Hz. Muhammed (sas) Gerçekten Yaşadı mı? | Tek Parça
Soru: Hz. Muhammed'in (sas) yaşadığı tarihsel olarak kanıtlanabilmekte midir? Şu an dünyada Müslümanlar dışındaki tarihçi bilim adamları da Hz. Muhammed'in yaşadığını kabullenmekteler mi? Bunu objektif ve nesnel kanıtlara dayalı bir biçimde yanıtlayabilir misiniz?
Cevap: Sorunun cevabı hem “evet” hem “hayır” şeklindedir.
Öncelikle sorunun çıkış noktasının doğru tespit edilmesi gerekiyor. Bu da konunun aslına geçmeden önce uzun bir giriş yapmayı gerektiriyor; ta ki mesele temelinden doğru anlaşılsın. Şöyle ki:
Birincisi: Bize aktarılan tarihi belgelerden ve bu belgelere dayalı olaylardan, kişilerden durup dururken şüphe etmek anlamsızdır. Örneğin 2. Ramses’in veya Napolyon’un, Büyük İskender’in, Sezar’ın, Alparslan’ın, Selahaddin Eyyubi’nin ve benzeri isimlerin tarihin bir döneminde yaşadıklarından, Roma ve Kartaca diye iki devletin bir zamanlar savaştığından, Fransa’da 1789-1799 arası devrimsel bir sürecin yaşandığından, Sultan 2. Mehmet isimli bir Osmanlı Hükümdarının 1453 yılında İstanbul’u fethettiğinden hiçbir şüphe duymayız. Bu olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığını, bu isimlerin gerçekten var olup olmadığını sorgulamayız.
Hatta neredeyse hiçbirimiz bu isimleri ve olayları belgelere, objektif kanıtlara dayalı olarak öğrenmedik. Bunları tanımadığımız isimlerin yazdıkları kitaplardan, TV’lerden, internet platformlarından gördük, izledik, okuduk ve öyle öğrendik.
Bu bağlamda, Efendimiz’in (sas) gerçekten yaşayıp yaşamadığını sorgulayanlar yahut zihinlerde bu tür bir şüphe uyandırmaya çalışanlar veya bu şüpheye kapılanlar bu bilginin doğruluğundan neden ve nasıl şüphe ettiklerini iyi bilmek ve anlamak durumundadırlar.
Fakat yanlış anlaşılmasın; bu konuda şüphe duymak yanlıştır demiyoruz. Sadece bu konudaki zihinsel adımları inşa etmeye çalışıyoruz.
İkincisi: Bir konuda belli bir ilim dalının metodolojisi içinde hareket etmek zorunda olan insanların o metodolojiye göre yaptıkları ve yapmadıkları şeyler hakikatin tümünü kapsamaz. Örneğin, bilim kontrollü deneylerle işler. Bu çerçevede mesela elma yemenin soğuk algınlığına iyi gelip gelmediği konusunda bilimsel bir bulguya ulaşabilmek için soğuk algınlığına maruz kalmış yüz kişiye elma yedirmek yüz kişiye de yedirmemek, diğer değişkenleri kontrol altında tutmak, daha sonra aradaki farkı gözlemlemek gerekecektir. Bilim adamları da sonuç olarak elma yemenin soğuk algınlığına iyi gelip gelmediğine dair bilimsel bir sonuca ulaşıp bunu açıklayacaklardır.
Bununla birlikte bir uçaktan paraşütle ve paraşütsüz atlamanın bilimsel olarak farklı olup olmadığını kontrollü bir deneyle gözlemlemek mümkün değildir. Çünkü bunun için yüz kişinin uçaktan paraşütle atlaması, yüz kişinin de paraşütsüz atlaması gerekecektir. Böyle bir deney de hiçbir zaman yapılamayacaktır. Çünkü paraşütsüz atlayınca neler olabileceği konuyla ilgili spesifik deneyden ve gözlemden bağımsız olarak tahmin edilebilmektedir. Bu konuda bilimsel metodolojiye bağlı, objektif ve nesnel kanıtlarla konuşmak isteyen bir insan şunu demelidir: “Elimizde bir uçaktan paraşütle ve paraşütsüz atlamanın hayatta kalma üzerindeki etkisine dair bilimsel bir deney sonucu yoktur!”
