


Hadislerin Güvenilirliği | Tek Parça
Soru: Hadislerin güvenilirliği hakkında oldukça farklı görüşler var. Bazı kimseler hadislerin güvenilmez olduğunu öne sürerken, bazıları ise hadislerin neredeyse matematiksel bir kesinliğe sahip olduklarını ifade ediyorlar. Bu görüşlerini desteklemek için de farklı senetlerle ve yollarla bize ulaşmış hadisler arasında yalnızca çok küçük harf, hareke, noktalama veya kelime farklarının bulunduğunu savunuyorlar. Hadisler gerçekten de matematik gibi formüle edilebilen bir ilim dalı mıdır?
Cevap: Öncelikle “matematiksel kesinlik” kavramından hareketle, matematiğin doğasına biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
Matematik, Diğer Bilimler ve Kesinlik Kavramı
Matematik, diğer bilim dallarından oldukça farklıdır ve kesinlik üzerine kurulu farazi bir dünyada işler. Ancak bu kesinlik, reel dünyadaki gerçekliklerle birebir örtüşmez. Matematikte ispat yöntemleri tamamen farklıdır ve çoğu zaman %0 ya da %100, yani "yanlış" ya da "doğru" gibi mutlak bir çerçevede işler.
Fizik, kimya veya biyoloji gibi bilim dallarına baktığımızda ise durum biraz daha farklıdır. Fizik ve kimya, reel dünyaya ait belirli varsayımlarla çalışır. Örneğin, hava direnci olmayan bir ortamda serbest bırakılan bir cismin, 9.81 m/s²'lik yerçekimi ivmesiyle düşeceği öngörülür. Bu durum, cismin ağırlığından bağımsız olarak gerçekleşir ve pratikte güvenilir sonuçlar verir. Ancak bu hesaplamalar, belirli varsayımlar altında geçerlidir ve reel dünyanın karmaşıklığını tam anlamıyla yansıtmaz.
Bu noktada, bilimsel hesaplamaların varsayımlar üzerine kurulu olduğunu anlamamız önemlidir. Bu varsayımları espirili bir dille anlatmak için ifade edilen "küre şeklinde homojen bir tavuk" örneğini ele alalım. Normalde tavuklar küresel veya homojen değildir, fakat bir problemi doğruya yakın kesinlikte ve kolay yoldan çözebilmek için bu varsayımı yapmak gerekebilir. Tavuğun gerçekte organlarının ağırlık dağılımı, şekli veya homojen olmama gibi unsurlar göz ardı edilerek hesaplamalar yapılır. Bu tür bir yaklaşım, teorik bir çerçevede sonuç verirken, reel dünyadaki detaylar elbette daha karmaşıktır.
Konumuza tekrar dönelim. "Kelebek etkisi" olarak bilinen bir kavram vardır. Bu kavram, doğa kanunları kesin olmasına rağmen, bu kanunların sonuçlarının ölçülebilir doğrulukta kesin olmadığını ifade eder. Yani sistemler, başlangıç koşullarındaki ufak değişikliklere karşı oldukça hassastır. Örneğin, sıcaklık ölçümü yaparken 23 derece ile 23,0001 derece arasında fark olması, hava tahmini gibi durumlarda sonuçları dramatik şekilde etkileyebilir. Hava tahmininde beş gün sonrasına dair “güneşli” veya “fırtınalı” olacak gibi iki farklı ihtimalle karşılaşabiliriz. Sisteme 23 derece girdiğinizde hava güneşli gözükürken, 23,0001 derece girdiğinizde havanın bulutlu olacağı sonucu çıkabilir. Meseleyi basitleştirerek anlatmaya çalıştığımız için bu tarz örneklere başvuruyoruz. Doğa kanunları deterministik olsa da birbirlerine bağımlılıkları ve sistemin diferansiyel denklem türünden olması nedeniyle geleceği kesin olarak hesaplamak veya öngörmek mümkün değildir.
Fiziğin kuantum boyutunda, örneğin bir proton ya da elektron gibi parçacıklar, somut bir "top" gibi değildir. Elektron, var olmayan fakat belirli bir olasılık bulutu içinde yer alan bir varlıktır. Bu bulutu, 8 rakamının 3 boyutlu şekli gibi düşünebilirsiniz. Elektron, bu şekil içerisinde daha çok bulunma olasılığına sahip bir noktada yer alır, ancak başka bir yerde de bulunabilir. Kütlesi ve hızı ise tam bir kesinlikle belirlenemez. Bu belirsizlik, olasılıklara dayalı bir bilim anlayışını ve ihtimal hesaplarını ortaya koyar, bu da bilimin farklı bir türünü oluşturur.
Bir de doğrudan günlük hayatla ilgili bilimlerden söz edelim. Örneğin, bir hastalığınız vardır ve burnunuz akmaktadır. Doktor, size antibiyotik yazıp yazmamaya karar verecektir. Bu karar, hastalığın bakteriyel ya da viral olup olmamasına bağlıdır. Eğer bakteriyel bir hastalık varsa antibiyotik verilir ve genellikle %80 oranında üç gün içinde iyileşme sağlanır. Ancak %10’luk bir grup, üç haftaya kadar iyileşmeyebilir. Görüldüğü gibi, tıpta da kesinlik yoktur. Sağlıkla ilgili kararlar da yüksek olasılıklar üzerinden alınır.
Bu örneklerden yola çıkarak şunu ifade etmek istiyoruz: İnsanların matematiksel olarak “İki kere iki dört eder.” kesinliğinde bir bilgiye rastlama beklentisi, doğa bilimlerinde her zaman karşılanamaz. Farklı bilim dallarının kesinlik dereceleri farklıdır ve hatta fiziğin kendi içinde bile kesinlik düzeyleri birbirinden ayrılır.
Sosyal Bilimlerde Durum
Sosyal bilimlerde bu kesinlik beklentisi karşılanması daha da zor bir hâle gelir.
Sosyal bilimlerden olan tarihsel bilgilere gelince... Örneğin, Napolyon’un boyunun uzun mu kısa mı olduğu ya da Varna Savaşı’nda tarafların asker sayılarının tam olarak kaç olduğu gibi sorulara baktığımızda, elimizdeki bilgiler genellikle çelişkilidir. Farklı kaynaklar, tarafların asker sayısını çok farklı şekilde verir: Bir kaynak bir ordunun sayısına 10 bin derken, diğeri 30 bin, bir başkası ise 100 bin gibi rakamlar ortaya koyabilir. Karşı taraftan olan (sözgelimi Müslüman ve Hristiyan) kaynaklar arasındaki farklılıklar da bu tür çelişkileri artırır. Bazen taraflar, kendi kahramanlıklarını öne çıkarmak için “Biz çok azdık ama kazandık.” derken, bazen de ordularını ihtişamlı göstermek için “Biz 200 bin kişiydik, onlar sadece 50 bin kişiydi.” gibi abartılı iddialarda bulunurlar. Ek olarak, tarihçilerin sayıları 40.000 veya 70.000 gibi sayılara yuvarladığını da sıklıkla görebiliriz. Sonuç olarak, tarihsel bilgiler ve kaynaklar da her zaman kesin sonuçlara ulaşmamıza imkân tanımaz.
Günümüzde bile bu tür hesaplar tam kesinlik içermez. Örneğin bir mitinge kaç kişinin katıldığını öğrenmek için fotoğrafları inceleyip metrekare hesapları yaparız. Ancak bu yöntemle bile sadece yaklaşık bir sonuç elde edebiliriz: “25 bin ile 30 bin arasında bir katılım var.” diyebiliriz. Tarihte ise bu tür kesinlikler daha da azdır, çünkü o dönemlerde bugünkü hesaplamaların yapıldığı aletlere erişim mümkün değildir.
