16 dk.
20 Mart 2023
Ölüm Korkusu ve İman Zayıflığı | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Ölüm Korkusu ve İman Zayıflığı | Tek Parça

Soru: Deprem gibi şiddetli olaylar sonucu gelişen ölüm korkusu, anksiyete gibi travmatik hisler iman zayıflığı olarak değerlendirilebilir mi? “Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” veya “Tam münevverü-l kalb (kalbi tam aydınlanmış) bir kulu, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz.” gibi sözler ışığında ölüm korkusunu nasıl değerlendirmeliyiz?
 

Kısa Cevap: İnsanların aile, memleket sevgisi gibi fıtri sevgiler nedeniyle ölümü istememeleri ve ölümden kaçınmaları tabiidir.

 

Bir Müslümanın ahireti adına daha fazla hayırlı işler yapmayı istemesi ve bu nedenle ölmeyi istememesi de tabii ve caiz bir durumdur.

 

Bir müminin tebliğ veya cihad adına yerine getirmeye çalıştığı vazifeleri itibariyle ölümü istememesi veya uzun bir ömür istemesi de doğaldır.

 

Ölümü istememek, kendisine verilen hayatı sağlıklı bir şekilde sürdürmeye çalışmak zaten Allah Teala’nın açık emridir ve bu nedenle kişinin kendine zarar vermesi yasak olduğu gibi intihar etmesi de haramdır.

 

Bunların yanında ölüm gerçeğinin zihinlerde canlı tutulması Müslümanlardan istenen bir husustur. Ahirete imanın insana tesir etmesi için ölüm hakikatini zihinlerde gömülü tutmamalı, hayatın dışına atmamalıyız. Aksi hâlde her insanda az çok var olan gaflet hâli iyice güçlenecektir ve bu da ölüm gerçeğiyle her yüzleşmede insanlara bir şok, dolayısıyla da travmatik durumlar yaşatacaktır.

 

Ölüm gerçeğiyle karşılaşma anında gelişen ölüm korkusu, şoklar ve travmatik durumlar sadece bir yönüyle iman zaafına işaret ediyor olabilir. Bu da iman ve Kur’an hakikatlerinin yeterince sindirilememiş, duygu ve düşünce dünyasını yeterince kuşatamamış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu durum imanın olmadığı anlamına da gelmez. İmanın kemâl mertebede tesiriyle ilgilidir.

 

Hakiki imanı elde etmiş bir insan için ölüm zaten sürpriz olmayacaktır. O, sürekli beklenen, bazen yolları gözlenen, bazen vazife itibariyle ötelenmesi için dua edilen ancak vazife bitince kapı önünde bekletilen bir misafir gibi hürmetle buyur edilen bir realitedir.

 

Mizaçlar da ani ölüm risklerinin yaşandığı durumlarda geliştirilen reaksiyonları doğrudan etkileyecek bir durumdur. Bazı mizaçlar deprem gibi şoklar karşısında içsel reaksiyonlar geliştirirken bazı mizaçlar da dışsal reaksiyonlar geliştirebilmektedir.

 

Ayrıntılı Cevap: Hz. Aişe (ra) validemizin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sas) “Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah’a kavuşmayı istemezse, Allah da ona kavuşmayı istemez.” buyurmuştur. Bunun üzerine validemiz; “Ey Allah’ın Rasûlü! Hepimiz ölümü istemeyiz?!” demiş, Efendimiz de “Durum böyle değildir. Mümin, (ölüm esnasında) Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti ile müjdelendiğinde Allah’a kavuşmayı ister, Allah da ona kavuşmayı ister. Kafir ise Allah’ın azabı ve gazabı ile müjdelendiğinde, o Allah’a kavuşmayı istemez, Allah da ona kavuşmayı istemez.” buyurmuştur.1

 

Konunun çok katmanlı olması nedeniyle meseleyi maddeler hâlinde izah etmek daha uygun olacaktır.
 

