50 dk.
06 Temmuz 2022
İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler | Tek Parça

Soru: İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan şeyler nelerdir? İlim, anlayış ve kibrin azlığı, ya da bunları da içinde barındıran daha iyi ve daha güzele ihtiyaç hissetme hâli insanı iman etmeye yönlendirir mi?

 

Cevap: Geleneğimizde iman etmek, Müslüman olmak anlamında kullanılıyor. Kelam ulemasının geçmişte yapmış olduğu tanım çerçevesinde, iman daha çok 1 ve 0 olarak; yani var veya yok gibi değerlendiriliyor. İman kelimesinde bu anlam da yok değildir ama iman aslında çok daha geniş anlamlı bir kelimedir. 

 

Kuran diyor ki, “İman ettik demeyin! Henüz iman kalbinize yerleşmiş değil. Siz sadece Müslüman oldunuz, teslim oldunuz.” (1) Kuran; imanın artıp azalmasından bahsettiği, bu çerçevede ayet ve hadisler olduğu, farklı hadisler imanı farklı açılardan tanımladığı için “iman” kavramını ayet ve hadislerdeki geniş anlamıyla, yani kendi içinde derinleşen ve insanı değiştiren şey anlamında kullanacağız.

 

Bununla beraber bir insanın iman edebilmesiyle ilgili temel cümlemiz şu olmalıdır: “İnsanı imana taşıyan şey kendi tercihidir.” Dünya imtihan yurdu olduğu için, kişinin iman etmeyi tercih etmesi, öyle bir yönelimde bulunması, iradesini o yönde kullanması gerekmektedir. İşte bu irade üzerine, başka diğer her meselede olduğu gibi, her şeyi yaratan Allah; kişinin kalbinde ve zihninde imanı yaratma, kişiyi mümin kılma tasarrufunda bulunur.

 

Bahsettiğimiz bu temel esasın yanında, soruda geçen bazı ibarelerde olduğu gibi, imana mani olan, onu zorlaştıran ve kolaylaştıran hâller vardır. Bu haller, nihai olarak iman etme, imanda derinleşme veya imanın artması tercihinin de ön tercihleridir. Evinde yemek yapma tercihini yapan birinin önce pazara çıkması veya yemek yapmayı öğrenmesi ön tercihlerini yapması gibi kişileri imana, imanda derinleşmeye götüren daha ön tercihler (vardır).

 

Bu tercihleri farklı örneklerle açıklamadan önce “İman nedir?” sorusuna Kur’an ve  sünnet ışığında cevap olabilecek ve iman kavramını zihnimize farklı açılardan yerleştirecek birkaç maddeyi sıralamak faydalı olacaktır.

 

İmanın 1. Maddesi: Yaşadığımız bu hayatın, bu oluşun, içinde bulunduğumuz kainatın, bütün bu olup biten hadiselerin bir anlamı var. “Her şey sadece bu gördüğümüz maddi alemden ibaret, kendi kendine oldu ve bir şeye bağlanmıyor, var olan her ne ise odur ve daha ötesi yoktur.” düşüncesinin tam tersinden bahsediyoruz. Bu büyük oluş, bu var kılınış elbette hikmetlidir, anlamlıdır. Bu varlıkta bir amaç, hikmet ve gaye güdülmektedir.

 

İmanın 2. Maddesi: “Ey insan, sen herhangi birisin!” Kendin, kendi değer yargıların, mizacın, kültürün, yetiştirilişin, cinsiyetin ile kendini en önemli olarak görme! İbadete benzer bir saygı bekleme. Sen de herhangi birisin. Herhangi bir kimliksin, varlıklardan bir tanesisin.

 

İmanın 3. Maddesi: Her şeyin sahibi, maliki, mutlak iyi, mutlak doğru, mutlak ve mutlak güzel, mutlak kudret sahibi, mutlak ilim sahibi birisi var.

 

3 maddeyi böyle de sıralayabiliriz, sondan başlayarak da sıralayabiliriz. Önce O “Mutlak”ı kabul edersiniz, O'na tutunarak kendi sıradanlığınızı, herhangi biri olduğunuzu kabul edip o geçişi sağlar, O “Mutlak”ın gözettiği hikmetler ve gayeler çerçevesinde davranmak için iradenizi kullanırsınız. Hatta insanın "ben"i ve “ben” e bağlı değerlendirmeleri o kadar güçlüdür ki, kendisinin sıradanlığını, belli kaidelere tabi olabileceğini, belli kanunlara itaat etmek zorunda olduğunu kabullenişi, diğer 2 maddeyi mümkün kılmasıyla ilk ve esas madde sayılabilir. 

 

Bu üç maddeyi, bazı müstesna cümlelerden ilhamla özetleyebiliriz: Her şeyin sahibi, kaynağı, maliki, ilahı ve en doğru, en güzel, en kudretli bir Zat var. Madem öyle bir Zat var, sen de O'na yönel, Onunla irtibat kurmaya çalış, büyüklüğü ölçüsünde karşısında eğil, O'nu zikret, O'na hamd et, Ondan bahset, O'na ibadette bulun, O'nun emirlerini ciddiye al. Hem madem her şey bir hikmete binaen yaratılmış, sen de her şeyi, evvela kendi zamanını Onda değerlendir. Kendi duygu ve düşüncelerini O'na bağlı değerlendir, kendi odağını O'na ver, kendi bedenini O'nun emirlerine uyarak kullan, O'nun yasaklarına uyarak idame et. Bir hikmet var bu alemde ve bu varlıkta. O zaman sen de o hikmete paralel hareket et, o çarkların dönüşünü bozma, nizam bozan olma. Aynı zamanda o çarklar tarafından da ezilme!

 

Bütün bu hal ve hareketlerin düzenini sağlamaya çalışma güzel ahlaktır bir yerde. İman da güzel ahlaktır.

 

Kişinin malayani, yani kendisini ilgilendirmeyeni terk etmesi İslam’ın getirdiği güzelliklerdendir.” (2) diyen Efendimiz’i (S.A.V) rehber olarak kabul edip o yolda yürümeye başlayınca bir değişim yaşanır. Malayani olan, boş, sonuçsuz ve anlamsız şeyler terk edilir. Madem varoluşun bir hikmeti var, bu hikmetin bir neticesi var. Madem sermaye sınırlı, madem neticesinde bir şey olacak, her şey kaybolup gidecek değil. İnsan kendisini buna odaklar. 