Elbette ki bu konuda deney yapılamaması bu meseleyi bilmediğimiz anlamına gelmez. Demek ki deney ve gözlem metodu yahut bir konuda objektif kanıtlar ve nesnel bilgiler o konudaki hakikatin tümünü kapsamaz.
O hâlde diyebiliriz ki; belli bir konuda o konuyu ilgilendiren ilim dalının metodolojik sınırları içinde konuşmak zorunda olan insanlar o sınırlar içinde konuşmalıdırlar. Bu normaldir. Fakat bu sınırların (veya o alanla ilgili metodolojinin) o konudaki hakikati tamamıyla kapsadığını, o sınırlar dışında hiçbir hakikat olmadığını söylemek makul ve mantıklı değildir. Zaten pozitif bilimler de, tarih, arkeoloji gibi sosyal bilimler de hipotezlerini öne sürerken “bildiğimiz kadarıyla”, “eldeki verilere göre” gibi sınır ifade eden kayıtları her zaman gizli veya açık bir şekilde ortaya koyarak konuşurlar. İşin doğrusu da budur.
Üçüncüsü: İkinci maddede eleştirdiğimiz düşünce hatası önemli bir mantık hatasına yol açmaktadır. O mantık hatası şudur: Kanıtın yokluğu yokluğun kanıtıdır. Halbuki bu konudaki doğru olan mantık ilkesi şudur: Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı olamaz.
Oldukça spesifik, çok dar, çok sınırlı durumlar dışında bir konuda kanıt yok diye o konunun da yok olduğunu söylemek mantıken doğru değildir.
Bu girişten sonra şimdi esas meseleye gelebiliriz.
Kutsal Kitap Anlatılarıyla İlgili Tarihi Kanıtlar
Efendimiz’in (sas) var olduğuna veya tarihi bir kişilik olarak yaşadığına dair elimizdeki kayıtlardan şüphelenmemiz için geçerli bir sebep yoktur. Bazı tarihi, dini veya mitolojik kişilerin gerçekten var olup olmadıkları hakkındaki şüpheler için bazı sebepler bulunabilir.
Örneğin Antik Yunan edebiyatının ve mitolojisinin en önemli anlatılarından olan Truva Savaşının gerçekten yaşanıp yaşanmadığı halen tartışmalıdır. Yahut İstanbul’u fetheden Osmanlı Ordusunun asker sayısı için kimi tarihçiler seksen bin sayısını verirken kimileri de iki yüz bin sayısını vermektedir. Özellikle eski çağ ve orta çağdaki tarih yazıcılarının ideolojik eğilimleri, abartıları, kendi tarihlerini daha pozitif düşman tarihini ise negatif anlatma eğilimleri dikkate alındığında pek çok tarihi kaydın şüpheyle karşılanması gerekebilir.
Yine eski zamanlarda tarih ve efsanenin özellikle halk kesimleri arasında pek ayırt edilmeden anlatılması, yayılması, ağızdan ağıza söylenirken pek çok değişikliğe uğraması da ayrı bir vakadır.
Her şeye rağmen tarih ilminin günümüzde geldiği nokta çeşitli yöntemler, karşılaştırmalar ve analizler sonucu pek çok konuda gerçeği ortaya çıkarabilecek bir çapa ulaşmıştır diyebiliriz. Dinler tarihine gelince ise durum biraz daha karmaşık bir hâl alabilmektedir.
Örneğin Tevrat ve İncil’deki rivayetlerin hepsini doğru kabul etmek mümkün müdür? Bunların bazıları efsane olabilir mi?
Hatta baştan başlayalım: Hz. Yusuf (as) veya Hz. Musa (as) gerçekten yaşamış mıdır? Bu peygamberlerin var olduklarıyla ilgili tarihsel belge, kayıt var mıdır?
