12 dk.
28 Haziran 2022
İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler | 2.Kısım: İmana mani hâller-gorsel
Youtube Banner

İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler | 2.Kısım: İmana mani hâller

Not: Bu yazı, "İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler" başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. İlk yazıya, buradan ulaşabilirsiniz. 

İmana Mani Haller

 

İmanla ve iman etmeyle ilgili yaptığımız girizgahtan sonra imana mani olan hâlleri sıralayabiliriz. 

 

Yanlış Yetiştirilme Tarzı Ve Şartlanmaların Olumsuz Etkisi: Evet, iman etme, kişinin bizzat kendisinin yapabileceği bir tercihtir. Fakat bu tercihin öncesinde, bilhassa kendisinin öğrenme ve yapma tercihlerinin bulunamayacağı ancak ailesini ve etrafını taklit ederek öğrendiği dönemlerden gelen bazı avantaj veya dezavantajlara sahip olması mümkündür. Nasıl ki insan çocukken bir hastalığa düçar olsa, hastalığın da aslında çaresi bulunsa fakat anne babanın ihmali yüzünden tedavi olunmasa, o yüzden de çocuk ayağını kullanamaz hale gelse, büyüyünce de yürüme tercihini yapamayacak hâle gelecektir. Aynı şekilde, bir insanın büyüdüğü, yetiştiği ortam yukarıda bahsedilen imanla ilgili açıklama ve tanımlara bütün bütün ters ise kişinin iman etmesi zorlaşacak veya o insan imanın hakiki ve güzel hâline ulaşamayacaktır. İman etmenin tamamen imkansız hale gelmesine de Nuh kavmini örnek verebiliriz. Nuh kavminin toplumsal hayatları ve eğitim sistemleri o hale gelmiş ve yeni nesilleri öyle şeylere şartlandırarak büyütüyorlarmış ki nihayetinde çocuk bir şeyleri seçeceği zaman hakikati kabullenmek şöyle dursun, onu görünce kaçacak hatta yanlış olduğunu iddia edecek şartlanmışlıkla dolu bir hale geliyormuş.(1) Bu hâli daha ince bir şekilde Efendimiz (sav) “İnsanlar fıtrat üzerine doğarlar, fakat anne babaları onları Hristiyan veya Yahudi yapar.”(2) hadisiyle ifade etmiştir.

 

Anne babaların ve toplumların bu manada imanda derinleşmeyi imkansız kılacak eğitimleri vermesi mümkündür. Bu ailevi ve toplumsal eğitimle şartlanmanın daha tehlikeli, daha sinsi, daha problemli bir şekli de var. Her birimizin etrafımızda gözlemleyebileceği bu durumu kendisini dindar kabul eden insanlar arasında daha yaygın haliyle görmemiz de mümkündür. Bahsettiğimiz bu durumun özeti şudur ki: “Aslında her şey görüntüden ibaret, kanunların kuralların bir anlamı yok.” düşüncesinin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yeni nesillere empoze edilmesi söz konusudur. Kimse kendi çocuğuna direkt bu şekilde söylemese de günlük yaşam pratiği ve konuşmaların içinde “Kendi reklamını yapacaksın asıl para öyle kazanılıyor, daha güzel takım elbise giyeceksin, ofisini güzel yapacaksın, ağzın laf yapacak, bir tanıdığın olacak, kitapta ne yazdığı önemli değil biz onu ayarlarız.” tarzında sözler tekrarlana tekrarlana genel bir umumi kaide hâline geliyor.
 

Bunun gibi kişilerin hakikati görünce kabullenmesini zorlaştıracak eğitimlerin verildiği yerler vardır. Bu tür eğitim ve şartlanmalardan uzak olmak iman etmeyi kolaylaştıracak faktörlerden birisidir. 

 

Bu noktada aklınıza imtihan sırrı ve bu tür yanlış eğitimlere maruz kalanların cezalandırılması adil midir şeklinde sorular gelebilir. Buna benzer soruları yakın zamanda cevaplamıştık, başka vesilelerle yine bahsi açılabilir. Ama kısaca Allah-u Teala herkesin halini biliyor, kimsenin yaptığı hayrı ve şerri zayi etmeyecek. Şerleri affetmesi umulur ama hayırları zayi etmeyeceği kesindir.