 

İkinci maddenin yansıması olarak da, mümin olan bir insan kendisini herkes gibi birisi görmeye başladıktan sonra, kendisini dünyanın merkezine almayacak, kendisi için istemediği şeyi başkası için de istemez hale gelecektir. Bir adım öteye gittiğinde de, Efendimiz’in (sav) imandan saydığı üzere, kendisi için istediği şeyleri başkaları için ister(3) hale gelecektir.

İmana Mani Haller

 

İmanla ve iman etmeyle ilgili yaptığımız girizgahtan sonra imana mani olan hâlleri sıralayabiliriz. 

 

Yanlış Yetiştirilme Tarzı Ve Şartlanmaların Olumsuz Etkisi: Evet, iman etme, kişinin bizzat kendisinin yapabileceği bir tercihtir. Fakat bu tercihin öncesinde, bilhassa kendisinin öğrenme ve yapma tercihlerinin bulunamayacağı ancak ailesini ve etrafını taklit ederek öğrendiği dönemlerden gelen bazı avantaj veya dezavantajlara sahip olması mümkündür. Nasıl ki insan çocukken bir hastalığa düçar olsa, hastalığın da aslında çaresi bulunsa fakat anne babanın ihmali yüzünden tedavi olunmasa, o yüzden de çocuk ayağını kullanamaz hale gelse, büyüyünce de yürüme tercihini yapamayacak hâle gelecektir. Aynı şekilde, bir insanın büyüdüğü, yetiştiği ortam yukarıda bahsedilen imanla ilgili açıklama ve tanımlara bütün bütün ters ise kişinin iman etmesi zorlaşacak veya o insan imanın hakiki ve güzel hâline ulaşamayacaktır. İman etmenin tamamen imkansız hale gelmesine de Nuh kavmini örnek verebiliriz. Nuh kavminin toplumsal hayatları ve eğitim sistemleri o hale gelmiş ve yeni nesilleri öyle şeylere şartlandırarak büyütüyorlarmış ki nihayetinde çocuk bir şeyleri seçeceği zaman hakikati kabullenmek şöyle dursun, onu görünce kaçacak hatta yanlış olduğunu iddia edecek şartlanmışlıkla dolu bir hale geliyormuş.(4) Bu hâli daha ince bir şekilde Efendimiz (sav) “İnsanlar fıtrat üzerine doğarlar, fakat anne babaları onları Hristiyan veya Yahudi yapar.”(5) hadisiyle ifade etmiştir.

 

Anne babaların ve toplumların bu manada imanda derinleşmeyi imkansız kılacak eğitimleri vermesi mümkündür. Bu ailevi ve toplumsal eğitimle şartlanmanın daha tehlikeli, daha sinsi, daha problemli bir şekli de var. Her birimizin etrafımızda gözlemleyebileceği bu durumu kendisini dindar kabul eden insanlar arasında daha yaygın haliyle görmemiz de mümkündür. Bahsettiğimiz bu durumun özeti şudur ki: “Aslında her şey görüntüden ibaret, kanunların kuralların bir anlamı yok.” düşüncesinin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yeni nesillere empoze edilmesi söz konusudur. Kimse kendi çocuğuna direkt bu şekilde söylemese de günlük yaşam pratiği ve konuşmaların içinde “Kendi reklamını yapacaksın asıl para öyle kazanılıyor, daha güzel takım elbise giyeceksin, ofisini güzel yapacaksın, ağzın laf yapacak, bir tanıdığın olacak, kitapta ne yazdığı önemli değil biz onu ayarlarız.” tarzında sözler tekrarlana tekrarlana genel bir umumi kaide hâline geliyor.
 

Bunun gibi kişilerin hakikati görünce kabullenmesini zorlaştıracak eğitimlerin verildiği yerler vardır. Bu tür eğitim ve şartlanmalardan uzak olmak iman etmeyi kolaylaştıracak faktörlerden birisidir. 

 

Bu noktada aklınıza imtihan sırrı ve bu tür yanlış eğitimlere maruz kalanların cezalandırılması adil midir şeklinde sorular gelebilir. Buna benzer soruları yakın zamanda cevaplamıştık, başka vesilelerle yine bahsi açılabilir. Ama kısaca Allah-u Teala herkesin halini biliyor, kimsenin yaptığı hayrı ve şerri zayi etmeyecek. Şerleri affetmesi umulur ama hayırları zayi etmeyeceği kesindir.

 

Öte yandan, “Hiçbir şeyin anlamı yoktur.” şeklinde bir düşünce adını koymadan insanlara benimsetilebilir. Bu anlamsızlığı felsefe olarak savunan, entelektüel değeri de olan romanlar, filmler var. İnsan öyle bir yola girip, kelimelere böyle dökmese de, “Her şey boş, hiçbir şey olacağı yok, insanlar abes sebeplerle kazanıyor, kaybediyor, yaşıyor ve ölüyorlar.” felsefesini fark etmeden benimsemiş olabilir. Bu da “Her şeyin ötesinde bir anlam var, bir hikmet var, bu hikmete paralel olarak hareket etmek iyi neticeler doğurur.” anlayışının yerleşmesine mani olacaktır.

 

Dünyevi Meşguliyetler ve Kişisel Takıntılar: Kişi belki öyle değildir fakat dünya hayatının farklı şekillerde önüne koyduğu uğraşlara, hayatın süslerine kapılmasıyla bir an durup perde arkası anlamları düşünemeyecek kadar kendini meşgul edebilir. Evvela geçim derdi ile ardından daha güzel araba, daha güzel ev, daha güzel eşya, kahvede okey oynamaktan tutun elit sporlara kadar, çıkan her diziyi her filmi izlemeye kadar hayatın çeşitli süslerine kendisini, yani zihnini ve kalbini kaptırıp anlam ve hikmet düşünmeden tüm ömrünü harcayıp bitirebilir. Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için Hadid Suresi 20. Ayetin Tefsiri'ni yaptığımız (Hayatü'd-Dünya) yazısını okuyabilirsiniz. Bu sayılanların hepsi yanlış ve boş davranışlardır demiyoruz. Hatta bu meşguliyetlerin insanı geliştiren, onun ufkunu açan yönleri de vardır. Ancak (bu meşguliyetlerin) zihni ve kalbi tamamen kaplaması durumunda iman ve imana bağlı kavramlar (insana zamanla) ağır ve zahmetli gelecektir. Hatta insan zamanla o hakikatlerden ve onların anlatıldığı ortamlardan gayri ihtiyari kaçacak, uzak durmaya çalışacaktır.