Hadislerin Doğruluğunun Kesinliği
Hadislerin doğruluğu konusunda matematiksel bir kesinlikten bahsetmek büyük bir hata olur. Hadisler tarihsel bilgilerle benzerlik gösterir. Örneğin, Bedir Savaşı'ndaki Müslümanların asker sayısıyla ilgili kaynaklarda farklı sayılar verilmiştir. Bir kaynak 313 kişi derken, bir diğeri 305, bir başkası 333 kişilik bir liste sunmuştur. Bir başka kaynak ise katılanların 270 kişisinden emin olduğunu ancak kesin emin olamadığı kimseler de bulunduğunu ifade etmiştir. Bu farklılıkların nedenlerinden biri, liste hazırlayanların isimleri karıştırması olabilir. Mesela iki tane Enes bin Abdullah vardır da dedelerinin ismi farklıdır. Ya da bir kişi kendi ismiyle değil, lakabıyla veya babasının ismiyle biliniyor olabilir.
Örneğin Abdullah İbn Übey İbn Selûl'ün asıl adı Abdullah’tır, ancak babasının adı Übey olduğu için daha çok "Übey İbn Selûl" olarak anılır. Bu tercihte, münafık bir kişiye Abdullah gibi anlamlı bir isimle hitap etmek istenmemesi gibi sebepler etkili olabilir. İşte bu tür karışıklıklar, hadis kaynaklarında ve tarihsel bilgilerde kaçınılmaz olarak yer alır.
Diğer sosyal bilim dallarında olduğu gibi iktisatta da durum benzerdir. Örneğin para arzını artırmanın sonuçları konusunda farklı teoriler ve uygulama sonuçları görülebilir. Bir ekonomist, bunun enflasyonu artıracağını savunurken, bir diğeri ekonomik büyümeyi teşvik edeceğini iddia edebilir. Bu yorumlar, yalnızca bilimsel verilere değil, aynı zamanda politik karar alıcıların tercih ve inançlarına da bağlıdır. Sosyal bilimlerde mutlak bir doğruluk beklemek mümkün değildir.
Hadisler ise konu din olsa da sosyal bilimlerle benzer bir doğaya sahiptir. Hadis ilminde de sözlü aktarımın ve yorumlamanın bir sonucu olarak, farklı görüş ve anlayışlar ortaya çıkabilir. Ancak bu, karar almayı tamamen imkânsız hale getirmez. Örneğin, çok önemli bir sağlık sorunu karşısında, farklı doktorlardan alınan farklı teşhisler ve tedavi önerileri ile karşılaşabilirsiniz. On doktora danıştığınızda, yedisi bir görüşte, ikisi başka bir görüşte olabilir ve bir tanesi tamamen farklı bir görüşe sahip bulunabilir. Bu durumda karar verirken, uzmanların eğitim geçmişi, deneyimi, ilaçların yan etkileri ve hastanın genel durumu gibi birçok faktörü değerlendirmek gerekir. On doktorun onunun da tüm teşhis ve tedaviyle ilgili aynı görüşte olduğu bir senaryoyu bulmak genellikle mümkün değildir.
Yukarıda verdiğimiz Varna Savaşı'na katılan asker sayısı örneğinde olduğu gibi, tüm Orta Çağ savaşlarında orduların büyüklüğüne dair farklı rivayetler bulunur. Bu farklılıklar her zaman kötü niyetle sayıların abartılması, böbürlenme çabası ya da savaşı daha ihtişamlı gösterme amacından kaynaklanmayabilir. Bunun yerine, metodolojinin olmaması, sabit ve standart sayım yöntemlerinin gelişmemiş olması, bazı sayılara yuvarlamanın gelenekselleşmesi gibi sebeplerden de doğabilir. Bu sorun, Hz. Peygamber dönemindeki savaşlar için verilen asker sayılarına dair bilgilerde de kendini gösterir.
Bir rivayete göre Medine'deki Akabe'de biat edenler arasında yer alan altı gençten bahsedilir. Bunlar, ilk biat eden gençlerdir. Ancak bir başka rivayete göre bu gençlerin sayısı yedi olarak belirtilir. Burada, altı mı yedi mi kişi oldukları konusunda rivayetler arasında farklılık vardır. Rivayetlerden ikisinin de ravilerinin güvenilirlikleri yüksektir ve bunlardan birini diğerine tercih etmemizi gerektirecek bir sebep yoktur. Bu tür rivayetler değerlendirilirken, mutlak bir kesinlik beklemek hata olur.
Hadis veya siyer de dahil olmak üzere tarihsel bilgilerin aktarımında ve değerlendirilmesinde bu tip sorunlar varken, hadisler için “matematiksel kesinlik” iddia etmek ciddi hatalara neden olur. Tarih, sosyal bilimler ve hatta tıp gibi alanlarda kesinlikten ziyade ihtimaller ve yorumlar ön plandadır. Matematik gibi “farazî” değil gerçek olanla ilgilenen bilim dallarında “İki kere iki dört eder.” kesinliğinde bilgiler istemek dünya hayatını ve onun kanunlarını bilmemek demektir. Böyle bir beklenti içinde olanlar eğer mutlak doğruya ulaşabileceklerini düşünüyorlarsa büyük ihtimalle sadece tek bir kaynağı okumuş, diğer görüşlere kapalı kalmışlardır. Her konuya farklı açılardan yaklaşmak ve farklı yorumları da hesaba katmak gerekir.
Hadisler ve Kesinlik
Hadis rivayetleri gerçekliği inşa etme açısından, matematiksel kesinlik bağlamında değil, rivayetin sıhhati ve güvenilirliği temelinde değerlendirilir. Hz. Peygamber’in (sas) hayatı ve sözleriyle ilgili rivayetler; ses kaydı, fotoğraf veya videonun bulunmadığı bir döneme aittir. Bu tür delillerin olmadığı dönemlerden, insanlar tarafından anlatılan ve aktarılan bilgiler arasında en güvenilir olanlar, Efendimiz’in (sas) hadisleri ve siyer kaynaklarıdır.
Bununla birlikte, sosyal bilimlerde herhangi bir olayın tam olarak ne zaman gerçekleştiğine dair farklı rivayetler olabilir. Bu durum, rivayetlerin doğasında bulunan çoklu anlatımların ve yorumların doğal bir sonucudur. Dolayısıyla, mutlak bir kesinlik aramaktan ziyade, rivayetlerin birbiriyle karşılaştırılması ve bağlam içinde değerlendirilmesi gerekir.
Rivayetlerdeki farklılıkları daha iyi anlamak için şu örneği ele alalım: Bir kişi pazartesi öğlen yola çıkıp salı öğlen bir kasabaya varırsa, bu yolculuk kaç gün sürmüştür? Matematiksel olarak bir gün diyebilirsiniz. Ancak başka bir tarihçi, pazartesi ve salı günleri yolda geçtiği için bu yolculuğun süresine iki gün diyebilir. Aynı olayla ilgili başka bir rivayet ise kişinin yola pazartesi çıktığını ve çarşamba öğlen vardığını ifade edebilir. Burada bir gün, iki gün veya üç gün gibi farklı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Bu, rivayetlerin güvenilmezliğini değil, rivayetler arasındaki uzlaşmazlıkların nasıl ortaya çıktığını ve nasıl yorumlanabileceğini gösterir.
