28 dk.
27 Aralık 2024
Felsefe ve Farklı İdeolojilerle İlgili Okumalar Yapmak | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Felsefe ve Farklı İdeolojilerle İlgili Okumalar Yapmak | Tek Parça

Soru: Vahiy dışı bilgi alanı veya vahiyden beslenmeyen teoriler alanı olarak felsefe, sosyal teoriye dayalı ideolojik kitaplar, felsefî, ideolojik ve benzeri akımlarla ilgili teorileri okumak insan düşüncesini ister istemez belli bir oranda etkiliyor. Bizim geleneğimizde de felsefe ve benzeri bilgi alanları okumakla ilgili olarak; öncelikle kendi kaynaklarımızı okuyup sağlam bir zihinsel filtre oluşturduktan sonra o eserleri o filtreden geçirmek suretiyle okumaya pek olumsuz bakılmaz. Bu gibi eserleri veya fikirleri okumak gerçekten zararlı ise hem bu eserleri okumak hem de bu zararlardan korunmak için nelere dikkat etmeliyiz?

 

Cevap: Bir Müslüman ve mümin elbette imanına dair bilgilerini esas alarak yeni bilgileri kontrol etmelidir. İmani olarak yakîn sahibi olduğu veya kesin bildiği şeylerle de imanını yanlış etkilerden korumaya çalışmalıdır.

 

Ancak mesele bu kadar basit ve tek boyutlu değildir. Öncelikle vahiy dışı bilgi alanı dediğimiz tam olarak nedir? Bunun net bir şekilde belirlenmesi lazım.

 

Geçmiş ulemamız, özellikle de Bediüzzaman ve İmam Gazali gibi isimler bu alana kısaca “felsefe” demektedirler. Yani felsefe deyince, Kur’an ve sünnete dayanmayan veya onlardan beslenmeyen her türlü felsefî ve bilimsel bilgi birikimi anlaşılmaktadır.

 

Bugün ise bu alana “Batının bilgisi” nazarıyla bakılmaktadır. Çünkü özellikle Descartes ve Newton’dan sonra Batıda “bilimsel devrim” dediğimiz bir süreç başlamış, eşya ve hadiselere, tabiata, evrene, insana ve ilgili bütün alanlara geçmiş yüzyıllardaki zihinsel yaklaşımdan farklı bir yaklaşımla bakılmaya başlanmış, farklı bir yöntem geliştirilmiş, bu da zamanla “bilim” denilen alanı oluşturmuştur. Böylece yeni bir paradigma ortaya çıkmıştır. 

Eğer bu paradigmanın tümüne “Batının bilgisi” veya “Batı felsefesi” yahut “bilim” diyeceksek bu isimlendirmeler fazlasıyla geniş ve genellemeci olacaktır. Çünkü söz konusu konseptin içine Batının bilgisinin tamamının girmesiyle beraber bunun kendine ait alt başlıkları vardır. “Bilim”, yani gerçek anlamıyla araştırma ve gözleme dayalı, araştırmanın, deneylerin ve gözlemlerin başlangıçtaki hipotezde tutarsızlık kalmayana kadar devam ettirilmesi sonucu ulaşılan realitenin bilgisi anlamında bilim (pozitif bilimler) bu alt başlıklardan birisidir. Fizikten kimyaya, istatistikten biyolojiye kadar geniş bir alan bu başlığın kendi maddeleri olarak sayılabilir.

 

Bunun yanında pozitif bilim dalları içinde sayamayacağımız, neyin nasıl olduğunun yanında nasıl olması gerektiğiyle de ilgilenen, “normatif bilimler” olarak adlandırılan veya normatif yönü daha ağır basan sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, bir yönüyle tarih ve hukuk gibi disiplinler vardır. Bunlara bazen beşerî bilimler, sosyal bilimler gibi adlar verilmesinin yanında “tin bilimleri” diyenler de olmuştur. Bu da bu alanlarda objektif doğrulardan ve gerçeklerden çok kişisel, toplumsal, tarihsel ve kültürel doğruların, sübjektif yorumların hâkim olduğunu göstermektedir. 

 

Bu ikisiyle nadiren kesişse de genellikle hayatı anlamlandırma, insanın varlığına dair anlam arayışları ile ilgili meseleler ise bazen felsefe, bazen sosyoloji ve psikoloji, bazen edebiyat alanlarında kendini gösterir. Ama daha çok disiplinler arası diyebileceğimiz farklı alanlar da oluşmuştur. Örneğin İrvin Yalom’un psikoterapi ile edebiyatın imkanlarını bir arada kullanarak yazdığı kitaplar, Heidegger’in kendi varoluşçu görüşlerini edebî üslupla anlatmaya çalıştığı eserleri, Sartre’ın romanları veya diğer kitapları, sosyalist teoriye bağlı tarih ve sosyolojinin bir arada işlendiği kitapları da bu kategoride değerlendirebiliriz. Bu kategoride genel olarak dinlerin, özel olarak da Kur’an ve sünnetin öngördüğü bakış açısına ters görüşlere rastlamak fazlasıyla mümkündür.

 

Bu durumda örneğin “pozitivizm” üzerinden bir sorgulama ve açılım yapalım. 