 

Bir insanın doğduğu ülke veya içinde bulunduğu sosyal sınıf çok önemlidir. Öyle ki, insan ömür boyu fakirlik sınırında, hayatta kalmak için temel ihtiyaçlarını kazanmak uğruna gününün yarısını çalışarak geçirmek zorunda kalabilir. Bu insan doğru düzgün eğitim alamayacak, perde arkası anlamlar ve hikmet gibi kavramlar ona lüks gelecektir. Dolayısıyla o bir yönüyle mazur sayılabilir. Çünkü o kimse, bahsi geçen halde olmayı kendi seçmemiş, o halin içine doğmuştur. 

 

Hayatın getirdiği probleme karşı yüksek şikayet ve yoğun depresif tepkide bulunmak da benzer bir hal doğurur. Burada bahsedilen psikolojik bir tanı olan depresyon değildir. Böyle bir tanı alan kişi hastadır ve tedavi olması gerekir. Vurgulamak istediğimiz şöyle bir durumdur: Misal, Mekke’nin arka sokaklarında yaşayan ve sevdiği kızla evlenemediği için hayata küsen, sadece onu düşünen, “Siz benim başıma ne geldi bilmiyorsunuz.” diye söylenen, gamının kederinin içinde kaybolmuş bir adama biri gelip “Bak falanca zat peygamber olduğunu söylüyor.” dese, “Ya bana ne peygamberden, ben Leyla’yı istiyorum.” diyebilecektir. Karikatürize ettiğimiz bu duruma benzer şekilde, bir insan belli negatif duygulara çok yoğun girerse, o ızdırap ve kendine acımayla içten içe realite ile bağını koparırsa, bu durumda imana da kıymet veremeyecek, derinleşemeyecektir.
 

Örneklerdeki bu hâllere bir şekilde düçar olunması, İslam’a ilk girişe mani olabildiği gibi; İslam’a girmiş, İslam içinde bulunmuş ve imanda bir iki adım ilerlemiş birinin daha fazla derinleşmesine de mani olur. 

 

Hayatla Gerçek ve Doğru Bir Bağ Kurmamak: Şimdiye kadar insanın yaşadığı hayatın getirdiği gerek zevk ve başarıların; gerekse gam, keder ve tutunamamanın imanda derinleşmeye mani olmasının örneklerini gördük. Bunların bir zıtları da ayniyle söz konusu olabilir. Hayatın kendisiyle gerçek bir bağ kurmadan imanın kalbe girmesi pek mümkün değildir. İnsanın reel hayatla sahih bir ilişkisi olmalıdır. Yaşına göre, parasını kazanabilecek, gerekli eğitimi az veya çok sürdürebilecek, evini toparlayabilecek ve karnını doyurabilecek temel hayat becerilerine sahip olmak anlamında gerçek bir ilişki…

 

Aslında, yukarıda bütün anlatılanları bu maddeye de indirgeyebiliriz. Bir insan hayatla gerçek bir bağ içinde bulunacak ama hayatın büyüsüne, sihrine, hipnozuna kapılmayacak. İman etmeye dair en temel kaide budur. Yapılan bir çalışmada Mekke dönemindeki ilk Müslümanların yaş ortalamaları 26 olarak tespit edilmiştir.(6) Bu yaş hayat içinde bir takım tecrübeler edinilebilecek kadar ileri bir yaştır. Aynı zamanda hayatın insanları belli kalıplara henüz hapsedemeyeceği kadar da genç bir yaştır. Bu, salt yaşa bağlı bir değerlendirme değildir ancak Mekke döneminin ilk Müslümanlarının yaşları, sosyal konumları, şehirli karakterleri ve meslekleri bir arada değerlendirildiğinde onların hayatla gerçek ve sahih bir bağ kurdukları, reel hayatın şartlarını bildikleri ve bu konuda yeterince tecrübeye sahip oldukları, imanlarını da böyle bir yaşam içinde geliştirdikleri görülecektir.

 

Kibir: İmana mani hâllere eklenebilecek diğer bir madde ise kibirdir. Kibir, insanın kendisini gerçekten önemli ve kıymetli bir şey zannetmesidir. Bu zan, bir yere kadar normaldir. Çünkü imanla tanışmadan, imani hakikatlere ulaşmadan önce her insan az çok zaten kibirlidir. 

Kalbinde zerre kadar kibir olanın cennete gidemeyeceği bildirilmiştir(7) ki bu yönüyle kibir hiç de normal değildir. Zaten Efendimiz’in (sav) nübüvvetini, Kuran’ın Allah kelamı olduğunu kabul edip namaz, oruç ve zekatla o yolda ilerlediğinde o kibir de adım adım silinecektir. Fakat İslam’a girmeden önceki kibir de belli bir haddi aşarsa imana girmeye ve iman etmeye mani olur. Mesela bir insan başka birisini, kibir faktörü olmadan nasıl “Ebu Talip’in yetimi” gibi değerlendirebilir ki? Kaldı ki Efendimiz’in (S.A.V) nesli bilinen ve şerefli bir ailedir. Buna rağmen dönemin kibirli müşrik elebaşları, kendi ailesinin belli bir zenginlikte büyümesiyle o kadar özdeşleşmiş, kendisine o kadar değer vermişler ki; rahatlıkla “O Ebu Talip’in yetimi, peygamberlik gelecek olsa filanca zengine gelmeliydi.” diyebilmişlerdir. Evet, insan kendisine ait zannettiği bir varlığı, bir özelliği ile o kadar özdeşleşmişse, bu durum o insanın hakikati kabul etmesine mani olur. Zaten Efendimiz (sav) de bir yerde kibri tarif ederken, hakikati kimin söylediğine göre değerlendirip tamamen reddetme kavramı üzerinde durmuştur.(8) Bu bağlamda, kişi imanda derinleşmek istiyorsa başkalarını küçük görmemeye dikkat etmeli. Unutmamalı ki, kibir her zaman bir sebeple oluşur. “Ben üniversite mezunuyum, o eğitimsiz.”, “Ben kibar davranıyorum o kaba.” gibi cümleler hatta “Ne biçim davranıyorlar!”, “Ne biçim konuşuyorlar!” şeklinde küçümseyici ifadeler içimizdeki kibri büyütüp besleyebilir. Başkalarını küçümsemek için her zaman bir sebep vardır. Hiçbir şey bulunmasa “Ben ateşten yaratıldım, o topraktan yaratıldı. Ateş topraktan daha değerlidir, herkes bilir.” denir yine bir sebep üretilir. İmanda derinleşmek isteyenler, kişide kibre dönüşüp var olan kibri de besleyecek bu davranışlara dikkat etmelidir.