 

Öte yandan, “Hiçbir şeyin anlamı yoktur.” şeklinde bir düşünce adını koymadan insanlara benimsetilebilir. Bu anlamsızlığı felsefe olarak savunan, entelektüel değeri de olan romanlar, filmler var. İnsan öyle bir yola girip, kelimelere böyle dökmese de, “Her şey boş, hiçbir şey olacağı yok, insanlar abes sebeplerle kazanıyor, kaybediyor, yaşıyor ve ölüyorlar.” felsefesini fark etmeden benimsemiş olabilir. Bu da “Her şeyin ötesinde bir anlam var, bir hikmet var, bu hikmete paralel olarak hareket etmek iyi neticeler doğurur.” anlayışının yerleşmesine mani olacaktır.

 

Dünyevi Meşguliyetler ve Kişisel Takıntılar: Kişi belki öyle değildir fakat dünya hayatının farklı şekillerde önüne koyduğu uğraşlara, hayatın süslerine kapılmasıyla bir an durup perde arkası anlamları düşünemeyecek kadar kendini meşgul edebilir. Evvela geçim derdi ile ardından daha güzel araba, daha güzel ev, daha güzel eşya, kahvede okey oynamaktan tutun elit sporlara kadar, çıkan her diziyi her filmi izlemeye kadar hayatın çeşitli süslerine kendisini, yani zihnini ve kalbini kaptırıp anlam ve hikmet düşünmeden tüm ömrünü harcayıp bitirebilir. Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için Hadid Suresi 20. Ayetin Tefsiri'ni yaptığımız (Hayatü'd-Dünya) yazısını okuyabilirsiniz. Bu sayılanların hepsi yanlış ve boş davranışlardır demiyoruz. Hatta bu meşguliyetlerin insanı geliştiren, onun ufkunu açan yönleri de vardır. Ancak (bu meşguliyetlerin) zihni ve kalbi tamamen kaplaması durumunda iman ve imana bağlı kavramlar (insana zamanla) ağır ve zahmetli gelecektir. Hatta insan zamanla o hakikatlerden ve onların anlatıldığı ortamlardan gayri ihtiyari kaçacak, uzak durmaya çalışacaktır.

 

Bir insanın doğduğu ülke veya içinde bulunduğu sosyal sınıf çok önemlidir. Öyle ki, insan ömür boyu fakirlik sınırında, hayatta kalmak için temel ihtiyaçlarını kazanmak uğruna gününün yarısını çalışarak geçirmek zorunda kalabilir. Bu insan doğru düzgün eğitim alamayacak, perde arkası anlamlar ve hikmet gibi kavramlar ona lüks gelecektir. Dolayısıyla o bir yönüyle mazur sayılabilir. Çünkü o kimse, bahsi geçen halde olmayı kendi seçmemiş, o halin içine doğmuştur. 

 

Hayatın getirdiği probleme karşı yüksek şikayet ve yoğun depresif tepkide bulunmak da benzer bir hal doğurur. Burada bahsedilen psikolojik bir tanı olan depresyon değildir. Böyle bir tanı alan kişi hastadır ve tedavi olması gerekir. Vurgulamak istediğimiz şöyle bir durumdur: Misal, Mekke’nin arka sokaklarında yaşayan ve sevdiği kızla evlenemediği için hayata küsen, sadece onu düşünen, “Siz benim başıma ne geldi bilmiyorsunuz.” diye söylenen, gamının kederinin içinde kaybolmuş bir adama biri gelip “Bak falanca zat peygamber olduğunu söylüyor.” dese, “Ya bana ne peygamberden, ben Leyla’yı istiyorum.” diyebilecektir. Karikatürize ettiğimiz bu duruma benzer şekilde, bir insan belli negatif duygulara çok yoğun girerse, o ızdırap ve kendine acımayla içten içe realite ile bağını koparırsa, bu durumda imana da kıymet veremeyecek, derinleşemeyecektir.
 

Örneklerdeki bu hâllere bir şekilde düçar olunması, İslam’a ilk girişe mani olabildiği gibi; İslam’a girmiş, İslam içinde bulunmuş ve imanda bir iki adım ilerlemiş birinin daha fazla derinleşmesine de mani olur. 