 

Pozitivizm kavramı bilindiği üzere gerçek, kesin, olumlu gibi anlamlara gelen pozitif kelimesinden türetilmiş olup deneye ve gözleme dayanan bilginin (bilimsel bilginin) tek gerçek ve geçerli bilgi türü olduğunu, metafiziği, sezgiyi ve dogmaları bilimsel etkinlik alanından uzaklaştıran, bilinebilir şeyler olarak sadece maddi olguları ele alan bir dünya görüşü, felsefe akımı veya öğreti olarak tanımlanır. Metafizik ve dogmalar ile sezgiyi dışladığı, dolayısıyla dini bilginin kaynağını bilgi kaynağı olarak kabul etmediği için de ilk dönemlerde Müslümanlar tarafından bazen sert bazen daha düşük seviyede bir tepkiyle karşılanmıştır.

 

Bu bağlamda, okuduğumuz kitaplarda veya diğer metinlerde pozitivist temelli önermelere ve düşüncelere karşı nasıl yaklaşılabileceğine dair bir sıralama yapalım: 

 

Birincisi: Bir insan karşısına yeni çıkan herhangi bir bilgiye karşı kesin ve kendinden fazlasıyla emin bir şekilde “Benim daha önce bildiğim, edindiğim tüm bilgiler, değerlendirdiğim tüm yorumlar mutlak doğrudur, bu kitaptaki her şey ise yanlıştır.” gibi bir nazarla bakarsa yeni bir şey öğrenemez. Bu tavır kendini öğrenmeye kapatmaktır.

 

Bizim geleneksel eğitimimizde (formel ve informel eğitimimizde) böyle bir özellik vardır. Bu eğitimi ister imam hatip okullarından, ister Kur’an kurslarından, ister ailemizden, ister mensubu olunan bir gruptan almış olalım, genellikle edindiğimiz yöntemin dışında başka şekilde düşünemez, üretemez, yorumlayamaz ve değerlendiremez bir haldeyiz. Bunun farklı nedenler yanında bir nedeni de edindiğimiz bilgi ve yöntemin dışındaki bilgi ve yöntem türlerini toptan reddetmeye odaklı bir niyetin, bakış açısının katılığıdır ve bu da bir cins taassuptur. Yeni ve farklı bilgilere karşı kapalı olduğumuz için de zihnimiz miladî 1100-1200’lerde kalmış, donmuş gibidir.

 

İkincisi: “Gerçek bilgi sadece olguların bilgisidir. Bu bilgiye de ancak deney ve gözlem yoluyla ulaşabiliriz.” önermesi ile “Şuur, insan beynindeki sinir hücrelerinin maddi etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan bir durumdur.” önermesini ele alalım.

 

Bu iki önermenin ortak noktası sadece maddi olarak araştırılabilen, üzerinde deney yapılabilen olguları gerçek kabul eden bir bakış açısının ürünü olmasıdır.

 

Burada hemen şu ayrımı yapmış olmamız lazım: Bu önermelerde pozitif olmayan, maddi olarak araştırılamayan ve üzerinde deney yapılamayan unsurlar tamamen çalışma alanının dışında bırakılmıştır. Buna bir çeşit metodolojik pozitivizm diyebiliriz.

 

Diğer yandan bu cümlelerde söylenmeyen ama alt metin olarak bir varsayımı içeren şöyle bir önerme daha vardır: Yalnız maddi olarak araştırılabilen ve üzerinde deney yapılabilen şeyler vardır. Bunların dışındakiler yoktur. Buna da bir cins ontolojik pozitivizm diyebiliriz.

 

İkinci cümlenin bir adım ötesi “Sadece maddi şeyleri varsaymalıyız” cümlesidir. Buradaki varsaymak bir cins adem-i kabuldür. Yani kabul-ü adem değildir. Yokluk iddiasında bulunulmamaktadır ancak varlığın sınırları bir varsayıma dayandırılarak çizilmektedir ve bu alanla ilgilenileceği, diğer alanların yok sayılacağı söylenmektedir. Çoğumuzun Papua Yeni Gine’yi yok saymamız gibidir bu. Hiçbirimiz oraya özellikle gitmek istiyor değilizdir. Oranın kültürünü öğrenmek aklımızdan geçmez. Oranın parasına yatırım yapmayız. Günlük hayatımız içinde Papua Yeni Gine yokmuş gibi davranırız. Bu iddia da buna benzer bir yok saymadır.

 

Bunun bir adım ötesi ise; “Ancak ve ancak maddi olgular vardır, başka şeyler yoktur.” cümlesidir. Bu da pozitivizm süsü verilmiş bir metafizik önermedir. Çünkü neyin var ve neyin yok olduğuna dair bir hüküm kurulmaktadır. Dolayısıyla bir inancın, birileri tarafından var sayılan veya gerçekten var olan şeylerin yok olduğuna dair bir inancın ifadesidir. “Pozitif olmayan şey yoktur” demek pozitif olmayan şeylerin yok olduğuna inanmak demektir. Çünkü bu konu iddia sahibinin kendi kabul ettiği çalışma alanı olan deney ve gözlem alanına (yokluk gözlemlenebilir ve üzerinde deney yapılabilir bir alan olmadığı için) girmez.

 

Bütün bunların yanında pozitivizmin bir bilimsel yöntem olarak çok faydalı olabileceği yerler de vardır. Hatta sözlük anlamıyla İslami ilimler tarihindeki ilk pozitivistler hadisçilerdir. 