Milattan önce 17 ve 16. yüzyıldan kalma pek çok kayıt Mısır’da hüküm süren Hiksoslar sülalesi dönemine ait bilgiler sunmaktadır ve bu bilgiler Tevrat ve Kur’an’ın Hz. Yusuf (as) ile ilgili anlattıklarıyla örtüşmektedir. Yahut Hz. Yusuf (as) dönemindeki kıtlık olayıyla ilgili arkeolojik bilgilere de rastlanmıştır ki anlatılar yine Tevrat ve Kur’an anlatılarıyla uyumlu sayılabilir.
Bununla beraber örneğin Tevrat Hz. Musa’nın (as) Mısır’dan altı yüz bin kişiyle çıktığını söylemektedir. Hz. Musa (as) bir gecede altı yüz bin insanla Mısır’dan çıkmış, denizi geçmiş ve bir çöl bölgesinde kırk yıl kadar yaşamıştır. Bu kadar büyük bir insan topluluğunun kırk yıl kadar yaşadığı bir bölgede bazı kalıntılar bırakması kaçınılmazdır ancak arkeologlar veya tarihçiler bu konuda herhangi somut bir bulguya ulaşamamışlardır.
Bu durumda bir bilim insanı olarak bir tarihçi “Hz. Musa’nın (as) altı yüz bin kişiyle Mısır’ı terk ettiğine ve kırk sene çöllük bir bölgede yaşadığına dair elimizde tarihi bir kanıt yoktur.” demek zorundadır.
Bu durum şuna benzemektedir: Siz bir gece vakti sokakta bir adamın bir başkasını bıçakladığını görseniz ancak olayla ilgili başka hiçbir kanıt olmasa, soruşturmayı yürüten savcı konuyla ilgili takipsizlik kararı verebilir. Çünkü sizin tanıklığınız tek başına yeterli bir kanıt oluşturmayacaktır. Örneğin aleyhinde tanıklık yaptığınız kişi o gece başka bir yerde olduğunu başka bir tanığın beyanıyla ifade edebilir. Olayla ilgili parmak izi, kamera görüntüsü gibi somut deliller de yoksa bu durum delil yetersizliği anlamına gelecektir. Ancak dikkat edilirse sizin şahit olduğunuz olayla ilgili delil yetersizliği nedeniyle takipsizlik kararı verilmesi sizin aleyhine tanıklık ettiğiniz kişinin bir başkasını bıçakla yaraladığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Benzer şekilde Hz. Musa’nın (as) Hz. Yusuf’un (as) veya Hz. İbrahim'in (as) gerçekten yaşadıklarına dair elimizde yeterli, somut, tartışmasız kanıt ve bulguların olmaması bu isimlerin hiç yaşamadıkları anlamına da gelmemektedir.
Bu konuda en fazla “Bu zatların yaşadığına dair elimizde somut kanıtlar henüz yoktur.” denilebilir. “Bu isimler hiç yaşamamıştır.” denilemez. Çünkü kanıtın yokluğu yokluğun kanıtı olmadığı gibi somut bir delilin olmaması da bir realiteyi bütünüyle kapsamaz.
Diğer yandan Kudüs, Mekke, Medine gibi kutsal mekanlarda arkeolojik kazı yapılması neredeyse mümkün değildir. Arkeoloji bilimi henüz 150 yaşlarındadır ve bu yaş bir bilim dalı için çok genç sayılır. Bugün de adı geçen kutsal yerler hem yerleşim yerleri hâline gelmiştir hem de üç büyük semavi dinin mensupları kutsal mekanlarının kazılmasına karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla kutsal kitaplardaki anlatılarla ilgili arkeolojik araştırmalar yapmak son derece zordur.
Tarihsel Kanıtlara Yaklaşım ve Ön Kabuller
Daha önce “Kur'an'da Sümer Mitolojisi Etkileri Üzerine”1 yazısında da belirttiğimiz gibi; gerek günlük hayatımızda, gerek metafizik meselelerde, gerekse özelde arkeolojik verilerin genelde pek çok veri türünün yorumlanmasında ve bir sonuca ulaşmakta önemli olan şey verilerin veya delillerin kendisi değil konuyla önceki daha önceki aksiyomlar, ön kabuller veya varsayımlardır.