Birincisi: Bazı sevgiler fıtridir. İnsan ailesini, anne ve babasını, eşini ve çocuklarını, arkadaşlarını, memleketini sever ve bunlardan ayrılmamak için gurbete gitmeyi istemeyeceği gibi ölmeyi de istemez. Bu da gayet tabiidir.
 

İkincisi: Normal bir Müslüman ölmek istemez. Bunun reel hayat içinde bazı küçük istisnaları bulunabilir ama bir mümin genellikle ölümü istemez ve ölmeyi sevmez. Çünkü zaten ahireti adına tek sermayesi bu dünyadaki hayatıdır. Ahiret adına ne kazanabilecekse bu dünyada kazanabilecektir. Dolayısıyla bir şeyler kazanma adına ekstra bir gün ekstra bir saat dahi mümin olan bir insan için avantajdır. Bu avantajı değerlendirmek istemesi, ahireti adına daha fazla hayırlı işler yapmak için yaşamayı istemesi gayet tabiidir.

 

Üçüncüsü: Bir Müslüman veya mümin, iman ve Kur’an hizmeti adına veya helal ve meşru olan herhangi bir iş adına belirli bir görevi yerine getirmektedir. Bu bağlamda önüne çıkan fırsatları değerlendirmek istemektedir, bu konuda bir takım plan ve projeleri gerçekleştirmek istiyordur. Bu nedenle de ölümü istemeyebilir, aksine uzun ve sağlıklı bir ömür isteyebilir ve bu gayet doğaldır. Hadis kriterleri açısından tartışılabilecek olan ve farklı yönleriyle tevil de edilen bir hadiste Efendimiz (sas) Hz. Musa’nın (as) canını almak üzere gelen ölüm meleğine Hz. Musa’nın tokat attığını ve gözünü çıkardığını beyan buyurur.2 Hadisin sıhhat kritiği ve bir meleğin gözünün nasıl olup da çıkarılabileceği, meleklerin gözünün olup olmaması gibi hususlar ayrıca tartışılabilir. Ancak bu hadiste konumuz itibariyle önemli olan mesaj, Hz. Musa (as) gibi celalli, mücadeleci, Allah yolunda cehd etmeyi her şeyin üzerinde tutan bir peygamberin vazife esnasında ölüm meleğine tepki gösterebilecek kadar nübüvvet vazifesine yoğun bir şekilde odaklanmış olmasıdır.

 

Dördüncüsü: Bu konuda bir zirveyi Hz. Musa (as) temsil etmektedir denilebilir. Bir başka zirvede ise Efendimiz (sas) bulunmaktadır ve O'nun bulunduğu zirveyi uzaktan görmek bile çok zordur. Efendimiz’in (sas) vefat süreci kendisi açısından oldukça zahmetli geçmiştir. Yani Efendimiz (sas) bu süreçte ciddi anlamda biyolojik sıkıntılar çekmiştir. Şiddetli baş ağrısı ve yüksek ateşle seyreden hastalığı için Hz. Aişe (ra) validemiz Efendimiz’den (sas) daha çok acı çeken kimseyi görmediğini söylemiştir.3 Efendimiz’in (sas) bu hastalığı sırasında Hz. Aişe validemiz Rasulullah’ın bir ara baygınlık geçirdiğini, Onun yüzünü sıvazlayıp şifa bulması adına dua etmeye başladığını ancak Efendimiz’in; “Hayır, bilakis Cebrail, Mikail ve İsrafil ile mesut olmak için Allah’tan Refîk-i A’lâ’yı istiyorum.” şeklinde cevap verdiğini de söylemiştir.4

 

Efendimiz’in (sas) kendi ilmi, varlık ve hâl seviyesi itibariyle ulaşılmaz bir seviyede olduğu takdir edilecektir. O seviyenin gölgesi altında yer alabilen bazı ruhlar için de benzer durumlar söz konusu olabilir. Örneğin ömrünü Kur’an hakikatlerinin anlatılmasına adamış insanlar dünya hayatında tebliğ, cihad gibi belli bir vazifeyi sürdürmek istemeleri açısından ölümü istemeyebilirler. Söz konusu vazifeleri itibariyle misyonlarının tamamlandığını anlayınca da bunu açıkça ifade edebilirler. 

