İmam Buhari'nin İmam-ı Azam'a Eleştirileri | 2. Kısım
Dördüncüsü: O dönemlerde ehl-i hadis ve ehl-i rey arasındaki tartışmaların önemli bir nedeni her iki ekol temsilcilerinin bazı kavramları aynı anlamda kullanmamaları olmuştur. Örneğin “İmanda artma ve eksilme” meselesi o dönemin önemli bir tartışma konusudur. Amelin imandan bir parça olduğunu kabul eden ehl-i hadis ekolü amelin artmasına ve eksilmesine bağlı olarak imanın da artıp eksilebileceğini söyler. İmam-ı Azam gibi imanın kalp ile tasdik dil ile ikrar olduğunu, amelin imandan bir parça olmadığını kabul eden ehl-i rey ekolü ise iman edilecek hususlarda sayısal olarak bir artma ve eksilme olamayacağını ancak yakîn ve tasdik yönünden imanın artıp eksilebileceğini söyler. Buradaki artma ve eksilme ise güçlenme ve zayıflama ile eşanlamlıdır. Yani imanın tasdik ve yakîn yönünden artıp eksilebileceğini söyleyen ehl-i rey mensupları aslında imanın bazen güçlenebileceğini bazen de zayıflayabileceğini söylemiş olmaktadırlar. Burada önemli olan “İman artar ve eksilir.” veya “İman artmaz ve eksilmez.” diyenlerin imanın hangi bakımdan artıp eksileceği veya artıp eksilmeden maksatlarının ne olduğu konusunda birbirlerini anlamamaları veya yanlış anlamalarıdır. Temel kavramlarda ortak bir zeminde buluşamayan kesimler temel kavramlar etrafındaki konularda elbette birbirleriyle tartışmaya devam edeceklerdir. Halbuki her iki ekolün birbirlerini anlamaları, ortak bir zeminde buluşmaları, meseleleri buna göre müzakere etmeleri de mümkündür.
Hatta bu konuda Ahmed bin Hanbel (ra) şöyle der: “Biz ehl-i reyi, onlar da bizi durmadan lanetlerdik. Bu hâl Şafiî'nin gelmesine kadar devam etti. O gelince aramızı bulup bizi kaynaştırdı.”1
Bu durumda diyebiliriz ki; o dönemle ilgili bugüne kadar yansıyan tartışmaların önemli bir kısmı kavramlara yüklenen farklı anlamlar ve tarafların birbirlerinin maksatlarını tam olarak anlamamasından kaynaklanmıştır. İletişim problemleri de bunun en önemli harici nedenlerinden biridir.
Örneğin, bugün birileri “Bu şeriatın gereğidir!” diyerek sivillere yönelik intihar eylemleri yapsa veya okul basıp kız öğrencileri öldürse, bunu gören bir Batılı veya Müslüman bir ülkedeki seküler birisi “Kahrolsun şeriat!” dese, bir başka Müslüman da “Kahrolsun şeriat!” diyene “Şeriat Allah’ın emirleri demektir, sen İslam düşmanısın!” dese bu örnekteki üç kişi de hatalı olacaktır. Çünkü “Bu şeriatın gereğidir!” diyen cahil ve mutaassıptır. Şeriatın öyle bir emri olmadığını bilmemekte ancak bildiğini varsaymakta ve kendi hayal dünyasındaki şeriata inanmaktadır. “Kahrolsun şeriat!” diyen de şeriatı bilmemektedir ancak onun kastı şeriatın emri zannederek intihar eylemi yapan veya okula saldıran kişinin söylemindeki şeriattır. “Kahrolsun şeriat!” diyene “Sen İslam düşmanısın!” diyen de o kişinin şeriatı bilmediğini bilmemekte, asıl kahrolmasını istediği şeyin saldırıyı yapan kişinin zihniyeti olduğu ayrımını yapamamaktadır. Burada asıl nokta şeriat kavramına yüklenen farklı anlamlardır.
İşte, ehl-i hadis ve ehl-i rey arasındaki tartışmalar da bir yönüyle bu duruma benzemektedir. Ehl-i rey, özellikle de İmam-ı Azam ve Hanefi ekolü ayet ve hadisleri temel bilgi kaynağı olarak kabul ettikten sonra bu kaynaklar üzerinde akıl yürütme işlemine rey demektedirler. Ancak ehl-i hadis ekolünden bazıları “rey” deyince bir insanın ayet ve hadisleri dikkate almadan, tamamen kendi kişisel görüşüyle hüküm vermesini anlayabilmektedir. Böyle zannettikleri insanları da sapkınlıkla veya küfürle itham edebilmektedirler. Diğer kesim de “Rey Allah ve Resulünün emridir. Allah Kur’an’da düşünmemizi emretmiş, Rasulullah (sas) da Yemen’e gönderdiği Muaz bin Cebel’in (ra) “Bir konuda Kur’an ve hadiste bir şey bulamazsam reyimle hükmederim.” demesini onaylamıştır.” demektedir. Bu da gayet normal bir durumdur. Ancak burada da asıl mesele “rey” kelimesine farklı anlamlar yüklenmesidir.