Benzer durumlar Peygamber Efendimiz’in (sas) hayatıyla ilgili rivayetlerde de görülür. Mekke'nin fethi için Medine'den Mekke'ye yapılan yolculuğun 16 ila 18 gün sürdüğü belirtilir. Bu tür farklılıkların nedeni, o dönemde metodolojinin ve sayı sistemlerinin tam anlamıyla gelişmemiş olmasıdır. Rakamların ve standart hesaplama yöntemlerinin bilinmediği bir çağdan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Roma rakamları gibi sınırlı ve iptidai sistemler bile o dönemde yoktur. Bu durum, rivayetlerdeki farklılıkların anlaşılabilir bir nedeni olarak karşımıza çıkar.
Geçmiş dönemlerden bahsederken Hz. Aişe’ye (rh.a) atfedilen bir söze değinmek istiyoruz. Hz. Aişe validemizin “Kadının hamilelik süresi iki yıldan, bir kirmen (yün eğirme aleti) gölgesi kadar bile fazla olamaz.”1 dediği rivayet edilir. Bugün için bunu okuyan bazı insanlar “İki sene hamilelik mi olur? Hamilelik genellikle dokuz ay, en fazla on aydır. Çok nadiren on bir aya kadar uzayabilir.” diye düşünebilirler. Ancak Hz. Aişe’nin (rh.a) bu sözünü anlamak için geçmiş dönemlerin zaman algısının farklı olabileceğini dikkate almamız gerekir. Örneğin bir kadın 2023 yılında hamile kalmış ve 2024 yılında doğum yapmışsa bazı insanlar bu hamileliğin süresini iki yıl olarak ifade ederlerdi. Zira o kadın iki farklı senenin içerisinde hamilelik dönemini yaşamış olurdu. O çağların bilgi ve hesaplama yöntemlerine göre bu tür bir hesaplama gayet normaldir.
Günümüzle İlgili Bir Durum
Şu noktayı da özellikle vurgulamalıyız: Günümüzde hadisle ilgili çalışmalar yapan ilahiyatçıların büyük çoğunluğunun, ne yazık ki sayısal konular veya kronoloji üzerine yeterli eğitimi almadıkları görülmektedir. Bunun yerine genel bir ilahiyat eğitimi almış, ancak kronolojik analiz konusunda derinleşmemiş kişiler bu alanda çalışmalar yapmaktadır. Halbuki, hadislerin doğru anlaşılması ve yorumlanabilmesi için kronoloji büyük önem taşır. Bu alanda uzmanlaşmış; tez, yüksek lisans veya doktora düzeyinde derinlemesine araştırmalar yapmış kişilere ihtiyaç vardır.
Konu takvim düzenlemelerine geldiğinde de benzer durumlarla karşılaşmaktayız. Örneğin, Araplar arasında hicri aylara eklemeler yapılırdı ve buna “nesî” denirdi.(2) Bunun sebebi, ay takvimini güneş takvimine uydurma çabasıydı. Malum, bir yılda 12 ay vardır ama ay takvimi kullanıldığında yıl 355 gün sürmektedir. Güneş yılı ise 365 gün sürer. Bu durumda aylarda kaymalar olur. Bu durum, tarım faaliyetleri veya belirli mevsimlerdeki işler için sorun oluşturabilmektedir. Örneğin, belirli bir ayda rahat yolculuk yapmayı veya tarım işlerini planlamışsanız, aylar kaydığında bu düzen bozulmaktadır. Bu nedenle, eski çağlardaki birçok medeniyet - Romalılar, Mısırlılar, Yunanlar, Babilliler, Yahudiler vb. - ay takvimine eklemeler yaparak bu kaymayı dengelemeye çalışmıştır. Hatta Hristiyan dünyasında da buna benzer düzenlemeler hâlâ devam etmektedir. Günümüzde Hristiyan takviminde bazı önemli bayram ve yortular ay ve güneş takviminin uyumuna göre belirlenir.
Bazı tarihçiler, Arapların bu eklemeleri rastgele yaptığını iddia eder. Ancak bu tür bir düzenlemenin hiçbir amaca hizmet etmediğini söylemek mantıklı değildir. Çünkü teknolojinin gelişmediği ilkel sayılabilecek zamanlarda bile insanlar mevsimsel şartlara ve ihtiyaçlara göre takvimlerini düzenlemek zorundaydı. Örneğin, Ramazan ayının yazın uzun günlere ya da kışın kısa günlere denk gelmesi gibi durumları hepimiz bilmekteyiz. Okulların açılıp kapandığı mevsimleri de Ramazan ayına göre düzenlemek bu sebeple çeşitli zahmetlere neden olabilecektir. Dolayısıyla, ay takvimini kullanan toplumlar, gerçek dünyanın şartlarına uyum sağlamak için bu tür düzenlemeler yapmak durumunda kalmıştır.
Sonuç olarak, tarih boyunca takvim düzenlemeleri ve rivayetlerdeki farklılıklar, o dönemlerin bilgi ve teknoloji düzeyine göre şekillenmiştir. Bu tür meseleleri değerlendirirken dönemin şartlarını göz önünde bulundurmak çok önemlidir.
Sosyal Bilimlerdeki Yetersizlikler
Geçmişteki insanların, o dönemin şartlarına göre beklenen bilgi eksikliklerinin yanında sosyal bilimlerde mevcut olan genel mantık yetersizliklerinden de bahsedebiliriz. Bu durum, dini ilimlerde de görülebilmektedir. Genel bilgi eksikliği, matematiksel düşünceye vakıf olamama, makuliyet yoksunluğu gibi sebeplerle bazı problemler ortaya çıkabilmektedir. “Bilim” dediğimiz olgu kavramlar, mantıksal düşünce ve analitik yöntemlerle ciddi seviyede ilişkilidir ve ilahiyatçılar da bu alanlarda kendini yetiştirmelidir.
Bu tarz meseleler sadece matematiksel düşünce ile değil aynı zamanda dil kavramı ve dil mantığıyla da ciddi ölçüde ilgilidir. Örneğin, geçmişte bir insanın söylediği bir sözü ele alırken, o sözü her zaman doğrudan sözlük anlamıyla değerlendirmek yanlış olacaktır. Çünkü bir sözün deyimsel hali, konuşmanın akışı, hatta sorulan soruya verilen cevabın bağlamı gibi unsurlar da göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak bu tür detaylara tam manasıyla dikkat eden ilahiyatçılara rastlamak oldukça zordur. Nadir bazı kişiler bu konulara özen gösterir. Örneğin bir emir kipinin kullanılması, her zaman o ifadenin kesin bir emir olduğunu göstermez; bazen o ifade tavsiye manası da taşıyabilir.
Gerçek bilimlerin gerçek eksikleri göz önünde bulundurulduğunda şöyle bir tabloyla karşılaşırız: Fotoğraf, film veya ses kaydı gibi araçların olmadığı dönemlerden günümüze ulaşan bilgiler içinde, en iyi gerekçelendirilmiş, en fazla ispatlanabilir ve en net ilim alanı hadis ilmidir. Hadisler hem sosyal bilimlerle hem de tarihsel analizlerle iç içedir. Hadisler metin analizi, bağlamsal değerlendirme ve mantık çerçevesinde ele alınmalıdır.
Hadis İlminde Matematiksel Yaklaşımlar
Hadis ilmini anlamak için bazen matematiksel yaklaşımlar da faydalı olabilir.
Tüm rivayetleri bir grafik şeklinde ele aldığınızda, bu grafik genellikle döngü içermeyen, ancak tam olarak "ağaç" (tree) olarak da nitelendirilemeyen bir yapıya sahip olacaktır. Matematiksel olarak bu tür yapıların tek bir adı yoktur ancak bir grafik teorisi yaklaşımıyla ele alınabilirler.
Bu bağlamda en kısa yol algoritmaları gibi matematiksel yöntemlerin, hadislerin analizinde ve rivayet zincirlerinin değerlendirilmesinde kullanılabileceği durumlar vardır. Bu yöntemler, bazı bilgilerin daha iyi anlaşılmasını ve kavranmasını sağlayabilir.