 

Bediüzzaman bu insanlardan birisidir. Eserlerinin yeni harflerle basıldığı zamanlarda “Allah’tan ömür istedim ve hadsiz şükür olsun, bunları da gördüm.” “Benim vazifem bitti, artık ben gideceğim.” şeklindeki sözlerini talebeleri aktarmaktadır.5 Bu insanlar dünyaya olduğu gibi ölüme de iman hakikatlerinin tebliği nazarından baktıkları için ölümü bir emr-i İlahi olmasının yanında o tebliğ fırsatının bitmesi olarak da görebilirler ve Allah Teala’dan kendilerini bir süre daha yaşatmasını isteyebilirler.

 

Diğer yandan Bediüzzaman gibi bir insanın bütün malını mülkünü tek bir çantaya sığdırabildiği, dünyada eş, çocuk, mal, mülk bırakma adına en ufak bir terekesi olmadığı bilinmektedir. Bu durumda ölümün onun için daha kolay olacağı söylenebilir. 

 

Çünkü rivayet edilir ki; insanın kalbinde bu dünyaya dair var olan her bağ, her sevgi, onun vefatı anında ayrı bir acıya dönüşecektir. Nasıl ki bedenimizden bir organın kesilmesi acı verir. Ölüm anında da kalbin dünyevi alakalarından teker teker koparılmasının kendine göre bir acı vermesi mümkündür.

 

Bu noktada Bediüzzaman’ın çok genç yaşlardan itibaren kendisini ölmeye hazırladığı söylenebilir. Ancak böyle bir insanın dahi “Şu anda ölmek istemiyorum, çünkü şu işleri yapmak istiyorum.” dediği görülmektedir ki o işleri bittiği zaman da “Artık gideceğim, benim vazifem bitti.” diyebilmiştir.

 

Elbette bu konuyu çift yönlü ele almak gerekecektir. O kadar alim olmayan, varlık, ilim ve hâl seviyesi itibariyle o seviyede bulunmayan bizlerin bu dünyadaki vazifelerimizin spesifik olarak ne olduğuna dair düşüncelerimiz doğru sonuçlar vermeyebilir.
 
Beşincisi: Dayanılmayacak kadar fiziksel acı çekmeleri nedeniyle ötenazi benzeri uygulamalara başvuranlar gibi uç noktadaki istisnalar dışında normal bir insanın ölmek istememesi, ölmekten sakınması gayet doğaldır. Allah Teala’nın cephede ölüm riskini almamızı emrettiği nadir durumlar dışında insanın kendi hayatını, sağlığını koruması zaten önemli bir vecibedir, farzdır. Dolayısıyla intihar etmek haram olduğu gibi belli bir faydaya, bir hikmete yönelik olmadıkça ölüm riskini kabullenerek bir davranışta bulunmak da haramdır. İnsan, imkanları ve bilgisi ölçüsünde ölümden kaçmaya çalışmalıdır. Bu noktada depremde enkaz altındakileri kurtarmak, salgın esnasında hastalara müdahale etmek gibi durumlarda bazı arama kurtarma ekipleri ile doktorların ve diğer sağlık personelinin yaptıkları işlerdeki ölüm riski spesifik bir istisnadır. Bu istisnalar dışında insanın kendi hayatını sağlık üzere sürdürmeye çalışması bir vecibedir.

 

Altıncısı: İnsan genellikle gafildir, maneviyata karşı miyoptur ve mana alemine karşı çok dar bir alandan bakarak konsantre olabilmektedir. Bu nedenle aslında hepimiz ölümlü olduğumuz hâlde ölümü pek hatırlamayız ve o konuda pek hazırlık yapmayız. 