 

Örneğin; “Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, “Aynı şeyler sana da verilsin.” diye dua eder.”1 hadis-i şerifini ele alalım. Burada başkalarının pozitivizm dışı olarak görebileceği bir pozisyon seçebilir ve “Benim nazarımda Efendimiz (sav) metafizik bilgilerin kaynağıdır ve O bu konuda ne demişse doğrudur.” diyebilirsiniz. Ancak önemli olan Efendimiz’in (sav) gerçekten böyle bir sözü söyleyip söylemediğidir. Meselenin bu kısmında ise örneğin İmam Buhari “Ben ancak ve ancak; hafıza ve anlayış bakımından güçlü olan, Müslüman ve dürüst oldukları dışarıdan belli olan, birbirleriyle mutlaka görüşmüş insanların birbirlerinden yaptıkları hadis rivayetlerini doğru kabul eder ve kitabıma alırım.” der ki bilimsel bir yöntem olarak gayet de pozitivist bir tavırdır. 

 

Hatta Efendimiz’in (sav) “Ben insanların kalplerini yarmakla ve iç hallerini deşmekle emrolunmadım.” hadisini şöyle bir olay münasebetiyle ifade buyurduğu anlatılır: Bir ganimet dağıtımı sırasında birisi Efendimiz’e (sav) gelerek adaletli davranmasını ve Allah’tan korkmasını söyler. Bu aslında son derece küstah bir tavırdır. Efendimiz ise herhangi bir cezalandırma hatta kınama yoluna gitmeden “Ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurur. O sırada orada bulunan Halid b. Velid ve Hz. Ömer gibi sahabeler bu küstah şahsın cezalandırılmasını isterler. Efendimiz (sav) tam bir nebî tavrıyla “Belki ileride namaz kılan birisi olur.” diyerek buna izin vermez. Yine orada bulunan sahabelerden bazıları “Nice namaz kılanlar var ki kalplerinde olmayanı söylerler.” der. Efendimiz de (sav) bunun üzerine “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak (iç dünyalarını araştırmak) için emrolunmadım.” buyurur.2 Hatta o küstah şahsın münafıklardan olduğu da bazı kaynaklarda bir yorum olarak geçer ancak burada önemli olan Efendimiz’in (sav) ortaya bir ölçü koymuş olmasıdır ki bu da insanların zahiri hallerine göre; yani somut, gözlemlenebilir, pozitif özelliklerine göre değerlendirilmeleri gerektiğidir. Bunun da gayet “pozitif” bir tavır olduğu açıktır. Ayrıca bu hadis ve benzeri temeller üzerine İslam Hukukunda, hükümlerin zahire göre verileceği, yani gözlemlenebilen durumlar üzerine hüküm verileceği kaidesi yerleşmiştir. Yani İslam hukukunda adaleti sağlama çabaları içinde tam bir pozitif yöntem hakimdir.

 

Dolayısıyla Batı Felsefesi geleneği içinde birilerinin “Sadece deney ve gözlem yoluyla açıkça kanıtlanabilen şeyler doğru ve gerçek kabul edilmelidir.” demesinin Müslümanların imanına doğrudan bir zararı yoktur. Çünkü bu pozitivist ilke, ayetlerin anlamları ve bağlamları ile hadislerin sıhhatine dair delil getirme konusunda uygulanabilir bir yöntem olarak ele alınabilir.

 

Pozitif yöntemin İslami ilimlerde veya dini kitapları okurken uygulanması mümkündür. Burada üç maddeye özellikle dikkat edilmelidir:

 

Birincisi: Karşılaşılan yeni bir bilginin (dini veya dünyevi bilginin) kontrol edilmesiyle ilgilidir. Örneğin bir uzman, anlattığı bir şeyin bilimsel olduğunu iddia edebilir. Örneğin bir göz doktoru covid aşılarının faydalı olmadığını iddia edebilir ve bu iddiasının bilimsel olduğunda ısrar da edebilir. O göz doktorunun müdavimi olan bir hasta da doktoruna sırf tıbbî bir alanda uzman olduğu için güvenebilir. Ancak burada;

 

-O doktorun biyoloji veya aşılar alanında bir çalışması ve uzmanlığının olup olmadığı,

-Varsa bile bu çalışmanın gerçekten de aşılılar ve aşısızlar ile covid hastaları üzerinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği, bilimsel yöntemlere uygun yapılıp yapılmadığı sorgulanmalıdır. Yoksa bu doktorun sadece herhangi bir platformda duyduklarını aktarıp aktarmadığının net olarak bilinmesi gerekmektedir ki doktorun o konudaki bilgi ve iddiasının doğruluğu kontrol edilmiş olunsun. Çünkü pozitif bilimlerle ilgili herhangi bir alanda herhangi bir uzmanın veya bilim insanının bir iddiayı dile getirmesi o iddianın mutlaka bilimsel olduğu anlamına gelmediği gibi bir tıp insanının da tıp hakkındaki her sözünün mutlak doğru ve bilimsel olması gerekmez.