Yukarıda milattan önce 17 ve 16. yüzyıldan kalma bazı arkeolojik kayıtların varlığından bahsetmiştik. Bu kayıtlar gıda karşılığı devlet tarafından verilen bir cins bono olarak tabir edilebilir. Bilimsel açıdan bu veriler sabittir. Ancak bunların yorumu insanların bazı ön kabullerine dayanmaktadır. Örneğin siz Kur’an’ın veya Tevrat’ın söylediklerini doğru kabul ediyorsanız bu bonoların Hz. Yusuf (as) döneminde yaşanan kıtlık olayında insanlara dağıtılan gıda maddeleri karşılığında hazırlanmış devlet belgeleri olduğunu düşünebilirsiniz. Bu durum Hz. Yusuf (as) kıssasını tek başına bilimsel olarak objektif bir şekilde kanıtlamaz. Ancak tarihsel olayların yorum kısmı da vardır. Siz de bu kıssalara iman ediyorsanız bu bilimsel verileri o kıssalara bağlayabilirsiniz.
Benzeri bir durumu Hz. İsa (as) için de söylemek mümkündür. Hz. İsa’nın (as) yaşadığına dair şüphe edecek bir durum yoktur. Her ikisi de Hz. İsa (as) dönemine çok yakın yaşamış olan Tacitus gibi Romalı ve Josephus gibi Yahudi tarihçiler Hz. İsa’nın varlığından açıkça bahsetmektedirler. Konuyla ilgili bazı Roma belgeleri ve diğer kanıtlar da bulunmaktadır. Dolayısıyla Hz. İsa’nın yaşadığından şüphe etmek yersizdir. Ancak bazı ayrıntılar, örneğin Hz. İsa’nın tam doğum tarihi, gösterdiği mucizelerin yeri ve zamanı gibi konular hakkında aynı şeyi söylemek en azından tarih ve arkeolojinin geldiği aşama açısından henüz mümkün değildir.
Hz. Peygamber (sas) ve Tarihsel Kayıtlar
Öncelikle bilinmelidir ki; siyer, hadis veya daha genelde İslam tarihi kaynaklarının güvenilirliği başka bir şeydir, o kaynaklarda geçen isimlerin var olup olmadıkları, anlatılan olayların yaşanıp yaşanmadığı başka bir şeydir. Birincisi, tarih biliminin konusu iken ikincisi gereksiz ve anlamsız bir şüphenin ürünüdür.
Tarihi kaynakların güvenilirliği sorunu her zaman için az veya çok bir problem teşkil etmiştir. Bu durum elbette tarih yazarlarının güvenilir insanlar olmadığı anlamına gelmez. Ancak bazı teknik meseleler, dönemsel şartlar, yazarın kişiliği gibi hususlar ilk dönem tarih kitaplarının yüzde yüz doğru ve güvenilir kaynaklar olmalarını engelleyen hususlar olarak sayılabilir.
Örneğin Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşamış bir tarihçi Fatih’in Anadolu’daki Türk birliğini kurma idealine uygun bir tarih yazmak zorundadır. Çünkü tarihçiler o dönemde birer kamuoyu inşacısıdırlar. Bu nedenle Fatih’in Karamanoğulları seferini anlatan bir dönem tarihçisi bazı hususları gizlemiş bazılarını abartmış olabilir. Tarihi kaynaklarda bu tip arızaların olması her zaman mümkündür. Diğer yandan bu arızalar giderilebilir türden arızalardır. Çünkü karşılaştırmalı okumalar ve dolaylı araştırmalarla bir bilginin doğruluğunu test etmek çoğu zaman mümkündür.
Siyer kaynakları açısından da bazı sorunlar söz konusu olabilir. Nitekim siyer literatürünün güvenilir olup olmadığı meselesi özellikle son zamanlarda sıkça tartışılan bir konudur. Kimileri siyer literatürünü toptan güvenilmez addederken kimileri de tamamen güvenilir kabul edebilmektedir. Bu toptancı yaklaşımların yanında özellikle disiplinler arası çalışmalarla siyer ilmine yeniden ve temkinli yaklaşımlar da vardır.