Beşincisi: İmam Buhari (ra) ile İmam-ı Azam’ın (ra) doğdukları, yetiştikleri ve eğitim aldıkları ortamı da unutmamak gerekir.
İmam Buhari Buhara’da doğmuş, büyük hadis imamları İshak b. Râhûye, Humeydî gibi alimlerden ders almış, yıllarını sahih hadisleri toplamak için seyahatlerde (Rıhle) geçirmiş, yüzlerce muhaddisten hadis almış, ömrünü hadislere adamış, hadisçilerle oturup kalkmış bir alimdir. Aynı zamanda ehl-i hadis içinde kelimenin tam anlamıyla “fakih” diyebileceğimiz bir insandır. Bu nedenlerle hadislerin sahihlerine ulaşma şansı İmam-ı Azam’dan daha fazla olmuştur. Fıkhını da sahih hadisler üzerine kurmuştur.
İmam-ı Azam ise Kûfe gibi kozmopolit, İslam’a sonradan girenlerin çok olduğu, Mekke ve Medine’ye de uzak, halkının hepsinin Arap olmadığı dolayısıyla Arapça bilmediği bir şehirde doğup büyümüştür. İmam Buhari gibi önce hadis değil akaid (kelam) ve cedel ilimlerini öğrenmiştir. Hocası Hammad bin Süleyman da Kûfe rey ekolünün temsilcisidir. İmam-ı Azam döneminde Kufe gibi yerlerde hadis uydurma faaliyetleri maalesef yoğun bir hâldedir. Bu nedenle Ebu Hanife (ra) hüküm çıkaracağı hadisler konusunda son derece titiz davranmıştır. Hakkında şüphe bulunan ve kesin bilmediği, sıhhatinden emin olmadığı hadisleri yok saymıştır. Ehl-i hadis gibi zahirde dini bir hüküm belirttiği düşünülen her hadis ile amel etmemiş yahut onların kesin bir dini hükme delalet etmediğini düşünmüş de olabilir. Ancak bazı selefi meşrep insanların iddia ettiği gibi kesinlikle hadisleri terk etmemiş, onları asla yok saymamıştır. Hadislere önem vermede, onları delil saymada diğer fıkıhçılardan ve hadisçilerden hiçbir farkı yoktur. Tek farkı, hadisleri anlama, yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma konusundaki yaklaşımı, yöntemidir.
Diğer yandan İmam-ı Azam’a ulaşmayan hadisler de olmuştur. Nitekim İmam-ı Azam’ın talebesi Ebu Yusuf İmam Malik’le karşılaştığında birkaç fıkhî konuda ona fikir danışır. İmam Malik konuyla ilgili hadisleri sıralar. Ebu Yusuf “Senin hadislere dayanan görüşüne döndüm. Benim gördüğüm bu delilleri hocam Ebu Hanife de görmüş olsaydı benim gibi o da görüşünden dönerdi.”2 der.
Bu örnek İmam Azam’ın hadis konusunda İmam Buhari kadar geniş bir bilgi kaynağına sahip olmadığını gösterebilir. Elbette bu durum İmam-ı Azam’ın hadis konusundaki yetersizliğini göstermez ancak ikisi arasında bir karşılaştırma yapınca İmam Buhari’nin ömrünü verdiği hadis ilmi nedeniyle elindeki hadis birikiminin İmam-ı Azam’dan daha fazla olması doğaldır.
Diğer yandan sahabe içinde bile bazı hadislerden haberdar olmayan üstelik de büyük sahabiler bulunabilmektedir. Örneğin Hz. Ömer (ra) veba salgını sırasında karantina uygulamasına işaret eden hadisi bildiği için salgının merkezine doğru gitmemeyi emretmiştir. Ancak bu hadisten haberi olmayan bazı sahabiler salgın noktasına doğru gitmeyi de düşünmüşlerdir. Demek ki bazı hadislerden haberi olmayan sahabiler bir konuda kendi aralarında konuşup karar vereceklerinde verdikleri kararın o konudaki hadise ters düşmesi yaşanmıştır. Bu durumda hadisle amel etmeyen sahabi hakkında kötü düşünmek nasıl abes olacak ise benzer durumda İmam-ı Azam veya aynı konumdaki başka alimleri kötülemek de makul değildir.