Cenab-ı Hak’tan matematik gibi dalları hadis gibi ilimlerde kullanacak nesilleri bizlere bahşetmesini dileriz.
Hadis Rivayetlerine Güven
Hadis rivayetlerine genel anlamda güvenebiliriz. Ancak bu konuda gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta vardır. Ne yazık ki, bazıları bu meseleyi yüzeysel bir şekilde ele almakta ve derinliğine inmeksizin geçiştirmektedir.
Bunu daha iyi kavrayabilmek için tarihsel bir örnek üzerinden düşünelim. Kültigin veya Tonyukuk hakkında nasıl bilgi sahibi olduğumuzu hatırlayalım. Elimizde yalnızca birkaç dikili taş ve yazıt bulunsa da, asıl bilgiler Çin kaynaklarındaki arşivlerden gelmektedir. Burada önemli olan nokta şudur: Bu bilgileri, Çinlilerin kendi tarihlerinden aktarılanlarla sınırlı olduğunu bilerek yorumluyoruz.
Benzer bir durumu Peygamber Efendimiz’in (sas) sözleri için düşünelim. Efendimiz’in (sas) ne zaman, hangi bağlamda bir söz söylediği ya da söylemediğine dair bilgimiz, bütünüyle rivayetlere dayanmaktadır. Bir ayetin hangi olaydan sonra nazil olduğu veya bir olayın hangi zaman diliminde gerçekleştiği gibi detayları da yine bu rivayetlerden öğreniyoruz.
Öte yandan, o dönemin dilini anlamak da son derece önemlidir. Arap şiirinde ve günlük konuşmalarda kelimelerin nasıl kullanıldığını bilmeden, rivayetlerin tam anlamıyla kavranması mümkün değildir. İşte bu iki sebepten dolayı, o döneme ait rivayetleri dikkate almak bir zorunluluktur. Tekrar vurgulamak gerekirse, bu rivayetler olmadan ne Kur’an’ı derinlemesine anlamak ne de Efendimiz’in (sas) hayatına ve mesajlarına vakıf olmak mümkündür.
Efendimiz’in (sas) ahkâm, ahlâk, ibadet ve ahiret konularındaki sözleri, senet zinciriyle bize ulaşmıştır. Tarihsel kayıtlarda genellikle bir kişinin ne zaman, nereye gittiğini veya hangi olayın ne zaman yaşandığını bulabiliriz. Ancak hadis ilmindeki senetler, bundan çok daha sağlam ve titizdir.
Örneğin, Bedir Savaşı’nı ele alalım. Efendimiz’in (sas) bu savaşa katıldığı kesin bir gerçektir. Yaklaşık 300 Müslüman ve 900 müşrikten oluşan iki ordu karşı karşıya gelmiştir. Katılımcı sayılarında ufak tefek ihtilaflar olabilir ancak Bedir Savaşı’nın gerçekleştiği gerçeği tartışılmazdır.
Öyleyse Efendimiz’in (sas), Bedir ashabını Müslümanların en faziletlileri arasında saydığı ve Cebrail’in (as) de Bedir Savaşı’na katılan meleklerin en hayırlıları olduğunu bildirdiği hadisi (3) kategorik olarak reddedip, aynı zamanda Bedir Savaşı’nın yaşandığını kabul eden bir kişi kendi içinde çelişkiye düşmektedir.
Burada akıllara şu soru gelebilir: “İnsanların bazı ahkâm hadislerini uydurmak için bir sebepleri olabilir ama diğer rivayetleri uydurmaya gerek yoktur.” Bu görüş, eksik bir bakış açısını yansıtır. İnsanlar, dini hükümler dışında da kendi düşünce, inanış ve çıkarlarına uygun rivayetler uydurmaya meyillidir. Evliya menkıbelerinde de bu durum açıkça görülmektedir.
Günlük yaşamdan bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’deki bazı şehir isimlerinin kökeniyle ilgili pek çok efsane ortaya atılmıştır. Mesela, Konya’nın adının kaynağı için şöyle bir hikâye anlatılır: Horasan’dan Anadolu’ya gelen iki evliya, şehrin bağ ve bahçelerle dolu yeşilliklerine hayran kalır; biri “Buraya konalım mı?” derken, diğeri “Kon ya!” diye karşılık verir. Bu nedenle şehrin adının Konya olarak kaldığı anlatılır. Benzer şekilde, “Anadolu” isminin, su sağlayan yaşlı bir kadına bardaklarını uzatan ve “Ana! Dolu!” diyen Türk askerlerinden kaynaklandığına dair bir efsane bulunmaktadır. Halbuki, Konya “İkonia” kelimesinden, Anadolu ise “Anatolia” kelimesinden türemiş olup, bu kökenler Yunanca veya Rumcaya dayanmaktadır. İnsanlar, “Bilmiyoruz!” demek yerine böyle hikayeler uydurmayı tercih ederler.
Aynı durum tarihsel olaylar için de geçerlidir. İnsanlar, inançları ve çıkarları doğrultusunda tarihsel olayları ve rivayetleri istedikleri yönde çarpıtabilirler.
Peygamber Efendimiz’in (sas) dönemine baktığımızda, o dönemi belgeleyen yazılı kaynakların oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Tıpkı eski Türklerin tarihini öğrenmede Çinlilerin kayıtlarına veya taş yazıtlarına başvurulması gibi, Efendimiz’in (sas) yaşadığı döneme ait elimizde çok az yazılı materyal bulunmaktadır. Zira o dönemde yazılı kültür değil, sözlü kültür hakimdi. Siyer bilgilerini tamamen bağımsız yazılı kaynaklara dayandırmak mümkün değildir, şart da değildir. Bu nedenle, siyere dair bilgilerimiz büyük ölçüde rivayetlere dayanmaktadır.
Ahkâma dair hadisleri reddedip siyerle ilgili rivayetleri kabul etmek bir çelişkidir. Siyer bilgileri de rivayetler yoluyla bize ulaşmıştır. Örneğin, “Bir zat vardı, yaklaşık 10-15 yıl Mekke’de yaşamış, ardından 10 yıl kadar Medine’de yaşamıştı.” diyorsanız, aslında bir siyer rivayetini ya da tarihsel bir rivayeti kullanıyorsunuz demektir.
Haşr Suresi’nde yer alan ayeti ele alalım:
“O, kitap ehlinden inkâr edenleri ilk toplu sürgünde yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacağını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını düşünmüştü. Fakat Allah’ın emri onlara beklenmedik bir şekilde geldi. O, yüreklerine korku saldı; öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle hem de müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey basiret sahipleri, ibret alın.” (4)
Eğer bu ayette kastedilen grubun Beni Nadir Yahudileri olduğunu ileri sürüyorsanız, yine hadis veya siyer rivayetlerini kullanıyorsunuz demektir.
Benzer şekilde, ilk nazil olan ayetlerin Alak Suresi’nin ilk beş ayeti olduğuna dair söylem de bir rivayete dayanır. Hatta “Mekke dönemine ait kısa surelerin belirli bir üslubu ve çarpıcılığı vardır; bu sureler Mekke’de, diğerleri Medine’de inmiştir.” diyorsanız, yine hadis rivayetlerine başvurmuş olursunuz.
Sonuç olarak, “Ben hadisleri tamamen reddediyorum.” diyen ve hadislerle diğer rivayetleri kategorik olarak reddeden bir kişinin İslam hakkında konuşacak hemen hiçbir temeli kalmaz. Bu, mantıksal olarak açık bir gerçektir. Ancak dini konularda görüş bildiren bazı kişiler, bu gerçeği görmezden gelerek “Neden bu böyle? Niye öyle olsun?” gibi sübjektif ve temelsiz iddialarda bulunurlar.
