Hadisleri Kabul Etmemek | Hadisler Güvenilir midir ve Hadisler Dinde Temel Kaynak mıdır? | 3. Kısım
Not: Bu yazı “Hadisler Dinde Güvenilir midir ve Dinde Temel Kaynak mıdır?” başlıklı yazı dizisinin üçüncü yazısıdır. Serinin ikinci yazısına bu link üzerinden erişebilirsiniz.
Hadislerden Hüküm Çıkarmak
Bu noktada asıl mesele, mevcut bilgilerimizin anlaşılması, aktarılıp yorumlanması ve onlardan hüküm çıkartılması meselesidir.
Hukuk metinleri uzaktan bakanlara göre çetrefilli olsa bile anlam olarak net yazılmaya çalışılır. Bu nedenle kanun maddeleri uzun uzun yazılır. Avukatlar, hakimler ve savcılar hukuk öğrenmek için ciddi bir eğitim alırlar. Bu alanda belli bir bilgi birikimine ulaşmadan kimse hukukçu olamaz. Buna rağmen “Bu insan suçlu mudur, değil midir? Suçlu ise ne kadar suçludur? Ne kadar ceza almalıdır?” konularında hukukçular arasında görüş birliğine varmak çok zordur ve nadir rastlanan bir durumdur. Sadece ceza hukukunda değil medeni hukuk, icra hukuku, ticaret hukuku gibi davalarda da durum böyledir. Mahkemelerin verdikleri kararlar hemen her zaman temyize gönderilir.
Elbette ki temyize gönderme nedenleri arasında bazen kötü niyet, bazen menfaat, bazen özensizlik gibi durumlar olabilir. Ancak sonuçta bir davayı temyize gönderen o davayla ilgili kendi lehine olduğunu düşündüğü konularda eksiklik veya hata olduğu düşüncesidir.
Benzer şekilde dini konularda da hüküm verirken veya bir yorumda bulunurken bazılarının kötü niyetli, bazılarının kasıtlı, bazılarının yeterli bilgi-zeka-anlayışa sahip olmaması gibi durumlar söz konusu olabilmektedir.
O hâlde ulaşacağımız sonuç açıktır: Dini konular da hukukçuların görüşlerinde rastlanılan farklılıklar gibi düşünülebilir. Beşerî hukukta yaşananlar dini meselelerde de bilgi yetersizliğinden, kötü niyetten veya farklı görüşlerde olmaktan dolayı daha fazla yaşanabilir ve yaşanmaktadır.
Hadislerin Dinde Kaynak Olması
“Efendimiz’in (sas) sözleri (hadis) ve davranışları (sünnet) dinde kaynak mıdır?” sorusu şöyle bir durup düşününce bile abes ve kendi içinde çelişkili olduğu anlaşılacak bir sorudur. Çünkü din, Efendimiz’in (sas) bize “din” diye aktardığı şeylerden ibarettir. Evet, din, bir peygamberin getirdiklerinden ibarettir.
“Peki Kur’an?” diye soranlar olacaktır.
Öncelikle belirtelim ki kendisine kitap verilmemiş peygamberler vardır. Hatta kendisine kitap verilmeyen peygamberlerin kitap verilenlerden daha fazla olduğunu da biliyoruz. Bu peygamberlere iman ve itaat etmeyenlerin cehenneme gideceklerini de Kur’an’ın kesin beyanıyla biliyoruz.
O hâlde diyebiliriz ki; Allah Teala tarafından gönderilmiş hak bir dinin var olması için esas olan kitap değildir. Anlam ve önem açısından ikincil manasını kastetmeden şunu söyleyebiliriz: Evvela peygamber vardır, sonra ona verilen kitap vardır. Peygamberlerin de çoğuna kitap verilmemiştir. Kur'an'da ismi geçen peygamberleri ve aralarından kendilerine kitap gönderilenleri saysak kitap gönderilmeyen peygamber sayısının daha çok olduğunu görebiliriz. Bu sayılar üzerinde bazı tartışmalar olmakla birlikte Kur’an’da yirmi beş peygamber ve altı kitap gönderildiğinden bahsedilir. Altı kitaptan kasıt, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’dan başka Hz. İbrahim (as) ve Hz. Musa’ya (as) gönderildiği beyan buyurulan suhuf yahut sahifelerdir.1 Hz. Musa’ya (as) gönderilen sahifelerin Tevrat’tan önce indirildiğine dair zayıf bir rivayet varsa da bu konuda net bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca yine zayıf kabul edilen bir hadise göre insanlık tarihi boyunca gönderilen sahifelerin sayısı yüz olup Hz. Adem’e (as) on, Hz. Şit’e (as) 50, Hz. İdris’e (as) otuz ve Hz. İbrahim’e (as) de on sahife indirilmiştir. Aynı hadisin farklı bir versiyonunda yüz dört adet kitaptan veya sahifeden de bahsedilir.2 Bütün bu zayıf rivayetleri sahih bile kabul etsek kitap gönderilen peygamber sayısının gönderilmeyen peygamber sayısından daha az olduğu sonucunu değiştirmez.