 

Aynı şekilde ister herhangi bir ilahiyat fakültesinde kürsüsü olan bir akademisyen veya teolog olsun, isterse insanların hoca, şeyh, alim dediği ulema sınıfından birisi olsun, dini kimliğiyle tanınan bir insanın da din hakkındaki herhangi bir sözü veya iddiası, o iddianın ve sözün “dinî” olduğu veya dinen sahih olduğu anlamına gelmez. Herhangi bir dindarın dinin ruhuna tam aykırı şeyler söylemesi ne kadar mümkünse bir ilahiyat akademisyeninin, bir müftünün, bir şeyhin hatta bir alimin de dini bir konuda yanlış şeyler söylemesi o kadar mümkündür. Bu konuda bir uzmandan daha az yanlışlık beklenmesi sadece bizim beklentilerimizle ilgilidir.

 

İkincisi: Pozitivistlerin iddialarını metafizik yönlerinden soyutlayıp o iddialara salt bir araştırma yöntemi olarak bakınca bu yöntemin faydalı olduğu pek çok alanın bulunduğunu görürüz. Bilimsel araştırma yöntemleri açısından zaten pozitivist bir tavır şarttır. Onun dışında toplumsal ahlak açısından da mesela bir insanın “iyi” veya “kötü” olarak değerlendirilmesi konusunda da bizlere açıkçası pozitif bir tavır gereklidir. Bir insanın iyi mi kötü mü olduğu gibi sorulara karşı o kişiyi araştırmamızı gerektirecek bir durum olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bir insanın iyi veya kötü bir insan olup olmadığı neden sorulmaktadır? O kişiyle bir iş akdi mi yapılacaktır? Onunla evlilik yoluyla bir akrabalık mı kurulacaktır? O kişiyle uzun bir yolculuğa mı çıkılacaktır? Somut sebep nedir? O kişinin iyi ve kötü özelliklerinin araştırılmasını gerektirecek somut ve yakın bir neden var ise o kişi araştırılmalıdır. Bu doğru. Ancak değilse başkalarının özellikle kötü yönlerinin araştırılmasının hiçbir nedeni ve gereği yoktur. İnsanlar böyle sorular karşısında “İlgilenmiyorum.” diyebilir ve demelidir. Bu da zaten dini olarak da hem ayetin1 hem de hadisin2 gereğidir.

 

Diğer yandan pozitivizmin bir yöntem olarak uygulanması İslam’ın ruhuna ters bir şey de değildir. Ki yukarıda üzerine “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak (iç dünyalarını araştırmak) için emrolunmadım.” hadisinin geçtiği maddede bu husus daha geniş açıklanmıştı.

 

Üçüncüsü: Pozitivist düşünürlerin metafizik alanla ilgili söylediklerinin kendi yaptıkları veya önerdikleri bilimsel anlayışla, bilimsel yöntemle de bir ilgisi yoktur. Bu konuda şu hususun anlaşılması pozitivizme karşı az da olsa şüphesi olanları rahatlatabilir: Kendilerinin pozitivist, yöntemlerinin pozitif olduğunu iddia edenlerin konu dinlere ve Tanrının varlığına gelince bir yerden sonra her zaman saçmaladıklarını görürsünüz. “Ben bu konuyla ilgilenmek istemiyorum.” diyenlerin tavrı kişisel bir tercihtir ve konumuz dışıdır. Fakat B. Russell, D. Hume gibi gibi mantık ve matematikle özellikle ilgilenmiş, mantıksal pozitivizm gibi bir akıma öncülük edenler arasında olmuş, iktisat alanında önemli açılımlar yapmış, kendisinden başka konularda pek çok şey öğrenilmiş zeki insanların konu Tanrıya gelince modern mantık kaidelerine bile uymadıklarını görürsünüz.

 

Peki inançlı insanların, herhangi bir dine inanan düşünürlerin, yazarların, alimlerin mantık hatası yapmaları mümkün değil midir? Elbette mümkündür. Ancak bu kişiler (iman alanıyla ilgili olarak) baştan demektedirler ki: “Ben bir Tanrının varlığına inanıyorum. Benim için bunu ispat etmek önemli bir şeydir. Bu nedenle ortadaki delillerin sağını solunu kurcalayıp bunların Tanrının varlığına işaret ettiğini görmeye ve göstermeye çalışacağım.” Elbette bütün inançlılar böyle davranmaz ancak çoğunluğunun böyle davrandığını söyleyebiliriz. İnananlar için bu metodolojik hatanın altını çizmekle beraber onlar şu açıdan mazurdur: Baştan “Ben inanıyorum.” demektedirler ve öyle inandıkları için varlık alemindeki her şeyi bu eksende değerlendirmektedirler. Yani ortada bilimsel bir iddia zaten yoktur. Ancak bilimsel bir iddianın savunucusu olduklarını söyleyen bir takım pozitivistlerin bilim ve deneyin alanına girmeyecek bir konuda “yoktur” deyip bunu dava etmelerini, bu iddialarını adeta bir bilimsel hipotez gibi ortaya koyduklarını görüyoruz ki kendi metodolojileri açısından yanlış olan budur. Burada “yoktur” iddiası bilimsel bir hipotez değil, bir inançtır.

 

Gerçekten de herhangi bir ilahiyat fakültesinden mezun, 2. Sınıf bir gazetede dini yazılar yazan bir insanın Allah’ın varlığı, nübüvvetin ve ahiretin hak oluşu, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu gibi konularda kendisine göre mantıksal argümanlar üretmeye çalışması, bu argüman üretiminde pek çok mantık hatası yapmasında bir mazeret hali görülebilir. Ancak mantığı, felsefeyi, bilimsel metodolojiyi çok iyi bildiği ve ifade edebildiği halde imanî meselelerde seri halde mantık hatası yapan bir pozitivist ateistin bu halinde bilim ve mantıktan öte farklı bir kasıt var demektir denilebilir.