Hadis İnkarcılığının Nedenleri ve Sonuçları
Hadisleri ya da genel anlamda rivayetleri tamamen reddetmek çoğunlukla genel eğitim eksikliği, mantığın temel ilkelerini anlamama, yetersiz anlayış düzeyi gibi nedenlere dayanır. Bu da birçok insanın yanlış anlamalara ve eksik yorumlara kapılmasına neden olmaktadır. Bazı şeyleri bilmemek, onlar üzerine yeterince araştırma yapmadan çıkarımlarda bulunmak veya mantığın temel ilkelerini gözetmemek, bu eksikliklerin ortaya çıkışını daha da belirgin hâle getirmektedir.
Kendini “Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bazı kimseler, farkında olmadan Efendimiz'in (sas) ahlakını överken veya Kur'an'daki bir ayetin iniş sebebini açıklarken hadislerden yararlanırlar. Bu durum, insanların ellerindeki rivayetlerden bazılarını seçerek kendi görüşlerini desteklemek için kullandıklarını gösterir. Kimisi bu seçimi Kur’an’ı içinde bulunduğumuz çağa göre yorumlama gayretiyle yaparken, kimisi de geleneksel yaklaşımların doğruluğunu ispatlamak için yapabilir.
Örneğin, bazıları kadınlarla veya savaşla ilgili rivayetleri ele alırken, “Efendimiz böyle bir şey yapmazdı.” diyebilirler. Ancak böyle bir yaklaşım, rivayetlerin kendi fikirlerine katkı sağlayacak biçimde kullanılmasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde “Efendimiz (sas) toprak üzerinde namaz kılmamıştı, orada hasır olsa gerek.” gibi ifadelerle yapılan yorumlar, kişinin kendi zihninde oluşturduğu Peygamber portresini gerçek kılmak için uğraşması olarak değerlendirilebilir.
Peygamber Efendimiz’in (sas) dönemine dair elimizde başka bir bilgi kaynağı olmadığı için hadisleri tamamen reddeden bir kişinin din hakkında konuşması mümkün değildir. “Sadece Kur'an metnine dayanıyorum.” diyen bir kişi, Kur'an’daki ayetlerin iniş sebeplerini açıklamaya çalışırken bile ister istemez hadis ve siyer bilgisine ihtiyaç duyar.
Burada elbette ki eldeki bütün hadis rivayetlerinin doğru olduğunu iddia etmiyoruz. Hadislerin sahih olanları ve olmayanları vardır. Bunu da daha önce “Hadisleri Ayıklamak” başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Dileyenler o yazımızı buradan inceleyebilirler.
Evet, söz konusu kaçınılmazlık nedeniyle, hadisleri tamamen reddedenler bile farkında olmadan bazı hadislerden bir şeyler seçip kullanmak zorunda kalırlar. Bunun yanı sıra, bazı insanlar belirli hadisleri veya ahkâmı beğenmeyip, “Bunları kabul edemem.” derken bile aslında hadisler içinden bir seçim yapmış olmaktadırlar. Tıpkı onlar gibi hadis uleması da seçim yapmıştır. Ancak burada yöntem önemlidir. Bazıları eksik ve yanlış yöntemlerle seçim yaparken, bazıları daha doğru ve bilimsel yöntemlerle hadisleri değerlendirmiştir. Özetle, İslam’ı anlamak isteyen herkes hadis rivayetlerine başvurmak zorundadır.
Bir Örnek: Ayet ve Hadislerde Namazın Vakitleri ve Rükünleri
Namazın vakitlerini, rekât sayılarını ve rükünlerini hadislerden öğreniriz. Çünkü bu konular, ancak hadislerle detaylandırılabilir.
Bazıları namaz vakitleri ve rükünlerinin Kur’an’da geçtiğini, dolayısıyla hadislere ihtiyaç olmadığını iddia edebilir. Ancak durum böyle değildir.
Kur’an’da, “…Namaz, müminler üzerine vakitli olarak (vakitleri belirlenmiş) bir farzdır.”5 buyrulsa da, bu vakitlerin hangileri olduğu açıkça belirtilmemiştir.
Bazı yorumcular, “Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah vakti de namaz kıl, zira sabah namazına melekler şahit olur. Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek makama (Makam-ı Mahmud) yükseltir.”6 ayetine dayanarak Kur’an’da üç vakit namazın belirlendiğini söyler.
İmam Mâtürîdî’ye göre:
- “Güneşin batıya yönelmesi” öğle namazına,
- “Gecenin kararmasına kadar” akşam namazına,
- “Sabah vakti” ise sabah namazına işaret eder.
Bu da üç vakte karşılık gelir. Fahreddin Râzî ise şu yorumu yapar:
- “Güneşin batıya yönelmesinden” ifadesi öğle ve ikindi namazlarına,
- “Gecenin kararmasına kadar” ifadesi ise akşam ve yatsı namazlarına işaret eder.
Bu görüş, öğle ve ikindi ile akşam ve yatsının birleştirilerek kılınabileceği sonucunu doğurabilir. Ancak başka delillerden, namaz vakitlerinin birleştirilmesinin yalnızca hastalık, yolculuk gibi özel durumlar için olduğu anlaşılmaktadır.7
Yine Fahreddin Razî bazı âlimler, “Haydi siz, akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin, ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.”8 ayetlerini namaz vakitlerini en açık biçimde belirten ayetler olarak kabul eder.9 Ancak bu ayetlerdeki "tesbih edin” ifadesini doğrudan namaz olarak değil, tesbih etmek anlamında anlayanlar da vardır.
Bu ayetler farklı şekillerde yorumlanmıştır. Burada önemli olan nokta, ayetlerin hangi vakte işaret ettiği konusunda kesin bir açıklık olmamasıdır. Ayetlerin lafızları farklı yorumlara müsait olduğundan, namaz vakitlerini Kur’an ayetlerine başvurarak açık ve kesin bir şekilde belirlemek mümkün görünmemektedir.
Şimdi namaz vakitleriyle ilgili hadislere kısaca göz atalım:
Muhammed bin Amr (ra)’dan nakledildiğine göre, Allah Rasulü’nün (sas) namazları hangi vakitlerde kıldığı Hz. Cabir’e (ra) sorulur. Hz. Cabir şöyle cevap verir:“Öğleyi tam gündüzün yarısında, ikindiyi güneş diri iken, akşamı güneş batınca, yatsıyı cemaat çok olursa acele eder, az olursa tehir ederdi. Sabahı da alaca karanlık iken kılardı.”10
Ebu Berze (ra) ise şöyle nakleder: “Rasulullah (sas) öğle namazını güneş batıya kaydığı vakit, ikindiyi birimizin Medine’nin en uzak kısmına güneş sararmadan gidip gelebileceği bir zamanda kılardı. Akşamı unuttum. Yatsıyı gecenin üçte birine ve yarısına tehirde beis görmezdi. Ama yatsıyı kılmadan yatmayı ve kıldıktan sonra konuşmayı hoş görmezdi. Sabah namazını bizden birimiz daha önce bildiği bir arkadaşın simasını tanıyabileceği bir zamanda kılardı. Sabah namazında 6 ila 100 ayet arasında kıraatte bulunurdu.”11
Bir gün bir adam Efendimiz’e (sas) gelerek namaz vakitleri hakkında soru sorar. Efendimiz (sas) ona “İki gün bizimle kıl!” buyurur. Bu süre boyunca her namaz vakti girince Hz. Bilal’e (ra) ezan ve kamet okutturur ve vaktin namazını kıldırır. İki günün sonunda adama “Namazınızın vakti, gördüğünüz vakitler arasındadır.”12 buyurur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Efendimiz’in (sas) namaz vakitlerini açıklarken Kur’an’dan bir delil getirmemesi ve herhangi bir ayet okumaması, meseleyi doğrudan uygulamalı olarak göstermesidir.