 

Yaşam Tarzı: Allah’ın belli kaideleri, belli haram-helalleri vardır. Bir insanın tüm hayatı, tüm şöhreti, tüm geliri o haramlardan birine bağlıysa, bu durum onun imana girmesine mani olacaktır. Evet, İslam’dan önce içki içen pek çok insanın içki içiyor olması iman etmelerine mani olmadı. Ama içki ticaretiyle meşgul olan, tüm geliri ve serveti buna bağlı olan veya put yapımını ticarete dönüştürüp para kazananların imana girmesine bu ticaretleri engel oldu. 

 

Haram veya yanlış bir şeyi şiddetli bağımlılık haline getirip hayatını ona bağlamak, iman etmeye veya imanda derinleşmeye manidir. İçki örneğinde olduğu gibi diğer meselelerde de böyledir. Mesela bir insan, ciddi anlamda tartışmacıysa, tartışmak onun fıtratı haline gelmişse ve her durumda tartışıyorsa, bu temayülüne hiç ket vurmamışsa; o da imanda derinleşemeyecek, hakikati bulamayacaktır. Her yanlış ve çirkin şey için bu geçerlidir. Hatta bir insan temizlik ve titizlik kavramını kafasında çok büyütmüş, takıntı haline getirmişse, onunla özdeşleşmişse, teyemmümü veya Efendimiz’in (sav) eliyle yediğini öğrendiği vakit bundan rahatsız olabilir ve Efendimizi’in (sav) nübüvvetini veya İslam hakikatini kabullenmekte ciddi problem yaşayabilir. Bunun gibi, özünde yanlış olmayan herhangi bir şeyin içinde aşırı kaybolmak, onu saplantı haline getirmek de imanda derinleşmenin önünde engeldir.

 

Bazılarımızın ezilen fakir insanları görüp onlara sahip çıkma dürtüsü çok güçlü olabilir. Buna meyyal ideolojilere gönül verebiliriz. Diğer bazılarımız da sermaye hakları, milliyetçilik, feminizm, hayvan hakları gibi sair düşüncelere meyilli olabiliriz. Nasıl değerlendirildiğine bağlı olarak, bu düşüncelerin hiçbirinde mahsur olmayabilir. Ama o düşüncelerin içinde kaybolup gidilirse, o kayboluş ölçüsünde “Ben böyle diyen bir dini kabul edemem.” (Alllah korusun o seviyeden) veya “Tamam dini kabul ediyorum ama şu ayetlerin hükmünü kabul etmiyorum.” (Allah bundan da korusun hepimizi) gibi farklı seviyelerde direnmeler olabilir. İdeolojilerde kaybolmalar insanı bu tür haddi aşacak değerlendirmelere sevk edebilir.


Dileriz ki Allah, hakiki imana sahip olmayı bizlere lütuf buyursun.

 

İnsanı İmana Taşıyan Faktörlerden Bir Tanesi: Pozitif Bencillik

Dünya imtihanı, esas olarak, bireysel bir imtihandır. Herkes tek başına hesaba çekilecektir. Bu gerçekten yola çıkarak “pozitif bencilik” ismini verebileceğimiz bir kavram oluşturalım. Türkçede bencillik genellikle; kendi menfaatlerini öne alma, başkalarının zararına da olsa kendi hesabını gütme olarak ve olumsuz bir şekilde anlaşılır. Ancak biz kavramı olumsuz manada kullanmayacağız. Hatırlayacağınız gibi, “Kim güzel ve makbul bir iş yaparsa kendisi için yapar.” (9) , “Kim kendisini arındırırsa o kurtuluşa erer.” (10) ,Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır.” (11) mealinde pek çok ayet vardır. Kuran’ın bu derslerine kulak verebilmek için ayetlerde kastedilen manada (ki o manaya ‘pozitif bencillik’ diyoruz) kullanacağız.

 

Bu kavramın yansımalarını günlük hayatta, halk dilinde, deyimlerde de görebilirsiniz. “Her koyun kendi bacağından asılır.”, “İnsan tek başına doğar, tek başına yaşar, tek başına ölür.” gibi cümleleri bazen öğüt bazen şikayet şeklinde duyarsınız. Mesela bir işe girersiniz, şirket “Biz bir aileyiz.” tarzında bir eğitim verir ve bunu slogan haline getirir. Ancak şirketi sizden iyi bilen tecrübeli birileri sizi uyarır, “Sonuçta bu bir şirkettir, yeterince kâr edemediğini düşündüğünde seni işten çıkarır. Sen kalbini fazla bağlama, maaş karşılığı yapman gerekeni yap ama iş yüzünden aileni ihmal etme.” gibi öğütler verir. Bunun gibi, günlük hayatın içinde insanın hadiselere kendi nazarından da bakması gerekliliği hususunda bazı dersler, öğütler vardır.
 

Kur'an bunu daha geniş bir çerçevede tekrar tekrar vurgular. Evet, hesaba tek başımıza çekileceğiz. Hatta Efendimiz (sav) bu işin zirve noktasını Hz. Aişe’nin (ra) “Siz kıyamette ailenizi hatırlayacak mısınız?” sorusuna verdiği cevapla göstermiştir. “Üç yer var ki, orada kimse kimseyi hatırlayamaz. Mizanda ameller tartılırken, defterler sağdan veya soldan verilirken ve sırat köprüsü kurulmuşken sıratın yanında.” (12) buyurmuştur. Efendimiz (sav) burada, kul olmanın neticesi, hesabın belli hallerinin mutlak yalnızlık içinde olduğunu vurgulamaktadır. Burada insanlar birbirlerini ne kadar severse sevsin, birbirlerine ne kadar yardımcı olursa olsun, birlikte ne kazançlar elde edilirse edilsin, ne kadar güzel vakit geçirilirse geçirilsin, her insana kişisel bir ömür sermeyesi verilmiştir ve nihayetinde bu sermayenin hesabı da yalnız verilir.