 

Efendimiz’in (sas) İbn Ömer’in (ra) omzunu tutarak “Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!”(6) buyurması belli bir şuur seviyesinin yakalanması ve muhafaza edilmesinin önemini göstermektedir. İnsan hayatının her anında bir gün öleceği şuurunu hatırında tutamayabilir. Mesele de zaten her gün örneğin 500 defa “Bir gün öleceğim, bir gün öleceğim.” deyip durmak değildir. Mesele, bir gün öleceği şuuruna sahip olduktan sonra o hâli muhafaza edebilmektir ki bu da insanın ahiret eksenli yaşamasını gerektirir. 

 

Bununla birlikte “Yanında vasiyet edeceği bir şeyi olan bir Müslümanın vasiyetini yazmadan iki gece uyuması doğru değildir.”(7) hadisi de ölüm gerçeğiyle iç içe olmanın önemini belirtmektedir.

 

Lezzetleri bıçak gibi kesen (veya tıraş eden) ölümü sıkça hatırlayın, zikredin.”(8) hadisi de oldukça manidardır. Bu hadiste kullanılan kelime tam olarak “tıraş eden” anlamına gelmektedir. Sakal tıraş edilir ancak bir süre sonra tekrar uzar. Dünya lezzetleri de ölümü hatırladıkça tıraş edilmiş olunur ve bir süre sonra tekrar nükseder. Bu çerçevede yüzünün sürekli traşlı olmasını isteyen birisinin kendi spesifik durumuna göre bazen her gün bazen iki günde bir tıraş olması gerektiği gibi dünya lezzetlerinden kalbî alakasını kesmek isteyen bir insanın da gaflete düştükten sonra ölümü hatırlaması, belirli aralıklarla ölümü yâd etmesi ve ölümü hatırlatacak şeyler yapması önemlidir.

 

Deprem gibi durumlarda ölümü bir anda hatırlamanın verdiği bir şok yaşanması mümkündür. Ölümlü olduğumuz gerçeğini unutup zihnimizin derinlerine gömebiliriz. Bu hâlde iken bir depremi görünce ölümlü olduğumuzu bir şok halinde hatırlamış oluruz.

 

Türkiye’nin deprem bölgesi olduğu bilinmektedir. Bu da demektir ki periyodik olmasa da bazı aralıklarla depremler yaşanacaktır. Diğer yandan pek çok binanın deprem yönetmeliğine uygun olmadığı, depreme dayanıksız olduğu da bilinmektedir. Ancak deprem gibi şiddetli bir olay olmadıkça insanlar deprem gerçeği hiç yokmuş gibi yaşamaya devam edebilmektedirler.

 

Kontrolsüzce araba kullanan insanlar da vardır. Bunlar da ölüm tehlikesi doğuracak bir kaza geçirmedikçe böyle araba kullanmanın sakıncasını düşünmezler. Ancak şok hâlinde yaşanacak bir kazadan sonra daha dikkatli kullanmaya başlarlar. Bir trafik kazasında ölme ihtimalini o kazayla öğrenmiş ve anlamış olmaktadırlar.

 

Bu örnekler göstermektedir ki: Ortada bir realite vardır ancak biz o realiteye karşı gözlerimizi kapayarak sahte bir emniyet alanı, yapay bir mutluluk ortamı oluştururuz. O sahte ortam bir anda ve sert bir şekilde bozulunca başımızdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi hissederiz. Çünkü böyle bir duruma psikolojik olarak da hazırlanmış değilizdir. Bu da bir şok etkisi oluşturacaktır. Bu şok etkisiyle panik ve anksiyete yaşanabilir. Ancak bu durum tek başına bir iman zayıflığını, imani bir problemi göstermez.

 

İslam’ın ve imanın şuurunda olan bir insanın ölüm gerçeğini kendi bireysel hayatına diğer insanlardan daha fazla aktarması, dahil etmesi beklenilir. Bu doğrudur. Fakat diğer yandan hayatın içindeyken ölümlü olduğuna dair şuuru sürekli yaşamak, ölümü sürekli düşünmek de kolay değildir. 