Namaz Vakitleri ve Rekât Sayıları Hadislerle Belirlenmiştir
O hâlde namaz vakitleriyle ilgili olarak diyebiliriz ki, namaz vakitleri ayetlerde en fazla “mücmel” (özet) olarak yer almaktadır. Mücmel lafız, ayrıntıya girilmeden söylenen genel ifadeler anlamına gelir. Dolayısıyla, bu özet ifadelerin detaylandırılması gerekmektedir. Namaz vakitlerinin hangi zaman aralıklarına denk geldiği, Efendimiz’in (sas) söz ve fiilleriyle açıklanmıştır.
Namazın rekâtları konusunda da durum aynıdır. Kur’an’da:
- “(Namazda) Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!”13 ayeti, namazda kıraat farzına,
- “Namazlara, özellikle de orta namaza dikkat edin ve huşû ile Allah’ın huzurunda kıyama durun!”14 ayeti, kıyam şartına,
- “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar…”15 ayeti, ka’de (teşehhüd) farzına,
- “Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye kapanın, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.”16 ayeti ise rükû ve secdeye işaret eder.
Ancak hiçbir ayette rekât sayılarına dair açık veya kapalı bir işaret yoktur. Namaz içindeki hareketlerin detayları, nasıl ve ne kadar yapılacağı tamamen Efendimiz’in (sas) söz ve fiilleriyle belirlenmiştir. Nitekim Efendimiz (sas): “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz, siz de o şekilde kılınız!”17 buyurarak, namazın tam olarak nasıl kılınacağını ve bunu nasıl öğrenebileceğimizi açıkça ifade etmiştir.
Bazıları, namaz ibadetinin geçmiş ümmetlerden beri bilindiğini, bu yüzden Kur’an’da rekât sayıları ve namaz içindeki hareketlerle ilgili ayrıntılı açıklamalar bulunmadığını öne sürer. Ancak bu düşünce yanlıştır. Çünkü namazın önceki ümmetler tarafından biliniyor olması, rekât sayıları ve rükünlerin nasıl yerine getirileceği konusunda da Kur’an dışındaki kaynaklara başvurmamızı gerektirir. Bu noktada başvurulacak kaynakların hiçbirinin hadisler kadar güvenilir olamayacağı bilimsel olarak açıktır. Dolayısıyla, bu yanlış bakış açısına sahip kişilerin namazın nasıl kılındığını öğrenmek için başvurabileceği en güvenilir kaynaklar da yine hadislerdir.
Bu noktada bazıları da hiçbir kaynağa başvurmadan, sadece büyüklerinden ne gördülerse onu yapmaları gerektiğini iddia edebilir. Oysa kaydedilmiş ve belli yöntemlerle incelenmiş hadisleri reddedip, yalnızca insanların birbirinden görerek yaptığı uygulamaları delil kabul etmek büyük bir hatadır. İnsan davranışları zaman içinde değişebilir, dolayısıyla bu tür bir yaklaşım güvenilir değildir.
Tekrar edelim: Namazın 5 vakit olduğu, sabah namazının farzının 2 rekât, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzının 4 rekât, akşam namazının farzının ise 3 rekât olduğu bilgisi yalnızca hadislerden öğrenilmektedir. Hadisler olmadan namazın nasıl kılınacağına dair elimizde detaylı bir bilgi bulunmamaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Namazın vakitleri, farzları, rükünleri ve kılınış şekli konusunda İslam ümmeti, Efendimiz’den (sas) bu yana hadislere ve sünnete güvenmiş, bu konuda icmaya varmış ve bir şüphe duymamıştır. Hadisleri tamamen reddedenler dahi namaz konusunda Kur’an’ın fiziksel metni dışındaki kaynaklara (hadislere veya tarihsel aktarımlara) başvurmak zorundadır. Dolayısıyla, hadisleri kategorik olarak reddetmek ve sünnetin Kur’an’ı açıklayan yönünü görmezden gelmenin hiçbir anlamı yoktur.
Hadislerin Seçiminde Yöntemsel Yaklaşım
Hadis usulünün amacı hadislerin sahihlerini sahih olmayanlarından ayırabilmektir. Tarihte de Hadis Usulü ilmi her şeyden önce bu amaçla ortaya çıkmış ve sistemleşmeye başlamıştır.
Elbette hadislerin sahihini sahih olmayanından ayırmak için yöntemsel bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Geleneksel hadis usulü yöntemleri elbette oldukça zengindir ve hadis usulünün amacına hizmet etmiştir. Bunun yanında geleneksel yöntemlerle ve rivayetlerin zayıf noktalarını dikkate alarak bir değerlendirme yapılmalıdır.
Diğer yandan hadis usulünün geliştirilmeye açık yönlerinin de olduğunu biliyoruz. Günümüzde bu konuda gelişen teknolojiye ve bilişim sistemlerine bağlı olarak daha avantajlı olduğumuz söylenebilir.
Hatta matematiksel grafik teorisi gibi yöntemler ve algoritmalar kullanılarak rivayetlerin sıhhatini analiz etme yoluna gidilebilir. Bu analizler ışığında makul ve rasyonel seçimler yapılabilir. Aksi takdirde mesele keyfi ve kişisel yaklaşımların altında yıpranabilecektir.
Hadis Karşıtlığının Tarihsel Temelleri
Hadisleri tümüyle reddeden eğilimlerin daha İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren var olduğunu bilmemiz gerekir.
Bu karşıtlığın arkasında farklı sebepler yatmaktadır. Özellikle Hz. Osman’ın (ra) şehadetiyle başlayan süreçte, Rafızi grupların sahabeye karşı takındığı olumsuz tavır, bunlardan biridir. Sahabeyi sapkınlıkla itham eden bu gruplar, doğal olarak onların naklettiği hadisleri de reddetmiştir. Ancak bu, mutlak bir hadis inkârı olarak görülmemelidir. Zira aynı grupların temsilcileri işlerine geldiğinde hadis uydurmaktan veya belli hadisleri kabul etmekten geri durmamışlardır.
Hariciler de hadislere mesafeli yaklaşan gruplardandır. Efendimiz’in (sas) sünnetine vâkıf olmadan Kur’an’ı kendi dar anlayışlarına göre yorumlayan bu topluluk, genellikle rivayetlere şüpheyle bakmıştır. Ancak onların içinden de az da olsa hadis uyduranlar çıkmıştır. Ayrıca bazı hadisleri kendi lehlerine ve muhaliflerinin aleyhine kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Mutezile mezhebi de hadislere temkinli yaklaşan bir diğer ekoldür. Onlar, rivayetlerin sıhhatinden ziyade metin tenkidine odaklanmış ve akıllarına uygun bulduklarını kabul etmişlerdir. Ancak sünneti bütünüyle reddetmemiş, kendi metodolojilerine göre seçici bir tutum benimsemişlerdir.
Görüleceği üzere tarih boyunca hadislere mesafeli yaklaşan birçok grup bulunmuştur. Ancak bunları mutlak hadis inkârcıları olarak değil, kendi ideolojilerine uymayan hadisleri reddetme veya yorumlama eğiliminde olan topluluklar olarak değerlendirmek gerekir.