 

İnsan sosyal bir varlıktır. Pek çok kâra, kazanca, menfaate, aynı zamanda pek çok sorumluluğa da yine toplumun içinde sahip olabilir. Aileden başlayarak, yakın arkadaşlar, mahalle, şehir, ülke tüm insanlık gibi farklı katmanlardaki bu sosyalliğin insanın düşünmesine mani olabilecek, psikolojik veya gerçek, farklı baskıları vardır. Literatürde “mahalle baskısı” olarak geçen bu realite insanın tercihlerini etkiler. Kur’an’da anne-babaya ihsanla muamelede bulunmak, çok çarpıcı bir üslupla emredildiği hâlde (13),  itaat etme emredilmemiştir. Aksine, şirk gibi Allah’ın hoşlanmadığı tutum ve davranışları emrederlerse anne-babaya asla itaat edilmemesi açıkça emredilmektedir.(14) Kişinin, eşine ve çocuklarına iyi davranmasını tavsiye eden, emir buyuran pek çok ayet ve hadis olmakla beraber, “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için fitnedir (imtihan aracıdır).”(15) manasında da ayet ve hadisler vardır. 

 

Bir yönüyle, pek çok güzel vakitlerimizin, neşe ve mutluluğumuzun kaynağı olan anne-baba, eş ve çocuklar, komşular ve geniş çevremize karşı vazife ve sorumluluklarımız olduğu ancak onların da ötesinde tek başımıza bir hesabımızın bulunduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Dünyanın farklı hallerinde de uhrevi olarak da insan, içindeki o “pozitif benciliği” desteklemeli, “Bu benim hayatım, ne yapıyorum, bunu nasıl değerlendireceğim, ne kazanıyorum ne kaybediyorum.” diye bakmalı, muhasebesini yapmalıdır. Bu bakış ve muhasebenin de doğru yapılması, şikayet ve hayal eksenli bir değerlendirmeden uzak durulmasına bağlıdır. Yani, “Hayatım ve zamanım geçiyor, ben ne yapıyorum!” diye depresif olur, içiniz daralır, hayata küserseniz muhasebe yönteminiz hatalı demektir. “Bu mevzuda daha proaktif davranayım, şu konuda daha cesurca hareket edeyim, zamanım ve emeğimin bir kısmını şu hayırlı işe ayırayım ki dünyada ve ahirette kazançlı çıkayım.” diyebiliyorsanız doğru yoldasınızdır. 

 

“Pozitif benciliği” destekleyecek en önemli kavram, literatürde rabıta-i mevt olarak geçen, kişinin kendi faniliğini, ölümlülüğünü, dünyada bir yönüyle çok uzun, bir yönüyle de çok kısa zaman geçireceğini hatırlamasıdır. Bu konuda gidip bir tabuta uzanmak, yeni kazılmış bir mezara yatmak gibi bazı tiyatral uygulamalar yapılıyor olabilir. Bunlar kişinin ruh haline, olgunluğuna bağlı olarak faydalı da olabilir, maksadın aksine gerçekliğin ağırlığından kaybettirip zararlı da olabilir. Konumuz o değil. Önemli olan kişinin ölümlü olduğuna dair bir şuura erişmesidir.

 

İnsan, ölümlü olduğu şuuruna eriştikten sonra, hayatın sadece kendisinin olduğu, ister kendi yaptığı seçim olsun ister birilerinin telkiniyle olsun, verdiği kararın faydasını da zararını da kendisinin göreceği, kendi başına hesap vereceği hissini beslemelidir. Tekrar altını çizelim; insan, ölümlü olduğu, akıp geçen hayatın içinde verdiği kararların mahsulünün iyi veya kötü sadece kendisine ait olduğu, tek başına hesap vereceği hissini beslerken düşündükleri içini daraltıyorsa, karamsarlığa sevk ediyorsa, bu beslemeyi negatif duygular eşliğinde yapıyor demektir. Yaklaşım yanlış olmuştur, düzeltilmelidir. Eğer kişi, bu tarz düşünceler sonrası herhangi bir biçimde enerjisinde artma, iradesinde güçlenme buluyorsa o zaman doğru yoldadır. Çünkü zamanın geçiciliğini fark eden insana farklı türden bir enerji gelir. Hani bazen ailenizi ziyaret edersiniz, bir haftayı orada geçirirsiniz ama en yoğun, en tatlı sohbetleri son anlarda yaparsınız. Ziyaretin geçiciliğini fark ettiğiniz o anlarda farklı bir cins enerji ve güç bulursunuz. Yaklaşım bu şekilde olmalıdır. 

 

Pozitif bencilik” yaklaşımına en ciddi zarar ise toplumsal etkilerden gelir. Bu hususta hayat tecrübenize göre gördüğünüz veya göreceğiniz örnekler vardır. Evli ve mutsuz insanlar görmüşsünüzdür. Dertlerini size anlattıklarında “Aslında ben bu kişiyle evlenmek istemiyordum ama anneme babama hayır diyemedim, onları mutlu etmek için evlendim.” diyebilir. Bir başkası mesleğinden dolayı mutsuzdur. O halde o mesleği neden seçtiği sorulduğunda da “Annem babam çok ısrar etmişti.” diyebilir. Sonuçta oluşacak olumsuzluklara temelde o insanın göğüs gereceği; evlilik, meslek seçimi, ikamet edilecek yer seçimi gibi önemli kararlarda o kişinin yakınlarının, bir büyüğünün, önemsediği bir arkadaşının teşvikinin bile ne kadar zararlı olabildiğini görmüşsünüzdür. 

 

Uhrevi meseleler, uhrevi sonuçlar dünya hayatı ile ilgili bu örneklerden çok daha büyük olduğuna göre “pozitif bencilik” yaklaşımına zarar veren bu toplumsal etkilere karşı korunmanın bazı yolları ve yöntemleri aranıp bulunmalıdır. O yolları ve yöntemleri şöyle sıralayabiliriz.