Batıdaki oryantalist çalışmaların genel yaklaşımı da bu şekildedir. Oryantalistler çoğunlukla kaynak karşılaştırmaları ile İslam tarihindeki meseleleri ele almaya çalışmaktadırlar ve bu durum açıkçası bilimsel yönteme daha uygundur denilebilir.
Bu konudaki tarihsel süreci uzun uzun anlatmaktansa şu şekilde özetleyebiliriz: Tarihsel kayıtlar açısından Efendimiz’in (sas) yaşadığına dair hiçbir şüphe yoktur. Bununla ilgili birkaç tarihsel kayıt örneği verelim:
1) Stephanus Alexandrianus’un Horoscope Eseri
Stephanus Alexandrinus MS 630 yılında vefat etmiş İskenderiyeli filozof ve astronomi bilginidir. İskenderiyeli Stephanus olarak da bilinir. Bu zatın Horoscope adlı bir eseri vardır. Bu eserinde bazı kehanetlerden bahsettiği söylenir. Özellikle İslam’ın yükselişiyle ilgili kehanetlerinin uydurma olduğu ve Abbasi Halifesi Mehdi döneminde yazıldığı iddia edilmektedir. Ancak bizi ilgilendiren meselenin bu kısmı değildir. Bizim için önemli olan bu zatın şu ifadeleridir: “Yesrib’in çölünde İsmailoğulları’nın Kureyş (Korasianôv) kabilesinden, adı Muhammed olan ve peygamber olduğunu söyleyen bir adam ortaya çıktı. O Romalıların Nisan dedikleri Pharmuti ayında, (Philip’in başlangıcından) 932 yıl sonra zuhur etti. O, yeni bir söylem ve kendisini kabul edenlere savaşlarda zafer, düşmanlarına hâkim olma ve cennette zevkler vadeden alışık olmadık bir öğreti getirmiştir.”2
Bu zat Efendimiz’den (sas) yaklaşık iki sene önce vefat etmiştir ve bu bilgileri kendi yaşadığı bölgede bulunan bir Arap tüccardan öğrendiğini belirtmektedir.
2) Thomas the Presbyter yazıtları
Thomas the Presbyter veya Presbiteros Thomas, Milattan Sonra 640 yılıyla ilgili bir kronik yazmış olan Süryani bir rahiptir. Bu kroniğin el yazma nüshası günümüze kadar ulaşmıştır ve British Kütüphanesinde bulunmaktadır. Eser, Hz. Adem’den (as) başlayarak Müslümanların fetih hareketlerinin ilk yıllarına kadar olan süreyi düzensiz bir şekilde anlatır. Bazı araştırmacılara göre bu kronik Efendimiz’den (sas) ismen bahseden ilk kaynaktır.
Kitapta Müslümanlardan ve Efendimiz’den (sas) şu şekilde bahsedilmektedir: “945 (Miladî 634) yılında, 4 Şubat Cuma saat dokuzda Romalılarla Muhammed’in Arapları (ṭayyāyē of Muḥammad) arasında Gazze’nin 12 mil doğusunda Filistin’de bir savaş oldu. Romalılar kaçtılar ve patrik Baryrdn’i yalnız bıraktılar ve Araplar onu öldürdüler. 4000 civarında Hıristiyan, Yahudi ve Sâmirî, Filistinli köylü orada öldürüldü. Araplar bütün bölgeyi harap ettiler. 947 (milâdî 635/636) yılında Araplar/Müslümanlar (ṭayyāyē) Suriye’nin tamamına girdiler.”3
3) Fredegar Kroniği
Fredegar isimli Frank bir tarihçi 650 yılında yazdığı kroniğinde İslam ve ilk Müslümanlardan bahsetmektedir. Hatta İslam fetihleri hakkındaki en eski kaynaklardan biri de Fredegar’ın bu kroniğidir. Kronikte Hz. Halid bin Velid (ra) hakkında bilgiler verilmekte, Bizans kralı Heraklius’un Sarazenler (Ortaçağ Batı literatüründe Müslümanlara takılan bir isim) ile savaşını anlatmaktadır. Bu savaşın Yermük savaşı olduğu belirtilmiştir ve eserde Halid bin Velid’den “Tanrı’nın Kılıcı” olarak söz edilmektedir.4
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuç olarak diyebiliriz ki; evet, Efendimiz’in (sas) yaşadığı tarihsel olarak kanıtlanabilmektedir. Hatta pek çok tarihçinin ortak kanaati, tarihsel olarak yaşadığı kabul edilen ve kesin olarak bilinen tek peygamber Efendimiz’dir (sas). Diğer peygamberlerin yaşadıklarına dair bir takım deliller bulunsa da; tartışmasız, objektif, her türlü şüpheden uzak, kesin, nesnel, somut kanıtlar henüz yoktur veya bulunamamıştır denilebilir.