Nitekim İmam Suyuti gibi bazı alimler de geçmişte sünneti delil olarak kabul etmeyen belli grupların varlığından bahseder. Ancak burada söz konusu olan, sünneti tamamen yok saymak değil, onu bağlayıcı bir delil olarak görmemektir. Bu anlayışı benimseyenler de Suyuti tarafından genellikle Rafıziler ve zındıklar olarak tanımlanmıştır.18
İmam Şafii (ra) ile ilgili şöyle bir anekdot nakledilir:
Hazret, Mısır’da bulunduğu sırada kendisine bir hadis hakkında soru sorulur. O da “Bu hadis sahihtir.” diye cevap verir. Bunun üzerine topluluktan biri, “Ey Ebu Abdullah! Sen de aynı görüşte misin?” diye sorar. Bu söz karşısında İmam Şafii celallenir ve şöyle der:
“Ey adam! Beni Hristiyan mı sanıyorsun? Beni kiliseden çıkarken veya belime zünnar (Hristiyanların kuşağı) takmış olarak mı gördün ki, Rasulullah (sas)’tan bir hadis nakledeyim de onun beyan ettiği hükümle aynı görüşte olmayayım?”19
Bu olay daha o dönemde bile sünneti delil olarak kabul etmeyen veya bir hadiste ifade edilen görüşe bir Müslümanın –hatta bir âlimin– katılmayabileceğini düşünenlerin var olduğunu göstermektedir.
Modern Dönemde Hadis Karşıtlığı
Yakın dönemlerde, sünneti bütünüyle reddedip yalnızca Kur’an’ı esas alan anlayış, daha sistematik bir biçimde yeniden ortaya çıkmıştır. Bu eğilimin en belirgin örneklerinden biri, 19. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’da ortaya çıkan Kurâniyyûn hareketidir.
Seyyid Ahmed Han ve Çerağ Ali, bu akımın öncülerindendir. 1902’de Abdullah Çekrâlevî önderliğinde bir cemaat hâline gelen bu hareket, hadisleri tümüyle reddederek yalnızca Kur’an’ı bağlayıcı kaynak olarak kabul etmiştir. İlginçtir ki, Çekrâlevî başlangıçta ehl-i hadis ekolüne mensuptu ancak zamanla sert bir hadis karşıtı kimliğe büründü. Bu değişimde bölgede aktif olarak faaliyet gösteren Batılı misyoner ve oryantalistlerin etkili olduğu söylenmektedir.
Batılı araştırmacılar, bölgedeki Müslümanların gerilemesini hadislere bağlamış, Kur’an ve hadisler hakkında çeşitli şüpheler uyandırarak bazı isimleri etkilemişlerdir. Bu atmosferde Seyyid Ahmed Han ve arkadaşları, hadis ve sünnet karşıtlığı ekseninde yayınlar yapmış; açtıkları eğitim kurumlarının müfredatını da bu anlayış doğrultusunda şekillendirmişlerdir.
Bu faaliyetler sonucunda, önceleri hadis inkârcıları olarak anılan bir grup, zamanla ehl-i Kur’ân veya Kurâniyyûn olarak tanınan bir nesil yetiştirmiştir. Aynı dönemde, Mısır ve Osmanlı topraklarında da benzer eğilimler ortaya çıkmış ancak Hindistan’daki kadar örgütlü ve kalıcı olmamıştır. Daha sonra Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasıyla bu akım, Pakistan’a taşınmıştır ve günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Hadis Karşıtlığı ve Dinî Pratikler
Tarih boyunca ve günümüzde, hadis karşıtı söylemler ve hatta ekoller var olmuş, muhtemelen gelecekte de var olmaya devam edecektir. Ancak bu görüşler genel kabul görmemiştir.
Hadis karşıtlarının savunduğu temel yaklaşım bilinçli veya bilinçsiz olarak, mevcut dinî kaynakları –ayetleri ve hadisleri– çağın beklentilerine en uygun şekilde veya tamamen keyfi bir anlayışla seçip değerlendirmektir. Oysa yalnızca Kur’an’a dayanarak geçmişte bazı peygamberlerin yaşadığını, Allah’ın insanları hesaba çekeceğini ve bazı temel emirlerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Örneğin zina eden ya da hırsızlık yapanlara yönelik hükümler Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Bunun yanı sıra Kur’an, ahirete dair muhteşem tablolar, ahlâkî öğütler ve Allah’ın isimleri ile sıfatlarına dair eşsiz bilgiler sunan benzersiz bir kaynaktır. Ancak Kur’an’da günlük hayata dair ayrıntılı hükümler bulunmamaktadır.
Bir Müslüman, dinî pratiklerini ya güvenilir rivayetlere ya da atalarından gördüğü geleneklere dayandırmak zorundadır. Kur’an’a göre ise din, her zaman peygamberin sözü esas alınarak şekillenir. Peygamberler yalnızca bir kitap getirmekle kalmaz, aynı zamanda bu kitabın nasıl uygulanacağını sözleri ve fiilleriyle açıklarlar. Kur’an’da, “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana (Peygambere) uyun ki Allah da sizi sevsin.” 20 buyurularak bu ilişki açıkça vurgulanır. Bu nedenle peygamberin söz ve fiilleri, dinin temel taşlarından biridir.
Peygamberlik Kavramı ve Konsepti
Peygamberlik kavramı, vahyin kaynağı ve iletilme süreci açısından dikkatle ele alınması gereken bir konudur.
Eğer biri, “Allah bana vahiy etti ki ‘Kul hüvallahu ehad’ (De ki: O Allah birdir)” derse ve bu sözün Allah’tan geldiğini kabul edersek, şu durum ortaya çıkar: Bu vahyi bize ileten Zat’ın sözünü bilgi kaynağı olarak Kur’an’dan önce kabul etmiş oluruz. Çünkü “De ki: O Allah birdir.” ifadesinin Allah’ın kelamı olduğunu doğrudan Allah’tan değil, Peygamberimiz’den (sas) öğrenmişizdir.
Dolayısıyla, Peygamber’in sözlerini tamamen reddetmek, Kur’an’ı da reddetmek anlamına gelir. Zira Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna dair bilgimiz, Peygamberimiz’in “Bu, Allah’ın sözüdür.” demesine dayanır. Bizim ne vahyi gönderen Yüce Allah ile ne de vahyin iletilmesine aracılık eden Cebrail (as) ile doğrudan görüşme imkânımız vardır.
Teknik açıdan bakıldığında, Kur’an da bir hadis, yani bir sözdür. Elbette, Allah’ın kelamı ile Peygamberimizin (sas) sözleri arasında mahiyet açısından büyük bir fark vardır. Ancak teknik olarak Kur’an da hadis kapsamına girer. Peygamberimiz’in bize aktardığı diğer sözlerinden farklı olarak “Allah’ın kelamı” olarak bildirdiği bir sözdür.
Efendimiz’in (sas) Sözleri ve Vahyin Çeşitleri
Efendimiz (sas), hem bir beşer hem de Allah’ın elçisidir. Beşer olarak insanlar gibi yaşar ama nübüvvet vazifesi gereği Allah’ın vahyine mazhar olur. Bu vahiy iki kısma ayrılır:
1.Sarih (Açık) Vahiy: Allah’tan gelen ve doğrudan bildirilen vahiydir. Efendimiz (sas) bu tür vahyi olduğu gibi, kendi tecrübesinden ve fetanetinden herhangi bir şey katmadan bize aktarır. Kur’an ayetleri ve bazı kudsi hadisler bu gruba girer.
2.Zımnî (Kapalı) Vahiy: Açık bir şekilde indirilmeyen, ilham gibi yollarla gelen vahiydir. Efendimiz (sas), bu vahyi alırken kendi feraseti ve içtihadıyla da açıklamalar yapar. Bu açıklamalar, bazen peygamberlik vazifesi gereği yüksek bir hikmetle, bazen de içinde bulunduğu toplumun örf ve âdetlerine uygun şekilde beyan edilir.