 

Bu noktada insanın kendi kendisine uygulayacağı rabıta-ı mevt veya ölümü hatırlatacak uygulamalar mekanik bir hâle gelebilir. Örneğin bir Müslüman bir mezar resmi bastırsa, üzerine de “Başıboş değilsin. Bir vazifen var. Kabre gireceğini bil, öyle hazırlan.” yazdırsa, bunu da odasının duvarına astırsa, birkaç gün o resim ve yazılar kendisi için uyarıcı bir mesaj vazifesi görebilir. Ancak bir süre sonra o resim ve yazılar evin basit bir dekoru haline gelecek, o kişi için daha fazla bir anlam ifade etmeyecektir.

 

Hatta bazı insanlar mezar kazıp içine uzanırlar veya bir tabutun içine girerler. Böylece rabıta-i mevt adına bir şeyler hatırlamak ve anlamak isterler. Ancak insan o tabutun içine girince de dünyevi hayallere dalabilir. Yahut aynı uygulama birkaç tekrardan sonra hiçbir anlam ifade etmez hâle gelebilir. Aynen gayr-i Müslimlerin bir İslam ülkesine giderek Müslümanların ibadetlerini turistik bir merakla tecrübe etmek istemeleri, bu nedenle oruç tutup namaz kılma hareketlerini yapmaları gibi bir uygulama hâline gelebilir. Gayr-i Müslimlerin o uygulamaları onları Müslüman yapmamaktadır. Benzer şekilde bir insanın rabıta-i mevt adına yapacağı uygulamalar da her zaman işe yaramayabilir.

 

Bazen mezar ziyaretleri bu konuda etkili olabilir. Hatta sadece mezar ziyaretleri değil, örneğin bir hastanenin yataklı hasta servisinde, onkoloji bölümünde veya yoğun bakım ünitesinde hasta ziyaretleri de işe yarayabilir. Ancak her uygulama bir süre sonra mekanik ve şuursuz bir uygulamaya dönüşebilir.

 

Bu mesele zaten genellikle karşılıklı bir etkileşim hâlinde ilerlemektedir. Yani insan bir süre dünya hayatının dağdağasına kapılıp ölümü ve sonrasını unutacak, daha sonra ya hastalanacak ya gurbete düşecek ya bir yakınını kaybedecek ya da deprem, sel gibi büyük veya kaza gibi küçük afetler yaşayacak, böylece kendi iradesinin dışında ölümü hatırlayıp ahirete yönelecek bir hâle gelebilecektir. Bazen de bu yönelmeyi kendi iradesiyle yapmaya çalışacak, mezarlık ve hasta ziyaretleri ile ölümü ve sonrasını düşünüp o konuda bir şuur geliştirmeye, böylece içinde bulunduğu kuvvetli veya zayıf gaflet hâlini kırmaya çalışacaktır. Dünyanın geçici olduğu, ölümün ve ahiretin var olduğu şuurunu iradi bir şekilde 7/24 muhafaza edebilmek ve bu konuda bozulmaz bir kıvam yakalamak uzun süreli çalışmalar ve şuurlu gayretlerle ulaşılabilecek bir seviyedir.

 

Diğer yandan insan, kendisinin öleceğini bildiği, anladığı vakit dünyaya dair ufak tefek meseleleri pek sorun etmeyecektir. Bir insan örneğin 2 yıl ömrü kaldığını, 2 yıl sonra hastalığı nedeniyle büyük ihtimalle öleceğini bilse ve bu gerçeği kabullense dünyevi meseleler kendisi için eskisi kadar sorun hâline gelmeyecektir. Hatta bu durum o insana bir cins cesaret kazandıracak, dünyevi kaygılar nedeniyle yapamadığı hayırlı işlere daha çok yoğunlaşabilecektir.

 

Kişisel gelişim literatüründe “Karşılaştığınız her insana onun bilmediği gizli bir kanseri varmış ve üç ay sonra ölecekmiş gibi davranın.” şeklinde bir tavsiye vardır. Gerçekten de böyle düşünen bir insan birisi kendini trafikte solladı diye, bir başkası kendisi hakkında dedikodu yaptı diye insanlara pek aldırmaz. Kendisini sollayanın ve kendisi hakkında dedikodu yapanın 3 ay sonra öleceğini bildiği için onlar adına üzülebilir bile. Şunu hatırlamak gerekir ki o insanlar kanser olmasalar da, 3 ay içinde ölecek olmasalar da zaten bir şekilde öleceklerdir. Onlar da ölümlüdür biz de ölümlüyüz. Dolayısıyla ölüm bilinci insanlar arası davranışları da derinden etkileyecek önemli bir faktördür ve mümkün olduğunca yaşatılması, hayatın içine dahil edilmesi gereken bir realitedir.