Efendimiz’in (sas) Kaynaklarda Geçen İsim ve Unvanları
Son bir hususu daha vurgulayarak bitirelim: Efendimiz’in (sas) gerçekten yaşayıp yaşamadığı ne Batı ne de Doğu akademilerinde tartışılan bir konu değildir. Böyle bir iddia ciddi akademik çevrelerde abes ve gülünç karşılanacaktır. Çünkü Efendimiz’in (sas) ve ashabın varlığına, yaptıkları işlere dair daha ilk dönemden itibaren kayda geçmiş pek çok belge ve bilgi vardır.
Bununla birlikte kaynaklarda Efendimiz’den (sas) bahsedilirken farklı isim ve unvanlar kullanılmıştır. Bu unvanlar veya nitelemelerin bir kısmı da bizim açımızdan olumsuz ve kabul edilemez ifadelerdir ancak bu kavramları kullananların zaten Efendimiz’in (sas) nübüvvetine inanmayan insanlar olduğu unutulmamalıdır.
Örneğin, Ermeni piskoposu Sebeos’un 655 veya 660’ta yazdığı tahmin edilen bir kronikte Efendimiz’den (sas) bahsedilirken “İsmail’in çocukları arasından Mahmet (Muhammed) adında ticaret yapan bir kişi,” ifadeleri kullanılmıştır.
Jakob Edessa isimli bir tarihçinin 692 yılına kadar olan süreyi içeren kroniğinde Efendimiz’den (sas) “Arapların ilk kralı Muhammed” şeklinde bahsedilmiştir.
Yine bazı kroniklerde Müslümanlardan İsmailîler (Hz. İsmail’in (as) soyuna atfen) veya Hacerîler (Hz. Hacer (as) validemize atfen) denilmekte, Efendimiz (sas) ise Hacerilerin Lideri olarak nitelenmektedir.
Sonuç: Efendimiz Hz. Muhammed (sas) yaşamıştır. Bu durum sadece İslam kaynakları ile değil Müslüman olmayanların hazırladığı tarih kronikleri ile de kanıtlanmıştır. Bunun dışında da pek çok belge ve kanıt bulmak mümkündür. Bunun aksini iddia etmek anlamsızdır.
Allah Teala’dan Efendimiz’e (sas) olan muhabbetimizi ve sadakatimizi güçlendirmesini diler ve dileniriz.
1 https://kurantime.com/kur-an-da-sumer-mitolojisi-etkileri-var-mi
2 Özcan Hıdır, Batı’da Hz. Muhammed İmajı, 143-144.
3 Hoyland, Seeing Islam As Others Saw It, 120 (Thomas the Presbyter, Chronicle, 147-148’den naklen); Penn, Envisioning Islam, 20; Penn, When Christians First Met Muslims, 28. Aktaran; Hicri 1. Asırda İslami İlimler, Ensar Yayınları, c. 2, s. 606-607
4 Aktaran; Hicri 1. Asırda İslami İlimler, Ensar Yayınları, c. 2, s. 607-608