 

Temyiz Kudreti ya da Doğru Ayrımları Yapabilme

 

Vahiy dışı bilgi, özellikle de batının bilgisini okuduğumuz zaman bir temyiz yapılması gerektiği doğrudur. Ama bu temyizin doğru yapılması gerektiği de doğrudur. “Bu adamlar zaten Müslüman değil, hepsi gavur, hakikat adına bana ne öğretebilirler ki?” veya “Bak pozitivizm demiş, pozitif yöntem demiş. Bunlar imanla, İslam’la bağdaşmaz. O zaman içinde pozitivizm kelimesi geçen her paragrafı, her kitabı, her düşünceyi toptan inkar edeyim.” denilirse elbette doğru bir ayrım, doğru bir temyiz, doğru bir eleme yapılmış olmayacaktır.

 

Geçmiş ulemamız ve aydınlarımız Batı’yla bir “mağlup” olarak karşılaştıklarında bu eleme ve ayrımı çok düz bir şekilde yapmışlardı. Evet, Batı karşısında sadece cephede değil aynı zamanda ekonomide, bilim ve teknolojide de mağlup olmuştuk. Bu da beraberinde eğitimden ekonomiye, yönetimden bilim ve sanata kadar pek çok alanda bir yenilenme cehdini getirmişti. Çünkü eski durumun bir işe yaramadığı net bir şekilde anlaşılmıştı. Bu da sadece askerî ve siyasi bir kriz değil, ekonomik, bilimsel ve hatta kültürel bir kriz demekti. Bu kriz ortamından kurtulmak için çeşitli fikirler ortaya atıldı. Bu fikirler ne kadar çeşitli olursa olsun üç başlık altında toplanabilir:

 

Birincisi; Batı bir bütündür. Kültürü, bilimi ve sanatıyla bir bütün halinde alınmalıdır.

 

İkincisi; Batı bir bütündür. Kültürü, bilimi ve sanatıyla bir bütün olarak reddedilmelidir.

 

Üçüncüsü; Batı bir bütün değildir. Bilimi ve teknolojisi alınabilir, diğer kültürü reddedilmelidir.

 

Birinci düşünceyi savunan kesim ile ikinci düşünceyi savunanlar arasında mantık açısından bir fark olmadığı açıktır. Herhangi bir ayrım yapma zahmetinde bile bulunmadan toptancı bir ret ve kabul arasında gidip gelen uç noktalardır bunlar. Üçüncü kesim ise görünüşe göre bir ayrım yapmıştır ancak bu ayrım da son derece yüzeysel kalmıştır. “Batının bilimini ve teknolojisini alalım, ahlakını-kültürünü almayalım.” şeklinde özetlenebilecek bir anlayıştır bu. Bu görüşün ayrıntılarına girdiğimizde bilim ve teknolojinin nötr bir olgu olduğunun az çok anlaşılabildiğini görüyoruz. Ancak “ahlak” ve “kültür” meselesinde doğu-batı ayrımının yapaylığı yanında kültürel bir kimlik olarak Müslüman olmanın aynı zamanda kâmil bir ahlak ve ideal bir kültürü de kendiliğinden oluşturduğu önyargısı hakimdir. Halbuki bu öneriyi yapan insanlar kendi okumaları ve incelemeleri çerçevesinde Batının pek çok alanda ahlaklı, halklarının çoğu Müslüman olduğunu iddia eden coğrafyaların insanlarının pek çok alanda ahlaksız olduklarını da görmüş ve ifade etmiş insanlardır. Burada ahlak kavramının göstergeleri olarak ister alkol ve zinanın yaygınlığını veya az rastlanmasını alın, isterseniz konuşunca doğruyu söylemek, emanete riayet etmek, söz verince tutmaya çalışmak gibi davranışları alın bu böyledir. 

 

Batının bilim ve sanatta daha ileri olduğu ancak ahlak konusunda bir çöküş içinde olduğu düşüncesi 19. yüzyıldan günümüze kadar hatalı bir ayrım, yanlış bir akıl yürütme olarak devam etmektedir. Ahlak kavramını din ile özdeş sayma, ahlakın kaynağını din zannetme, din ile ahlak arasında ayrım yapamama gibi bir mantıksal hata temeli de vardır bu yanlışlığın. Konuya aşırı savunmacı yaklaşma, kompleks geliştirme, karşı çıkmak için karşı çıkma gibi duygusal hatalar da buna eklenince mesele içinden çıkılmaz bir hal alabilmektedir. 

 

Bu bağlamda duygu ve düşünce sistemimize yeni bilgilerin ve yeni duyguların, yeni yorumların, yeni bakış açılarının girmesi gerektiği açıktır. Yeni bilgi ve yeni duygu da ancak bilgi ve duygu üreten kaynaklardan gelebilecektir. İslam alemi içinde ise yeni bilgi ve duygu üreten kaynaklar yok denecek kadar azdır. Olanlar ise yine İslam aleminin avam kesimine çalışmaktadır veya çok az ürün vermektedir. Elbette bunlardan da istifade edilmelidir ancak bunu bir dönüştürücü güç haline getirmek de lazımdır.