 

Kendi içimizde sakin bir merkez inşa etmek: 


 

Hiç kimsenin, en yakınlarınızın dahi haberinin olmadığı bir temel dua ve ibadet programınız bulunmalı. Belli bir duaya ve zikre devam edilmeli ama bunu sadece kendimiz bilmeliyiz. Yine mecburen bilecekler hariç (evlisinizdir, yaptığınız harcamayı eşinizin bilmesi gerekiyordur) kimsenin haberinin olmadığı bir sadaka ve hayır hasenat programınız olmalı. Bu, elbette ki bütün sadaka ve hayrınız gizli olsun, bütün ibadetlerinizi gizli gerçekleştirin demek değildir. Ama içinizde, çevrenizin övmesi veya sizi iyi bir insan bilmesiyle etkilenmeyecek bir merkezin bulunması önemlidir. Bu merkezi, ancak sizin ve Allah’ın bildiği, başka kimsenin haberinin olmadığı faaliyetlerde bulunarak gerçekleştirebilirsiniz. İnsan, şer işlerken bunu az çok gerçekleştirebilir. Çoğumuzun herkesten sakladığı bazı hata, günah ve kusurları vardır. Hayırlı amellerde de toplumdan etkilenmeyecek bu merkezi kendi içimizde inşa etmeye çalışmalıyız. Tamamen gizli yapmak mümkün olmadığı durumlarda da en azından içeriğini kimse bilmemeli. Mesela evinizde yalnız yaşamıyorsunuzdur. Doğal olarak sizin gece namaza kalktığınız fark edilecektir. Ama o gece ağladığınızı veya çok hisli bir namaz kıldığınızı söylemez, bu kısmı sadece Allah ile kendiniz arasında tutarsınız.


 

Yaptığımız hayır, hasenat ve yardımı Allah rızası için yapmak: 


 

Başta tebliğ, maddi yardım veya sair yardımları Allah rızası için yapmalı, bu konuda kendimizi bir şey veriyor gibi değil de bir şey alıyor gibi hissetmeliyiz. Kimsenin yardım olduğunu fark etmediği meseleler vardır, mesela bir arkadaşınız teklifsizce gelmiş, derdini tasasını anlatmış, sizin saatlerinizi harcamıştır ama kendisi de rahatlamıştır bunun neticesinde. Böyle durumlar da dahil olmak üzere, niyetinizi o derece Allah’ın rızasını kazanmak üzerine kurmalısınız ki, size teşekkür edilince bile şaşırmalısınız.

 

Hasta bir insanı, bebeğini besleyemeyen bir anneyi veya beş parasız yolda kalmış birini, yani gerçek bir ihtiyaç sahibini gördüğünüzde, “Ne kadar gariban bir insan, şuna bir yardım edeyim.” şeklinde değil de, “Ben ahirette hesaba çekileceğim, ateşten bir yoldan geçiyorum, kendimi buna karşı koruyayım.” düşünceleriyle yardım etmelisiniz. Tebliğ yapma, Allah’ı, (cc) Efendimiz’i (sav), Kuran’ı anlatma imkanı elinize geçse ve bir yerde bunu yapsanız, “Ne güzel, insanlara öğrettim, aydınlattım.” gibi değil de “Şükür ki beni ateşten koruyacak, ayağımı sabit tutacak, Allah’ın bana yardım etmesini sağlayacak bir şey karşıma çıktı.” diye düşünmelisiniz. 


 

Özetle insan, “Ben de kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Evet, başkalarına yardımım var, zira bu Allah’ın emri ve Efendimiz’in (sav) tavsiyesidir. İnsan kendisini sadece bir köşede ibadet ve tefekkürle kurtaramaz. İbadet ve tefekkür öncelikli gerekliliktir ama insanı başkalarına yardımı da ekleyerek kurtarır. Başkalarına yardım da başkaları kurtulsun fikrinden önce ben kurtulayım diyedir.” düşüncesini zihnine tekrar tekrar işlemelidir. Öyle ki, teşekkür edilince şaşıracak, cidden hayret edecek hale gelsin. Hani karnınız aç olur, bir köşede hızlı hızlı peynir ekmek atıştırırsınız. O esnada biri gelip size yemek yediğiniz için teşekkür etse, şaşırır ve “Benim karnım açtı o yüzden yiyorum, ne teşekkürü!” diye cevap verebilirsiniz. İşte aynen bu normallik içinde, “Sadece kendi ihtiyacım için bu tebliğde bulunuyor, bu hayrı yapıyorum.” diyebilmeli insan. Böyle diyebildikçe içimizdeki o “pozitif bencilik” hissini besleyecek, Kuran’a ve hadise daha sahih, daha derinlerden kulak verebilecek hale geleceğiz. 
 

İmanın Artması


Öncelikle, imanı artırabilmenin şartlarından birisi imanın artabileceğini bilmektir. İmanda derinleşme adına farklı ufukların olduğunu, bu konuda çaba sarf etmek gerektiğini; bir insanın kendi üzerinde çalışarak, kendisini hatırlayarak, kendisini hatırlatacak birileriyle beraber olarak, hatırlayacak yol ve yöntemler arayarak imanını daha derin yaşayabileceğini bilmektir.

 

“Geçmişte ulemanın yapmış olduğu tanım çerçevesinde, iman daha çok 1 ve 0, yani var veya yok gibi değerlendiriliyor. İman kelimesinde bu anlam da yok değil ama iman aslında çok daha geniş anlamlı bir kelimedir.” demiştik. O geniş anlamı açarsak; imanın kişiyi etkilemesi, kişinin farklı latifelerini ve özelliklerini kapsaması, kişinin imanda derinleşmesi, hadiste (16) ifade edildiği üzere, nihayetinde Allah-u Teala’yı görüyor gibi yaşama ufku anlamında imanın artması mümkündür. Aynı zamanda, mümin özelliklerinin ve münafıklık alametlerinin sıralandığı hadislerde geçen özelliklere ne kadar sahip olunduğu, o amellerin ne kadar sistematik olarak yerine getirildiği veya o hisleri ve duyguları insanoğlunun yaşadığı tüm haller çerçevesinde ne kadar gösterebildiği bağlamında imanda bir derinleşmeden söz edilebilir. İnsanoğlunun yaşadığı tüm hâllerde; yani açken de, tokken de, fakirken de, zenginken de, zayıfken de, güçlüyken de, kendisini güven ve emniyet içinde hissederken de, stres altında ve kendini yorgun, çaresiz hissederken de o güzel, sahih ve doğru davranışları gösterme boyutunda imanda bir derinleşme imkanı söz konusudur.

