin aslı bu olduğu için yani Allah Teala asıl bu amaçlara ve bu amaçtaki insanlara kıymet verdiği için bu niyetteki insanlar o ordunun yüzde onunu bile oluştursa fethedilen yerlerde bu insanlar vesilesiyle iman ve güzel ahlaka dair açılımlar yaşanacaksa ve pek çok açıdan farklı zulümler ortadan kalkacaksa Allah Teala bu ordunun da önünü açabilir. Bu nedenle meseleleri tek boyutlu bir şekilde ele almamak gerekir.

 

Beşincisi: Taraflardan herhangi birisinin İslam’ı veya güzel ahlakı yeterince temsil etmediği durumlarda işin sonucu dünyevi becerilere kalacaktır. İki futbol takımı arasındaki rekabette kimin başarılı olacağı tarafların iman gücüne göre belirlenmez. Hangi takımın oyuncuları futbol açısından daha yeterliyse o kazanacaktır. Bir savaşta da imanın önemli bir değişken oluşturmadığı durumlarda iyi savaşan, askeri daha sabırlı davranan veya daha stratejik hareket eden kazanacaktır.

 

Dünya, dünyadır ve dünyevi kanunlarla çalışır. Ukba da ukbadır ve uhrevi kanunlarla çalışır. Dünyadaki savaşlarda veya futbol maçlarında her kazanan imanlı veya güzel ahlaklı olmak zorunda değildir. Güzel ahlak sahibi her mümin veya Müslüman da her zaman dünyevi olarak bir şeyleri kazanmak zorunda değildir. Bu iki gerçeği bir arada düşündüğümüz zaman Emevilerin bütün zulümlerine rağmen savaşlar kazanmasının nedeni veya hikmeti anlaşılacaktır.

 

İmanın ve İslam’ın getirdiği güzellikler arasında Allah Teala’nın müminlere ekstra yardımlarda ve lütuflarda bulunması da vardır. Ancak bunlar genellikle ehadî tecellilerdir, yani özel ve istisnai durumlardır. 

 

Meseleye düz baktığımız vakit bir insanın bir konuda hedefe ulaşması için o konu haricinde ikinci bir derdinin olması bile önünde küçük bir engeldir. Örneğin para kazanmaya çalışan bir insan aynı zamanda ahlaklı ve dürüst olmak, ibadetlerini yerine getirmek, işçilerinin hakkına girmemek gibi kaygılar taşımıyorsa o insanın bu kaygıları taşıyan bir insana göre daha fazla para kazanması mümkündür. Ancak iman ve güzel ahlak sahibi olmak, Allah’ın rızasını ve cenneti kazanmak için çalışmak, dünyevi olarak bazı şeyleri kaybetmeyi göze almak demektir. Nasıl ki Allah Teala’nın emrine uymak için tesettüre riayet eden bir kadına daha az bakılacak ve daha az iltifat edilecektir. Benzer şekilde ahireti düşünen insan da bazı açılardan dünyevi meselelerde geri kalabilecektir. Bunları mutlak kaideler olarak veya her zaman böyle olacağı için söylemiyoruz. Ancak düz bir mantıkla bakılınca bile uhrevi motivasyonlarla dünyevi sonuçlar arasında bir paralellik kurulamayacağı açıktır.

 

Allah Teala’dan bizi razı olacağı, zulmetmeyen ve zulme uğramayan kullarından eylemesini diler ve dileniriz. 
 



 

1 ) Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizi, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 272; V, 220, 221

2 ) Ayrıntılı bilgi için bkz; 1) İslam Tarihinin Tartışılan Figürü Hz. Muaviye 

2) Hasani ve Hüseyni Meşrepler 
3 ) Bakara, 154; Nisa, 69; Âl-i İmran, 169; Muhammed, 4-6

4 ) Buhari, Cihad, 15; Müslim, İmaret, 149; Tirmizi, Fezailu’l-Cihad, 16; Ebu Davud, Cihad, 26; Nesai, Cihad, 21; İbn Mace, Cihad, 13

5 ) Müslim, İmare, 53; Ebu Davud, Edeb, 121; İbn Mace, Fiten, 7

6 ) Buhari, Cihad, 77