 

Her halükârda yeni bilgilere ve duygulara kapalı kalmaktansa hakikaten hüşyar bir şekilde zihni ve duyguları açarak imana ve İslam’a imanî açıdan direkt ve açık bir şekilde zarar vermeyecek her duygu ve düşünceye açık olmak daha anlamlıdır. Yoksa 12. yüzyıldan bu yana yaşanan zihinsel donukluk, duygusal durgunluk ve bu alanlardaki verimsizlik aynen devam edecek, yaşadıklarımız da tekerrür edecektir.

Bilim, İdeoloji ve Sosyolojiler

 

Baştan belirtelim ki gerçekten bilimsel olan önermeler kabul edilebilir önermelerdir. Bu kabul edilebilirlik vahyi kabul etmek gibi kesin ve kapsamlı bir kabul edilebilirlikle aynı anlama gelmez. Zaten bilimin veya bir konudaki doğru önermenin mahiyeti de değişime açık olmasıdır. Örneğin Newton’un kütle çekim teorisi Einstein’ın genel görelilik teorisi ile yanlışlanmıştır ancak bu yanlışlama tamamen çöpe atma, yok sayma şeklinde değildir. Bilimde işler böyle ilerlemez. 

 

Einstein, Newton’un kuramını daha ileri bir aşamaya taşımıştır. Zaten bilim dediğimiz şey de bir teorinin diğerini yanlışlamasıyla, yani o teorinin zayıf yönlerini ayıklaması, eksik kısımlarını tamamlaması ile ilerler. Burada “Newton’un teorisi tamamen yanlış, Einstein’ın teorisi tamamen doğrudur.” gibi bir durum söz konusu değildir. Einstein’ın genel görelilik teorisinin Newton’ın kütle çekim teorisinin yerini alması, Newton’un teorisinden daha açıklayıcı ve güçlü olması nedeniyledir. Bu, Newton’un teorisini tamamen kaldırıp atmamızı gerektirmez. Hatta Newton’ın teorisinin bazı yönlerden kullanılabildiği durumlar halen mevcuttur. Bilimin genel yapısı, mantığı ve sistematiği böyle işlemektedir.

 

İslami ilimlere baktığımızda ise örneğin “hadis usulü” dediğimiz hadisleri sahih, zayıf, uydurma gibi özelliklerine göre ayıran yöntemin Hicri 2. veya 3. asırdaki hâlleriyle donup kaldığını görürüz. Hadis usulü o vakitlerden sonra hemen hiç gelişmemiştir denilebilir. Bu da ideal bir durum değildir. Aksine, insanların hadis usulü üzerine çalışmadıklarını veya konuyu yeterince ciddiye almadıklarını göstermektedir.

 

Halbuki doğru bilginin mahiyeti değişerek gelişmektir. Bu gelişme;

 

-Eskisi biraz yanlışmış, şimdiki daha doğru

-Eskisi komple yanlışmış, doğrusu buymuş

-Şu şekilde ifade edilirse daha doğru olur

 

gibi biçimlerde olabilir. Bunların hepsi bir önceki bilgi birikiminin veya yöntem denilen yaklaşım tarzının yanlışlanmasıdır. Ancak yanlışlama kendi içinde tek bir bütünden ibaret değildir, görüleceği üzere farklı türleri ve biçimleri vardır. Bunları da ayırmak gerekir.

Bundan sonra “ideoloji” ve “bilimin ideolojisi” kavramları iyi bilinmelidir.

 

İdeoloji dediğimizde Türkçe konuşan ve düşünen insanların zihinsel sınırları ve alışkanlıkları içerisinde olumsuz çağrışımlar daha yoğun olabilir. Ancak ideoloji kavramı sosyal bilimler içerisinde ortak bir tanımı bulunmayan bir kavramdır. Kelime olarak idelerin, yani her türden bilinç olaylarının bilimi anlamına gelse de bu terim daha çok küçültücü anlamda, gerçekliği olmayan, soyut düşüncelere dayanan kuram(3) anlamında kullanılır. Tarihsel olarak da bir düşünce veya akımın rakip düşünce veya akıma karşı kullandığı bir silah, bir saldırı aracı olmuştur. 
 

Bu bağlamda bilim için “ideoloji” kavramını kullanmak bilimin kendisinin bir ideoloji olduğu anlamına gelecektir ki bu apaçık abes bir yakıştırma olur. Ancak bilimin kendi içinde bir ideoloji de taşıdığını, evrenin anlamlandırılmasına ilişkin metafizik ön kabullerinin olduğunu söylemek de her ne kadar ilkinden daha farklı bir iddia gibi görülse de aynı derecede abestir. Bilimin bir ideolojisi yoktur. Belli bir takım ideolojiler ve o ideolojilerin kullanıldığı yerler vardır. Bunların bilim hakkında görüşleri de vardır. Ayrıca bilimin yöntemi, uygulanması, yapısı ve işlevi hakkında felsefî sorgulamalar yapan “bilim felsefesi” adı verilen ayrı bir alan da vardır. Ancak bunların hiçbirisi bilim değildir. 