Bu çerçevede, Efendimiz’in (sas) dine dair sözleri üç sınıfta ele alınabilir:
1.Kendi Hikmeti ve Ferasetiyle Söylediği Sözler: Efendimiz (sas), kendi engin imanı, ihlası ve fetanetiyle hadisler beyan etmiştir. Örneğin: “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” Bu, O’nun kendi sözüdür.
2.Manası Allah’a, Lafzı Efendimiz’e (sas) Ait Olan Sözler (Kudsi Hadisler): Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz'e (sas) vahiy, ilham veya rüya gibi yollarla bildirdiği sözlerdir. Bunlar Efendimiz’in (sas) kendi ifadeleri ve üslubu ile Allah Teala’ya nispet ettiği ancak Kur’an ayetleriyle eşdeğer olmayan sözlerdir. Örneğin: “Allah Teâlâ buyurdu ki: Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir, ancak oruç Benim içindir. Onun mükâfatını da Ben vereceğim.” Burada "Ben" zamiri Allah’ı işaret etmektedir.
3. Manası da Lafzı da Allah’a Ait Olan Sözler (Kur’an Ayetleri): Allah’ın doğrudan vahyettiği ve lafzını da belirlediği kelâmdır. Örneğin: “Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.” (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.)
Bu ayrımlar, Efendimiz’in (sas) sözlerinin mahiyetini anlamak ve ona olan bağlılığımızı bilinçli bir şekilde sürdürmek için önemlidir.
Efendimiz’in (sas) mübarek ağzından çıkan her söz kıymetlidir. Ancak O (sas), birinci gruptaki sözleri Allah’ın kelamı olarak bildirmemiş, ikinci gruptaki sözlerin manasını Allah’a nispet etmiş ama bunların Kur’an ayeti gibi vahyedilmiş olduğunu söylememiştir. Üçüncü gruptaki sözler için ise açıkça “Allah’ın kelamıdır.” demiştir.
Böylece birinci gruptaki sözlerin hem mana hem lafız olarak Efendimiz’e (sas) ait olduğunu, ikinci gruptaki sözlerin manasının Allah’a, lafzının ise Efendimiz’e ait olduğunu, üçüncü gruptaki sözlerin ise hem mana hem lafız olarak Allah’tan geldiğini bizzat Efendimiz’in (sas) beyanıyla öğrenmiş oluruz.
Hadislerde Matematiksel Kesinlik ve Hadisleri Anlamak
Matematiksel kesinlik yalnızca matematikte bulunur. Sosyal bilimlerde ve diğer alanlarda böyle bir kesinlik beklemek yanıltıcı olur. Hadisler konusunda da “Yüzde yüz emin olabilir miyiz?” sorusu gündeme gelebilir. Gerçek dünyada hiçbir şey mutlak kesinlikle bilinemediği gibi hadislerin de sıhhatine dair kesin bir bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
Örneğin tartıya çıktığınızda ekranda 70 kg görünebilir ancak her tartının bir hata payı vardır. Hadislerin rivayet sürecinde de benzer bir durum söz konusudur. Mesela biz bir hadisin doğruluğuna dair yüzde 95 emin olabiliriz ancak “Bu hadisi kesinlikle Efendimiz (sas) söylemiştir.” dememiz mümkün değildir. Bu, rivayet zincirindeki tüm aşamaların hatasız olduğunu iddia etmek olur.
Bu durum hadislerin güvenilmez olduğu anlamına gelmez. Matematiksel kesinlik arayışı, sosyal bilimlerde olduğu gibi hadis ilminde de geçerli değildir. Fizik, kimya, tarih ve psikoloji gibi bilimler de yüzde yüz kesinlik aramadan ilerler ve güvenilir bilgiler üretir. Hadisler için de aynı prensip geçerlidir. Nitekim istatistikte şu yöntem kullanılır: Aynı popülasyondan farklı örneklemler seçilip bir çalışma defalarca, örneğin 100 kez tekrarlanırsa, bu tekrarların yüzde doksan beşinde hesaplanan güven aralığı, popülasyondaki gerçek sonuca eşit olacak ya da onu içerecektir.
Bu nedenle bir hadisin sıhhatine dair kesinlik aramak yerine güvenilir bir doğruluk aralığına ulaşmak önemlidir.
Hadislerin kesinliğini belirlemek için zaman makinesi icat etmek veya o döneme ait görüntü ve ses kaydı beklemek beyhude bir çaba olacaktır ve gerekli de değildir. Önemli olan bir hadisin güvenilirlik sınırları içinde değerlendirilmesi ve bu doğrultuda amel edilmesidir.
Hadisleri Kaydetmek ve Anlamak
Hadislerin yalnızca kaydedilmesi değil doğru anlaşılması da büyük önem taşır. Bazı kişiler hadis metnini eksiksiz naklederken hadisin anlamını tam olarak kavrayamayabilir. Tıpkı bir öğrencinin ders notlarını eksiksiz yazıp dersi tam anlamaması gibi. Öte yandan bazıları metni birebir aktaramasa da mesajın özünü daha iyi kavrayabilir. Hem notları çok iyi bir şekilde kaydedip hem de dersin özünü kavrayan öğrencilerse azınlıktadır.
Metnin esasını kaydetmekle ifade etmek istediğini anlamak arasında fark vardır. Örneğin bir etkinlik sırasında sürekli fotoğraf çekmeye odaklanan bir kişi, o anın keyfini çıkaramayabilir. Aynı şekilde bir metni olduğu gibi kaydetmeye odaklanmak bazen mesajın özünü anlamayı engelleyebilir. Ancak her iki yöntemi birleştiren kişiler de vardır. Hadis ilmiyle uğraşan büyük âlimler, bu iki yaklaşımı bir araya getiren müstesna şahsiyetlerdir.
Bu bağlamda, Buhari gibi hadis ilminin zirvesinde olan isimler, hadislerin metnini korumanın yanında anlamını da tam olarak kavrayabilmiş kişilerdir. Ancak genel olarak insanların hadis çalışırken metni kaydetmeye daha fazla odaklandıkları, mesajın özünü kavramakta ise zorluk çektikleri söylenebilir. Bu, hadislerin özüne ulaşmayı engelleyen bir durumdur ve dikkatle ele alınması gereken bir konudur.
Allah Teâlâ’dan, Efendimiz’i (sas) hakkıyla anlamayı, anlamayı sevmeye, sevmeyi ise O’na tam olarak tâbi ve teslim olmaya vesile kılmasını dileriz.
1 Beyhaki, es-Sünenü’l Kübra, 7/442
2 TDV İslam Ansiklopedisi, Nesî Maddesi
3 Buhari, Megazi, 11
4 Haşr, 2
5 Nisa, 103
6 İsra, 78-79
7 F. Razi, Tefsir-i Kebir, c. 15, s. 15-22
8 Rum, 17-18
9 F. Razi, Tefsir-i Kebir, c. 18, s. 85-88
10 Buhari, Kitabu’l Mevakıt; Müslim, Salat, 646; Ebu Davud, Salat, 397; Nesai, Salat, 646
11 Buhari, Salat; Müslim, Salat, 647; Ebu Davud, Salat, 398; Nesei, Salat, 496; İbn Mace, Salat, 682
12 Müslim, Mesacid, 178; İbn Mace, Mevakitü’s-Salat, 1
13 Müzzemmil, 20
14 Bakara, 238
15 Âl-i İmran, 191
16 Hac, 77
17 Buhari, Ezan, 18
18 İmam Suyuti, Akidede Sünnetin Yeri, s. 6; 150-155
19 İmam Suyuti, a.g.e., s. 5-6
20 Âl-i İmran, 31