Özet olarak, bütün peygamberlere vahiy verilmiştir fakat az sayıda peygambere suhuf, levha veya kitap verilmiştir. Sadece bu bile peygamberin peygamberliğinin kendi beyanı ile olduğuna bir delildir. Bu gerçek de bizi şu sonuca götürür: Bizim Allah’ın kulları olarak mesul olduğumuz şey, peygamberin sözleri ve davranışlarıdır. Eğer, “Dinin esası kitaptır, peygamberin sözlerini ve davranışlarını din olarak görmek hatadır.” denilirse öncelikle bu noktada ciddi bir çelişkiye düşmüş oluruz.
Hadisleri Kabul Etmeyenlerin Bir Çelişkisi
Efendimiz’in (sas) “Kur’an bana Allah’ın ilettiği vahiydir.” iddiası veya ifadesi bizzat hadistir. Yani Efendimiz’in (sas) mübarek ağızlarından dökülmüş bir sözdür.
Şimdi biraz dikkatle durumu netleştirmeye çalışalım: Bundan bin dört yüz sene evvel Arap yarımadasında yaratılmışların en hayırlısı olarak kabul ettiğimiz bir zat ortaya çıkıyor ve diyor ki; “Allah bana vahyetti ve şu ayetleri vahiyle indirdi, insanlara da bu ayetleri öğretmemi söyledi.”
Biz bu noktada o zatın iddiasını doğru kabul edip o ifadelerin vahiy olduğuna iman ettiğimiz zaman zorunlu olarak o zatın “Bunlar vahiydir, Allah tarafından indirilmiştir.” sözünü-iddiasını o vahiyden daha önemli yani daha öncelikli saymış oluruz. Bu bağlamda dine ve vahye olan bağlılığımızı hadislerin dinde yeri olmadığını iddia ederek savunabilmemiz mümkün değildir.
Meselenin bu boyutu kavramsal olarak hep “Kur’an ve sünnet” şeklinde düşünmeye alışmış insanların zihnine zor girebilir. Çünkü Kur’an ve sünnet birbirinden kopuk iki ayrı kategori değildir ancak bunlar ortalama insanların zihninde dikotomik (kavramsal açıdan birbiriyle ilgili iki şeyi birbirinden ayrı ve kopuk değerlendirme) bir ayrıma uğrar. Birini diğerinin alternatifi gibi görme eğilimleri oluşabilir. Ancak bu eğilim hem mantıken hem dinen yanlıştır.
Oysa biraz geniş bakmayı başarabilsek ortada çok açık ve net bir durumun olduğunu görürüz. Çünkü dikkat edelim, bir insan çıkıyor ve bir meseleyle ilgili tek kaynak olarak, yani farklı birisi tarafından doğrulanabilecek bir durum söz konusu olmaksızın örneğin “Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Errahmanirrahim. Mâliki Yevmiddîn…” sözleri Allah’ın bana vahyettiği sözlerdir.” diyor. Daha sonra bir başka zamanda ve bir başka yerde “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”3 buyurduktan sonra “Bu tamamen benim sözümdür.” diyor. Bu durumda ikisini ayıran şey sadece O Zat’ın (sas) sözüdür ve durum böyleyse bilgi kaynağı olması açısından Peygamber’in (sas) sözleri bizim için vahiyden daha öncelikli demektir. Çünkü bizim peygambere gelen vahyi O’nun sözü haricinde test etme şansımız yoktur. Asrı saadette yaşamış olsaydık bile Hz. Cebrail’i (as) görme ve Efendimiz'in (sas) sözlerinin doğruluğunu bu yolla teste tabi tutma imkanımız yoktu. İşte bu nedenle “Din açısından peygamberin sözü ve fiili önemli midir?” sorusu oksimoron seviyesinde mantık hatası içeren bir sorudur. Çünkü “din”, zaten Peygamber’in söz ve fiillerinden ibarettir.
Peygamber’in “Allah bana size ahirete iman etmeniz gerektiğini aktarmamı istedi.” demesinde de “Allah bana şu ayetleri vahyetti ve bunu da siz Allah'ın kelamı olarak öğreneceksiniz. Allah bunu da bana böyle vahyetti: Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Errahmânirrahîm. Mâliki Yevmiddîn…” demesinde de bizim temelde kale aldığımız şey son tahlilde peygamberin sözü olmaktadır.