 

Evrenin oluşumuyla ilgili büyük patlama teorisini ele alalım. Bir noktada büyük bir patlama oldu, önce proton ve elektronlar oluştu. Daha sonra hidrojenler ve helyum oluştu. Bunlar zamanla yıldızları oluşturdu. Yıldızlar ölünce nova ve süpernovalar meydana geldi. Bunlardan da gezegenler oluştu. Bu hikaye tam bir evrim hikayesidir. Başta bir hücre vardı. Zamanla çok hücreli hale geldi. Oradan sürüngenler, omurgalılar oluştu hikayesi de bir evrim hikayesidir. 

 

Bu bağlamda “Kainat ezelidir.” veya “Kainatın bir başlangıcı vardır.” tezini savunanlara bakalım. Big Bang teorisi kainatın bir başlangıcı olduğuna atıfta bulunduğu için yine kainatın bir başlangıcı olduğunu savunan inananlar tarafından savunulan bir teori olmuştur. Diğer yandan inançlılar arasında insanın def’aten (tek bir defada) yaratıldığı düşüncesi bir şekilde yerleştiği için canlıların evrimi konusu daha çok ateistler tarafından ateizm lehine kullanılan bir teori olmuştur. Oysa her ikisi de fiziksel maddelerin ve canlıların bir noktadan başladıklarını, uzun yıllar içinde değişip geliştiklerini anlatmaktadırlar.

 

Dolayısıyla “Kainatın bir başlangıcı vardır.” tezi başka bir şeydir, Big-bang teorisi bu tezi destekler görünse de kendi başına başka bir şeydir. Aynı şekilde evrim teorisi başka bir şeydir, ateizmin “Dinler insanın tek bir defada yaratıldığını söylüyor ama bilim evrimle geliştiğini söylüyor, o hâlde dinler yanlıştır.” iddiası başka bir şeydir. Bilimsel önermeler insanların daha önceden seçtikleri pozisyonları haklılandırmak için birer gerekçe halinde kullanılabilmektedir. Bu kullanım da başka bir şeydir, bilimsel önermeler kendi başlarına başka bir şeydir. 

 

Filtrelemede Önemli Olan

 

Gerek İslami ilimlere gerekse Batı bilgisine dair okuduklarımızda bir filtreleme yaparken okuduğumuz şeyin bilinebilecek bir şeyden mi yoksa bilinemez bir şeyden mi bahsettiğini kavramak önemlidir. Çünkü yanlış ama yerleşmiş bir algı olarak İslami ilimlerin daha çok metafizik önermelerle, Batı bilgisinin ise daha çok pozitif ve bilinebilir önermelerle dolu olduğu zannedilir. Halbuki Batılı metinlerin içinde de bilinebilir bir konudan bahsediyor görünen ama aslında bilinemeyecek konulardan bahsettiği vaki olan kütüphaneler dolusu kitap, teori, görüş vardır. Tabii burada bilinebilirlik, epistemolojik anlamıyla deney, gözlem ve araştırma sonucu bilinebilirliktir.

 

Böyle bir ayıklama ya da filtreleme işlemi dini kitaplar, İslami ilimler için de gerçekleştirilmelidir. Özellikle zayıf veya mevzu hadisler için şöyle bir yanlışlık yerleşmiş durumdadır: “Enes bin Malik’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sav) … buyurmuştur.” kalıbını ele alalım. Hadisi senet yönünden incelediğimizde senet açısından içlerinde yalancı oldukları apaçık belli kişilerin olduğu da görülüyor. Bu hadisin sahih olarak kabul edilmesi bu durumda imkansızlaşıyor. Yani elimizde sahih olmadığı açıkça belli bir hadis var. Ama bu hadis için “zayıf” veya “mevzu” demeden önce “Enes bin Malik’in rivayet ettiği bir hadis” algısı yerleşmiş oluyor. Bu algı yerleştikten sonra da Enes bin Malik isminin ağırlığı ve çağrıştırdığı psikolojik atmosfer içinde “Bu hadis zayıftır, mevzudur.” demeye kalktığınız an Enes bin Malik’in aktardığı bir söz üzerine küstahça konuşulmuş gibi anlaşılıyor. Duygusal bir engel, gerçeğe ulaşmanın önüne set çekmiş oluyor.

 

Batı bilgisine dönecek olursak: Evet, her okuduğumuzda, dinlediğimizde karşılaşılan bilginin gerçekliğini ve doğruluğunu kontrol etmek elzemdir. Diğer yandan imanı korumak da önemlidir. İmanı koruyacağım derken mantık hatalarına, düşünce yanlışlarına düşmemek de önemlidir. Müslümanlar, kendi içlerinden çıkan bazılarının pozitif yöntemi reddetme hatasına düşmesi nedeniyle ciddi zararlara uğramışlardır. Bunu yaparken de imanlarını koruduklarını düşünmüşlerdir. Ancak imanı korumakla birlikte pozitif yöntemi bilimsel araştırmalar ve doğru bilgiye ulaşmak için kullanılabilecek bir yöntem olarak ele almayı, aralarında bir denge kurmayı düşünmemişler veya bir parça düşünseler de yaygın bir şekilde pratiğe dökememişlerdir. İmanı korumak adına iman zannedilen geleneksel düşünce ve hüküm çıkarma yöntemlerinin geliştirilmesine imkan vermeme gibi büyük, tarihsel bir hata da muhafaza edilmiştir. Bu hata halen de devam etmektedir.