 

Hayatla Gerçek ve Doğru Bir Bağ Kurmamak: Şimdiye kadar insanın yaşadığı hayatın getirdiği gerek zevk ve başarıların; gerekse gam, keder ve tutunamamanın imanda derinleşmeye mani olmasının örneklerini gördük. Bunların bir zıtları da ayniyle söz konusu olabilir. Hayatın kendisiyle gerçek bir bağ kurmadan imanın kalbe girmesi pek mümkün değildir. İnsanın reel hayatla sahih bir ilişkisi olmalıdır. Yaşına göre, parasını kazanabilecek, gerekli eğitimi az veya çok sürdürebilecek, evini toparlayabilecek ve karnını doyurabilecek temel hayat becerilerine sahip olmak anlamında gerçek bir ilişki…

 

Aslında, yukarıda bütün anlatılanları bu maddeye de indirgeyebiliriz. Bir insan hayatla gerçek bir bağ içinde bulunacak ama hayatın büyüsüne, sihrine, hipnozuna kapılmayacak. İman etmeye dair en temel kaide budur. Yapılan bir çalışmada Mekke dönemindeki ilk Müslümanların yaş ortalamaları 26 olarak tespit edilmiştir.(3) Bu yaş hayat içinde bir takım tecrübeler edinilebilecek kadar ileri bir yaştır. Aynı zamanda hayatın insanları belli kalıplara henüz hapsedemeyeceği kadar da genç bir yaştır. Bu, salt yaşa bağlı bir değerlendirme değildir ancak Mekke döneminin ilk Müslümanlarının yaşları, sosyal konumları, şehirli karakterleri ve meslekleri bir arada değerlendirildiğinde onların hayatla gerçek ve sahih bir bağ kurdukları, reel hayatın şartlarını bildikleri ve bu konuda yeterince tecrübeye sahip oldukları, imanlarını da böyle bir yaşam içinde geliştirdikleri görülecektir.

 

Kibir: İmana mani hâllere eklenebilecek diğer bir madde ise kibirdir. Kibir, insanın kendisini gerçekten önemli ve kıymetli bir şey zannetmesidir. Bu zan, bir yere kadar normaldir. Çünkü imanla tanışmadan, imani hakikatlere ulaşmadan önce her insan az çok zaten kibirlidir. 

Kalbinde zerre kadar kibir olanın cennete gidemeyeceği bildirilmiştir(4) ki bu yönüyle kibir hiç de normal değildir. Zaten Efendimiz’in (sav) nübüvvetini, Kuran’ın Allah kelamı olduğunu kabul edip namaz, oruç ve zekatla o yolda ilerlediğinde o kibir de adım adım silinecektir. Fakat İslam’a girmeden önceki kibir de belli bir haddi aşarsa imana girmeye ve iman etmeye mani olur. Mesela bir insan başka birisini, kibir faktörü olmadan nasıl “Ebu Talip’in yetimi” gibi değerlendirebilir ki? Kaldı ki Efendimiz’in (S.A.V) nesli bilinen ve şerefli bir ailedir. Buna rağmen dönemin kibirli müşrik elebaşları, kendi ailesinin belli bir zenginlikte büyümesiyle o kadar özdeşleşmiş, kendisine o kadar değer vermişler ki; rahatlıkla “O Ebu Talip’in yetimi, peygamberlik gelecek olsa filanca zengine gelmeliydi.” diyebilmişlerdir. Evet, insan kendisine ait zannettiği bir varlığı, bir özelliği ile o kadar özdeşleşmişse, bu durum o insanın hakikati kabul etmesine mani olur. Zaten Efendimiz (sav) de bir yerde kibri tarif ederken, hakikati kimin söylediğine göre değerlendirip tamamen reddetme kavramı üzerinde durmuştur.(5) Bu bağlamda, kişi imanda derinleşmek istiyorsa başkalarını küçük görmemeye dikkat etmeli. Unutmamalı ki, kibir her zaman bir sebeple oluşur. “Ben üniversite mezunuyum, o eğitimsiz.”, “Ben kibar davranıyorum o kaba.” gibi cümleler hatta “Ne biçim davranıyorlar!”, “Ne biçim konuşuyorlar!” şeklinde küçümseyici ifadeler içimizdeki kibri büyütüp besleyebilir. Başkalarını küçümsemek için her zaman bir sebep vardır. Hiçbir şey bulunmasa “Ben ateşten yaratıldım, o topraktan yaratıldı. Ateş topraktan daha değerlidir, herkes bilir.” denir yine bir sebep üretilir. İmanda derinleşmek isteyenler, kişide kibre dönüşüp var olan kibri de besleyecek bu davranışlara dikkat etmelidir.