 

Hadislerde bahsedilen iman kavramı, genellikle imanın bu derinlik halidir. Bir örnek vermek gerekirse; “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.” (17) hadisinde hem Müslümanın hem de Müminin çevresine güven verme özellikleri vurgulanmıştır. Ancak dikkat edilirse Müslümanın güven verdiği alan müminin güven verdiği alandan daha dar tutulmuştur. Elbette vurup kırabilen, gıybet ve hakaret edebilen, yalan söyleyebilen bir insanın İslam’a girdikten sonra en azından bu amellerden büyük olanları tamamen bırakması, küçüklerini de bırakma yönünde azmetmesi beklenir. Müslümanlar, diğer bir Müslümandan gelecek zarar konusunda selamette olmalıdır. Ancak hadisten anladığımız kadarıyla, o emniyet ve güveni Müslüman olmuş her insan verememektedir. Ama iyi veya kötü gününde, zenginken veya fakirken, güçlüyken veya güçsüzken gösterilen o güzel, sahih ve doğru davranışları kendisine yerleştirerek o emniyeti çevresindeki insanların tümüne verir. Aynı ölçüyü bir yönüyle topluluklar için de kullanabilirsiniz. Bir topluluk “Onlardan zarar gelmez.” hissi uyandırabilmişse onların da imanda derinleştiği düşünülebilir.

 

Efendimiz’in (sav) tariflerinde iman, belli davranış kalıplarını yerleştirmiş, çevresindeki insanlarda emniyet oluşturmuş kişiyi niteler. Mesela, bir insanın sırlarına sahipsiniz veya sizde bir emaneti var. Darılmanıza rağmen karşı taraf, “Biz darıldık ama bu kişi benim sırrımı ifşa etmez, onda olan emanetime bir zarar gelmez, belki kendisi getirmez ama biriyle gönderir.” diyebiliyorsa, o hissi uyandırabilmişseniz müminsinizdir. Uyandıramıyorsanız, Efendimiz’in (sav) tanımıyla sizde iman eksiği ve nifaktan bir şube var demektir.

 

Bu kapsamda bir insan imanın artabileceğini bilmelidir. Anne babamızdan, çevremizden, zamanında bizimle ilgilenmiş öğretmenlerimizden, büyüklerimizden, cami hocalarından aldığımız, benimsediğimiz değerlerin de elbette bir kıymeti vardır. Ama şimdiki hâlimizden daha iyi bir hâl de mümkündür. Kıymetlilerin daha kıymetlisi, en kıymetlisi o daha iyi hâl için çaba sarf etmek, uğraşmaktır. Bunun da bazı yolları vardır. Hatta bırakın yollarının olmasını, Allah-u Teala’nın açık açık, Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz.” (18) şeklinde vaadi ve “Allah vaadinden asla dönmez.(19) ayeti vardır. Bu ayetler ışığında imanda derinleşmenin mümkün olduğunu, hatta bu yolda kaybetmenin olmadığını, daha ötesi Allah’ın verdiği bir garanti olduğunu anlayabiliriz.

 

Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz.” (18) ayeti çok ümit verici olmasının yanında bir açıdan da ürpertici gelmelidir. Allah vaadinden dönmeyeceğine, dönmediğine göre, gerek geçmişte, gerek günümüzde, görünüşte, sarf edilen çabaların olumsuz sonuçları konusunda insan ürpermelidir. Zira bu çabalar, bu mücahede Allah yolunda olsaydı, Allah’ın vaadi açıktı. Allah kendi yollarına eriştirmemişse, insan ürpermeli ve kendi hesabını daha doğru yapma, eksik gedik inceleme adına düşünmelidir. “Acaba mücahedem ve sarf ettiğim çabalar hangi yoldaydı da Allah kendi yoluna beni eriştirmedi?” diye muhasebe yapmalıdır. 

 

İmanda derinleşme mümkündür ve o derinleşme çabalarının bir sonucu olacaktır, evet. Bunun yanında, imanda zayıflamanın (bundan Allah’a sığınırız), imanı bütün bütün kaybetmenin (bundan da Allah’a sığınırız) mümkün olduğunu da bilmek gerekir. Kuran, iman ettikten sonra küfre girenleri tehdit ediyor. (20) Diğer taraftan, iman ettikten sonra kalpleri kasvet bağlayan, ayetler ve hadisler ile Allah-u Teala’dan gelen bilgiler, uyarılar ve müjdelerle ürpermeyen insanları da uyarıyor. (21) Demek ki böyle bir kasvet bağlama, iman dairesinde olunsa bile derece kaybetmek mümkündür. İmanı artırma yönünde şuur ve motivasyon kazanmak için bunları kesinlikle bilmek gerekir. 

 

Diğer taraftan, Ali İmran suresindeki, “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (22) duası hidayetten sonra da kalplerde eğrilmenin mümkün olduğunu göstermektedir. İnsan doğruyu bulduktan sonra da kalbi, zihni, bakış açısı ve duyguları eğrilince başka şeyler de eğrilir. 

 

Bazıları bu noktada şunu düşünebilir: “Neden bizi tamamen kurtaracak bir şey yok?” İnsan örneğin Kur’an’ı okuyuvermekle direkt kurtulmuş olmayı isteyebilir. Ancak okunan ve okunacak bu Kur'an’da da; “İmdi, Kur'ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” (23) ayeti vardır. İnsan Kur'an okurken bile -ki bu insanın hakikate en yakın olduğu hâldir- şeytan onu anlamlar ve manalar konusunda aldatabilir. Efendimiz (sav) de bir hadisinde konuyu şöyle tamamlar: "Kalpleriniz, Kur'an-ı Kerim'le kaynaştığı sürece onu oku­yunuz. Fakat onun hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman kalkıp dağılınız." (24) Kastedilen ihtilaf karşılıklı düşünce teatisi şeklinde bir müzakere değil de bizzat münakaşa anlamı taşısa da evet, Kur'an okurken dahi Şeytanın aldatması, yanlışa yöneltmesi, kavga gürültü çıkartması mümkündür. Zira anlama çabası, okuma ve idrak etme çabası çift yönlüdür. Bir taraftan biz karşımızdaki yazılı metnin veya mesajın seviyesine çıkmaya çalışırken, diğer taraftan o mesajı kendi seviyemize indirmiş oluyoruz. Evet, Kur'an ilahi kattan gelen bir fermandır ama biz onu okurken o bizim dünyamıza girmiş olur. Eksiğimiz, kalp marazımız, duygusal sorunlarımız varsa Kur’an ayetlerinin anlamları da bizim dünyamıza öyle yansıyacaktır. Allah korusun, duygu ve düşünce dünyamızdaki o çarpıklık, eğrilik, yanlışlık içinde Kur’an’ı anlama gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Hadisler, akıl-mantık, ulemanın yönlendirmeleri ve açıklamaları elbette vardır ancak esas kaynak vahiy olduğu için ona dair manaları kaybedince de elimizde hiçbir şey kalmayacaktır. 