 

Yedincisi: Hakiki imandan gelen şöyle bir hâl vardır: Hakiki bir mümin kendi ölümüyle gerçek anlamda karşılaşınca o kadar da büyük bir şok, bir sürpriz yaşamayacaktır. 

 

Tabii buradaki hakiki imandan kastın, insanın kendi duygusal, zihinsel ve fiziksel yönlerini iman ve Kur’an hakikatlerine göre eğitmiş, ölüm ve ahiret gerçeğini hazmetmiş, ibadetlerini eksiksiz yerine getirme cehdinin yanında insanlara zulmetmeme, borçlarını ödeme, insanlara ahiretleri adına da faydalı olmaya kilitlenme, kendisini muhasebeye çekme gibi amelleri ciddiye almayı ve uygulamayı sağlayan bir iman olduğunu söylememiz gerekir.

 

Böyle bir insan ölüm karşısında paniklemeyecek, şoka girmeyecektir. Bu yönüyle ani gelişen ölüm tehlikeleri karşısında bir şok yaşamanın iman zaafiyeti olduğu söylenebilir. Ancak bu Allah’a ve ahirete iman etmede bir eksiklik anlamında değil, o imanın insan iradesine bütünüyle etki edecek bir hâle, duygu ve düşüncelerine tam tesir edecek bir hâle gelememesi, insanın içine tam işlememesi anlamındadır. Çünkü bu açıdan bir insanda iman tam yerleşmiş, tam hazmedilmiş olsaydı ölüm de sürpriz olmayacak, zaten beklenen bir şey olacaktı.

 

Bu noktada şu dipnotu da düşmemiz gerek: Efendimiz (sas) en mükemmel imana sahip insandır ve bu yönüyle de ölüme en hazırlıklı olandır. Ancak O dahi oğlu İbrahim’in vefatıyla ağlamıştır ve yanındaki sahabe de bu ağlamaya şaşırmışlardır. Demek ki hakiki iman sahibi birisi için de ölümden kaynaklanan ayrılık hüznü yaşanabilmektedir. Çünkü insanın böyle bir yönü vardır.

 

Sekizincisi: İnsanların mizaçları farklı farklıdır. Bazı insanlar bir şokla karşılaşınca bu durumu içselleştirerek, bazıları da dışsallaştırarak çözmeye çalışırlar.

 

Örneğin deprem konusunda kimi insanlar öfke hâlinde birilerini suçlamak gibi dışsal reaksiyonlar, kimi insanlar da anksiyete, panik atak gibi içsel reaksiyonlar geliştirirler. Bazılarında da depresif durumlar gözlemlenebilir. Bazıları da dünyanın geçiciliğini anlamış ancak çok yanlış anlamış bir hâlde “Madem dünya geçici o zaman gülelim, eğlenelim.” şeklinde bir reaksiyon geliştirebilirler.

 

Bu tip reaksiyonların davranışa dökülmemiş halleri olarak içsel şekilde gelişmeleri bizim irademizin haricinde bir durumdur. 

 


 

1 ) Tirmizi

2 ) Buhari, Cenaiz, 23; Müslim, Fedail, 43

3 ) Buhari, Merda, 2; İbn Mace, Cenaiz, 64

4 ) İbn Mace, Cenaiz, 64

5 ) Son Şahitler, c. 3, s. 75-76
6 ) Buhari, Rikak, 3

7 ) Buhari, Vesaya, 6; Müslim, Vesaya, 4; Ebu Davud, Vesaya, 1; İbn Mace, Vesaya, 2

8 ) Tirmizi, Zühd, 4