 

Yaşam Tarzı: Allah’ın belli kaideleri, belli haram-helalleri vardır. Bir insanın tüm hayatı, tüm şöhreti, tüm geliri o haramlardan birine bağlıysa, bu durum onun imana girmesine mani olacaktır. Evet, İslam’dan önce içki içen pek çok insanın içki içiyor olması iman etmelerine mani olmadı. Ama içki ticaretiyle meşgul olan, tüm geliri ve serveti buna bağlı olan veya put yapımını ticarete dönüştürüp para kazananların imana girmesine bu ticaretleri engel oldu. 

 

Haram veya yanlış bir şeyi şiddetli bağımlılık haline getirip hayatını ona bağlamak, iman etmeye veya imanda derinleşmeye manidir. İçki örneğinde olduğu gibi diğer meselelerde de böyledir. Mesela bir insan, ciddi anlamda tartışmacıysa, tartışmak onun fıtratı haline gelmişse ve her durumda tartışıyorsa, bu temayülüne hiç ket vurmamışsa; o da imanda derinleşemeyecek, hakikati bulamayacaktır. Her yanlış ve çirkin şey için bu geçerlidir. Hatta bir insan temizlik ve titizlik kavramını kafasında çok büyütmüş, takıntı haline getirmişse, onunla özdeşleşmişse, teyemmümü veya Efendimiz’in (sav) eliyle yediğini öğrendiği vakit bundan rahatsız olabilir ve Efendimizi’in (sav) nübüvvetini veya İslam hakikatini kabullenmekte ciddi problem yaşayabilir. Bunun gibi, özünde yanlış olmayan herhangi bir şeyin içinde aşırı kaybolmak, onu saplantı haline getirmek de imanda derinleşmenin önünde engeldir.

 

Bazılarımızın ezilen fakir insanları görüp onlara sahip çıkma dürtüsü çok güçlü olabilir. Buna meyyal ideolojilere gönül verebiliriz. Diğer bazılarımız da sermaye hakları, milliyetçilik, feminizm, hayvan hakları gibi sair düşüncelere meyilli olabiliriz. Nasıl değerlendirildiğine bağlı olarak, bu düşüncelerin hiçbirinde mahsur olmayabilir. Ama o düşüncelerin içinde kaybolup gidilirse, o kayboluş ölçüsünde “Ben böyle diyen bir dini kabul edemem.” (Alllah korusun o seviyeden) veya “Tamam dini kabul ediyorum ama şu ayetlerin hükmünü kabul etmiyorum.” (Allah bundan da korusun hepimizi) gibi farklı seviyelerde direnmeler olabilir. İdeolojilerde kaybolmalar insanı bu tür haddi aşacak değerlendirmelere sevk edebilir.


Dileriz ki Allah, hakiki imana sahip olmayı bizlere lütuf buyursun.

Yazı dizisinin ikinci yazısı burada sona ermektedir. Üçüncü yazı, yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.

 


1 ) Bu duruma Nuh suresinde şu ayetlerle işaret edilmektedir: “Nuh: “Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).” (Nuh, 26-27)

2 ) Buhari, Cengiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenaiz, 52, (1, 241); Tirmizi, Kader 5, (2139); Ebu Davud, Sünnet 18, (4714)

3 ) Abdurrahman Kurt, Demografik Değişkenler Açısından İlk Müslümanlar, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 18, Sayı 2, sf: 30. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/143680

4 ) Resulullah (sav): "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalatu vesselam da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular. (Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizi, Birr 61)

5 ) Bkz; 5 nolu dipnottaki hadis.