 

Etkilenme veya Karizmatik Yazar Etkisi

 

Bazen okuduğumuz isimlerin büyüklüğü ve önemi onların zihnimizdeki imajlarını karizmatik bir yere yerleştirebilir. Karizma kavramının siyasi ya da dini liderlikteki anlamı burada da söz konusu olabilir ve ilgili yazarlar zihnimizde karizmatik bir kimliğe bürünebilirler. Böyle olunca da o yazar bizim için artık büyüsel özelliklere sahip, her yönüyle erişilmez bir konumda bulunan düşünsel bir lider halini alır. Böylece bu yazarla sadece yazılı eseri üzerinden zihinsel bir bağ kurmakla kalınmaz, duygusal bir bağ da geliştirilir. Bu her zaman ve her durumda yanlış değildir ancak bir yazarla böylesi bir bağ kurmanın sonraki pek çok yanlışın ilk adımı olabileceği de unutulmamalıdır.

 

Hangi yazar veya hangi kitap, üzerinde çalışılan hangi konu olursa olsun daha açık ve dikkatli olmak, önceden bildiğimizi zannettiğimiz, doğruluklarından emin olduğumuz fikirlerden o kadar da emin olmamak, yeni şeyler öğrenmeye açık bir halde bulunmak, zihnimizi bir radar gibi havada-çevrede dolaşan yeni bilgilere ve düşüncelere ayarlamak, bunların üzerine de mantıklı cümlelerle mantıksızlar arasındaki farkları ayırt edebilmek, okunulan kişinin sadece kitaplarını değil kendisini de az çok tanımış olmak, onun neyi bilebileceğini ve neyi bilemeyeceğini, daha doğrusu yazdıklarının ve söylediklerinin içinde hangilerinin gerçekten bilinebilir hangilerinin bilinemez şeyler olduğunu, hangilerinin bilimsel ve mantıklı bir önerme, hangilerinin metafiziksel, doğrulanamaz veya yanlışlanamaz önermeler olduğunu fark edebilme…

 

Asıl faydalı olacak şeyler bunlardır. 

 

Başka türlüsü yanlış bilgi ve düşüncelere karşı savunmasız, dikkatsiz, özensiz durmamız anlamına gelecektir. 

 

Daha önce de örneği geçtiği üzere, bir göz doktorunun enfeksiyon hastalıkları hakkında söylediklerinin -eğer o alanda özel bir araştırması ve çalışması, hatta uzmanlığı yoksa- çok bir anlamı olmayacaktır. 

 

Aynı şekilde falanca meşhur şarkıcının Tanrının varlığına inanmaması ile çok ünlü ve karizmatik bir fizikçinin Tanrının varlığına inanmaması arasında bir fark da yoktur. Her ikisinden de bu konuda etkilenmek zihinsel ve duygusal olarak gelişmemişlik ifadesidir.

 

Pozitivist Yöntemin İslami İlimlerde Kullanılabilirliği

 

Öncelikle pozitivizmin tek bir yapı, tek bir bütün olmadığını anlamak gerekiyor. Pozitivizm bir araştırma yöntemi olmasının yanında bir dünya görüşünü açıklamak için de kullanılan bir terimdir. Bu durumda pozitivizm kavramının tek bir şeyi ifade etmediği ortaya çıkmaktadır. Pozitivizm bir araştırma yöntemi olarak kullanılması durumunda verimli sonuçlar üreten bir zihinsel tavır ve araştırma teknikleri bütününü ifade eder. Ancak bir dünya görüşünü, bilgi, varlık, gerçeklik ve hakikat hakkında zihinsel ve duygusal bir duruş, hatta bir değerler yargısı bütünü olarak ele alındığında ise bir anda metafizik bir kavram hatta bir ideoloji haline dönüşür. Bu noktada pozitivizmin sadece bir araştırma yöntemi olarak kullanılabilirliği üzerinde durduğumuzu vurgulamak isteriz.

 

Bu durumda Hz. Aişe’nin (ra) evlilik yaşının 9 olmasını kabul edip de bu verili durumu delil kabul ederek her dönem için kadınların 9 yaşında nikahlanabileceği yönündeki fetvaların da tartışmaya açık oldukları sonucu ortaya çıkacaktır. 

 

Sonuçta İslami ilimlerin yeniden ele alınmasında pozitivistlerden de hatta ateistlerden de öğrenebileceğimiz ve uygulanması durumunda verimli sonuçlar alabileceğimiz yöntemler olabilir. Yeter ki doğru ayrımları yapabilme, Allah’ın insanlara doğuştan bahşettiği kabul edilen temyiz kudretini kullanabilme, imanımızı muhafaza etme hassasiyeti yanında yeni bilgilere ve yöntemlere de açık olma şartları yerine getirilebilsin. Aksi halde yüzyılların birikimi olan cehalet, zihinsel donukluk, bir türlü yeterince açılamayan içtihat kapısının önünde bekleme, halen 14.-15. yüzyıldan kalma sorunlarla uğraşmaya devam etme gibi abeslikler devam edecektir.

 

Evet! İslami ilimlerde de sistemimize yeni bilgiler, yeni duygular, yeni yöntemler girmelidir. Yenilenme gayreti veya yeniden canlılık ruhu kazanma da yeni bilgilere, yeni bakış açılarına bağlı bir meseledir.

 



1 ) Müslim, Zikir 86

2 ) Müslim, Zekat, 142-148
3 ) Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s. 98. TDK Yayınları, 1979