Kur’an’ı kabul etmek ancak ve ancak peygamberin sözünün dinin belirleyici unsuru olduğunu kabul etmekten geçer. Çoğu insan bu gerçeği görmüyor olabilir. Ancak bu temel, açık, net, bariz bir hakikattir. Dinin, peygamberin sözü olması meselesi bu kadar net ve açık olması nedeniyle yani zuhurunun şiddetinden dolayı insanların gözünden kaçabilmektedir. Gerçekten de bazı şeylerin çok fazla açık ve net olmaları onları görmezden gelmemize, unutmamıza, değerlendirmeye almamamıza neden olabilmektedir.
Modern devletlerde Anayasa devletin temelidir. Meclis de dahil bütün devlet kurumları Anayasaya göre şekillenir. Meclisin yapacağı kanunlar için de Anayasa en temel belirleyicidir. Meclisler Anayasaya aykırı kanun yapamazlar. Ancak diğer yandan meclis belli bir çoğunluk şartıyla Anayasanın bazı maddelerini değiştirebilir hatta yeni bir Anayasa oluşturabilir. Bu da Anayasalarda çerçevesi belirlenmiş bir şeydir. Sonuçta bu durumda bilgi kaynağı olmak açısından Meclis, Anayasanın önünde demektir.
Elbette ki bu örnek Kur’an ve hadisler meselesinde kusursuz bir örnek değildir. Çünkü insanlar ile Cenab-ı Hak arasında muazzam bir mahiyet farkı vardır. Yine de meselenin anlaşılması için bu örnek bazıları adına yol gösterici olabilir.
Fark edileceği üzere Allah Teala’dan bize bilgi getiren tek kaynak Peygamberdir ve O’ndan başka bir kaynak da yoktur. Bu gerçeği görebilmek meseleyi anlayabilme adına çok önemlidir. Peygamberin “Bu vahiydir.” sözünden başka, Allah Teala’nın neyi vahyettiğine dair hiçbir delilimiz yok ise Peygamberin bir şeye “Vahiydir.” veya “Vahiy değildir.” demesi zaten dinin temel belirleyicisi olmaktadır. Dolayısıyla birileri “Allah Teala’nın kitabı varken sadece o kitabı esas alırım, başka bir şey beni bağlamaz.” dedikleri zaman bile öncelik sırası olarak Efendimiz’in (sas) “Bu vahiydir.” sözünü esas almış olmaktadırlar. Hâl böyle olunca da “Kur’an’dan başka kaynak tanımam.” demenin bir anlamı olmamaktadır. Çünkü Kur’an’ı Allah’ın kitabı olarak kabul etmeden önce Peygamber’in “Bu kitap Allah’ın kelamıdır.” sözüne inanmak gerekmektedir. Peygamberin böyle bir sözü olmadan Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmek aklen de mantıken de doğal olarak da imkansızdır.
Bunu görüp anladıktan sonra tabii ki hadisler hakkında “Bu peygamber sözü bize sahih bir metin, anlam ve hüküm olarak ulaştı mı?” şeklinde bir kontrol mekanizması kurup işletmek yani hadisleri bilinçli bir şekilde ayıklamak makuldür.
Zaten bu kaynak kontrolü veya bilinçli ayıklama meselesi dine mahsus da değildir. Bilindiği gibi kitaplarda veya bilimsel makalelerde “dipnot” veya “atıf” sistemi vardır. Bilimsel bir bilginin bilim çevrelerinde anlaşılıp yayılması konusunda en temel unsur bu atıflardır. Bu atıflar veya kaynak gösterme meselesi bir cins ayak izidir. Bu ayak izleri sayesinde araştırmacılar bilimsel gerçekleri ortaya çıkarabilmekte, o ayak izlerini bırakan eski yolcular ve onların çalışmaları hakkında bilgi edinebilmekte, böylece bir konudaki ilmî tecrübeler tekrarlanıp bu deneyimler arasında makul ilişkiler kurulabilmektedir. Konumuz itibariyle en önemlisi de bir bilginin asıl kaynağına kadar ulaşılabilmektedir.
Bu bağlamda ve benzer şekilde hadis alimlerinin kullandıkları “haddesenâ (bize söyledi, rivayet etti) – ahberanâ (bize haber verdi)” konuları da bir cins atıf sistemidir ve zamanın ötesinde, oldukça gelişmiş bir sistemdir.
Sonuç olarak, bilginin nakledilirken doğru nakledilmesi meselesi her zaman her konuda karşımıza çıkar. Gündelik işler için de bilimsel konularda da bu durum böyle olduğu gibi hadisler için de böyledir.
Allah Teala’dan bizleri dinini doğru anlayıp ihlasla yaşayan kullarından eylemesini diler ve dileniriz.
1 Taha, 133
2 Suyuti, Dürrü’l-mensur, 8/489
3 Buhari, Megazi, 35