Altıncısı: ,İmam-ı Azam’ın kurduğu sistem de İmam Buhari’nin takip ettiği yöntem ve ortaya koyduğu ürünler de çok güzel, müthiş derecede verimli ve çok büyük oranda başarılıdır. Bununla birlikte insan elinden çıkmış oldukları ve Kur'an hariç hiçbir kitabın yüzde yüz mükemmeliyete sahip olması beklenemeyeceği için doğal olarak düzeltilmesi gereken bazı kısımları vardır. Ancak her iki deha da vefat ettikten birkaç kuşak sonraki nesiller bu isimlerin sistemlerini ve yöntemlerini olduğu gibi bırakmışlar, düzeltilmesi gereken yerlerini düzeltme, eksik kalan yerlerini tamamlama gibi işlere pek girişmemişlerdir. Böyle bir tavır da bu isimlerin sistemlerinin donmasına, olduğu gibi kalmasına neden olmuştur.
Örneğin, İmam Buhari (ra) hadis alanında dönemin şartlarına göre çok önemli ve özgün bir yöntem ortaya koymuş, bugün için bile “bilimsel” denilebilecek ve büyük oranda doğru sonuçlar veren bir yöntem izlemiş, sonuçta da “Sahih-i Buhari” isimli mükemmel eserini ortaya koymuştur. Ancak sonraki hadis alimlerinin işin doğası gereği Sahih-i Buhari’den daha nitelikli eserler ortaya koymaları gerekirken Sahih-i Buhari’nin kalitesinin altında eserler ortaya koymaları bu konuda ilerlemenin istikrarlı bir şekilde sağlanamadığını göstermektedir.
İmam-ı Azam’ın (da) da ilk dönem talebeleri dışında sonraki Hanefi fıkıhçılarının İmam-ı Azam ve talebeleri kadar geniş fikirli olamadıkları, içtihat meselesini dondurdukları, bir yerden sonra Hanefi mezhebinin de diğer mezhepler gibi kendi fetvalarını farklı yer ve zamanlarda tekrarlayan bir sistem hâline dönüştüğünü söylemek mümkündür.
Dolayısıyla her iki ekol temsilcilerinin veya her iki ekol adına konuşanların taassup noktasında birleştiklerini, her iki tarafın da bir yerden sonra tarafgirlikle birbirlerine bazı ithamlarda bulunduklarını görmek mümkündür.
İslam aleminde maalesef şöyle bir akıl tutulması vardır: İnsanlar hocalarının veya büyüklerinin bir eksikliğini tamamlama, bir hatasını düzeltme yolunu değil, onları çılgınca ve taassupla savunma yolunu sıkça tercih edebilmektedirler.
Bu arada son olarak belirtelim ki: İmam Buhari’nin (ra) hadisler konusundaki birikimi daha fazladır, çünkü daha çok sahih hadise ulaşmıştır. İmam-ı Azam’ın (ra) ise fıkıh alanındaki yöntemi daha sağlam, daha geniş, daha geçerli ve daha verimlidir. Akıllı Müslümanlara asıl lazım olan ise bu her iki büyük isimden de olabildiğince istifade etmenin yollarını aramaktır. Allah Teala bizleri görüş ayrılığına düşen alimler arasında hakem kılmamıştır. Başta İmam Buhari ve İmam-ı Azam olmak üzere aralarında görüş ayrılığı bulunan ciddi, rasyonel, makul, samimi alimlerin her birisi başımızın tacıdır. Onlar adına konuşanların ve onları birbirlerine karşı savunmak için birbirlerine kaba ithamlarda bulunanların ise görüşleri bize lazım değildir. Allah Teala’dan onları da bizleri de affetmesini dileriz.
Ayrıca İmam Buhari’nin İmam-ı Azam hakkındaki tenkitleri İmam-ı Azam’ın da İmam Buhari’nin de değerini düşürmez. Nitekim sonraki dönem Hanefi alimleri Ebu Hanife’ye atfedilen “Müsned” tarzı hadis kitapları olmasına rağmen İmam Buhari’nin Sahih’ine son derece kıymet vermişler, o kitap üzerine şerhler yazmışlardır. Örneğin Türk asıllı Hanefi fıkıhçısı Bedreddin Aynî, tarihteki en düzenli Buhari şerhlerinden birisi olan Umdetü’l-Kârî eserini kaleme almıştır. Bu çerçevede çoğu Hanefi aliminin İmam Buhari’nin eserine kıymet vermelerini mezhep taassubuna düşmeden uzmanlığa kıymet vermeleri olarak görebiliriz.
Biz biliyoruz ki; “Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.”3
Bu nedenle konuyla ilgili son diyebileceğimiz şudur: “Onlardan sonra gelenler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin.”4
1 ) İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 1, s. 194
2 ) Yusuf el-Karadavi, Fetava Muasıra, c. 2, s. 113
3 ) Bakara, 141
4 ) Haşr, 10