 

İmdi, Kur'ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” (23) ayeti "euzubillahimineşşeytanirracim"i dil ile söylemeyi hatırlatmasının yanında şeytanın bu okuma anında duygusal ve zihinsel olarak müdahale edebileceğini ve bunun farkında olmamızı söyler. Şeytan müdahale ederken insandaki hisleri, duyguları, latifeleri kullanır. Öfkeliyseniz, çok üzgünseniz veya dünyaya belli bir ideoloji ekseninde bakıyorsanız, şeytan bunları kullanarak sizi yanıltabilir.

 

Sonuç olarak, insan elinde Kuran varken de hidayeti kaybedebilir. Hatta tamamen doğruyu bulduktan sonra da kalbindeki ve zihnindeki bir eğrilikle okuduğu ayetleri yanlış yorumlar hâle gelebilir. Bu noktada, “İmanı artırabilmenin şartlarından birisi imanın artabileceğini bilmektir.” ibaresini şöyle revize edebiliriz: İmanı artırmanın veya korumanın esaslarından birisi, onun artmasının ve ilerlemesinin mümkün olduğu gibi kaybedilmesinin veya gerilemesinin mümkün olduğunu da bilmektir.

 

Bu bilme hali ve farkındalıkta dikkat edilmesi gereken husus ise negatif duyguların insanın düşmanı olduğu gerçeğidir. Yani, imanda kayıp mümkündür denilince, “Allah’ım! Dinsiz olarak da ölmem mümkünmüş. Ne yapacağım ben, hiç mi garanti yok?” şeklinde efkara, depresyona, enerji kaybına düşülürse hata edilir. Bu düstur sadece iman için değil, genel kaide olarak alınmalıdır. Bir insan elindeki herhangi bir şeyi kaybetme ihtimalini hesaba katmadan yaşıyorsa o nimete doğru dürüst şükredemez ve onu verimli kullanamaz. Ancak biraz dünya hayatının bir nevi sihri biraz da benliklerimizin temayülü olarak çoğu şeyden ancak ebediyet hayal ederek zevk ve lezzet alır, onun fenasını, nihayetini veya sınırını düşününce daralırız.

 

“Elhamdülillah Müslümanım, müminim.” demek güzeldir. Ancak, bu bizim garantimiz, malımız, ebedi olarak bize zimmetlenmiş bir şey değildir. Belirli duygu, düşünce ve amellerimizin karşılığı olarak öyle bir seviyeyi Allah lütfetmiş olabilir. Onları artırırsak Allah da bizi artırır. Onları bırakırsak, -o hâlden Allah’a sığınırız-, Allah da o seviyeyi elimizden alır. 

İmanın artabileceğine değindikten sonra, şimdi de imanımızı nasıl artırabileceğimizle ilgili bir takım maddeler sıralayacağız:
 

1-) Şefkat ve Merhamet Hislerini Beslemek:
 

İnsanda en kolay ölen, uyuşan, uyuştuğunu fark etmenin ise zor olduğu merkez duygusal merkezdir. Bir yönüyle de şefkat duygusudur. Bu yüzden, imanda derinleşmeyi hedefleyen bir insan içindeki şefkat ve merhamet duygularını beslemek, onların sönmesine izin vermemek zorundadır. Bu bazen yavru bir kediyi severek, besleyerek olur. Bazen de, ihtiyarlığın getirdiği hastalıklar, kayıplar nedeniyle bir nebze huysuz gibi görünen, sinirli halleri olan, ilk bakışta şefkate ihtiyacı olduğu belli olmayan yaşlı bir insanın bütün bu olumsuzluklarına sabretmekle, alttan almakla, ihtiyacını gidermekle olur. Hatta insan, gençliğin gücü, heyecanı ve koşuşturmasıyla bu şefkat ve merhamet duygularını besleyemiyorsa, (her ne kadar absürt bir örnek gibi görünse de) duygusal bazı filmler seyretmek bile duyguları şefkate, merhamete, empatiye açık hale getirebilir.

 

Şefkat ve merhamet hislerini beslemek, bununla bağlantılı olarak ince, kolay acıyabilen ve merhamet edebilen bir kalbe sahip olmak imanda derinleşme yolunda bir insan için en gerekli ve en faydalı hususlardandır. İnsanın içindeki şefkat ve merhamet hisleri, özel bir beslenme olmadan da yaşayabilir ama günlük hayatın koşuşturması içinde para kazanma, iş başarma, sınav geçme gibi streslerle bu duygu zayıflamış veya ölmüşse onu beslemek, canlandırmak gerekmektedir. Zira birbirimize tavsiye etmekle emredildiğimiz üç şey; hak, sabır ve merhamettir. Kuran’da, hakkın, sabrın ve merhametin tavsiye edilmesinin farklı ayetlerde geçmesi (25) ölçüsü bir yana şefkat yani rahmet, bir bakıma tüm kainatın var oluş sebebidir.

 

Şefkat için kibrin tam zıddı denilebilir. İnsanda bir miktar kibir, bencillik ve menfaatçilik bulunabilir. Buna karşın kişide mahlukata karşı merhamet hisleri varsa ve insan bunları beslerse kibri eriyecek, imana yaklaşacak, imanı varsa derinleşecektir.

 

2-)Zihni Bloke Etmekten Kaçınmak ve Tartışmacılığı Azaltmak:

 

İçimizdeki imanı desteklemek, onun artması için şartları uygun hale getirmek adına beslememiz gereken bir diğer yanımız zihin fonksiyonlarımızdır. Zihin fonksiyonlarımızı çok uzun süre aktif olarak çalıştırmamışsak, hiçbir şey okumamış, öğrenmemiş, dinlememişsek; zihnimiz daha az, daha kötü, daha mekanik çalışır hale gelecektir.

 

İnsanlar yaşlanınca, gerçek işlerden yani hayattan bir nebze kopar. Zamanla zihnini eskisi gibi pek kullanmaz ve bunama başlar. Bunu önlemek için sudoku ve bulmaca çözmek gibi zihinsel egzersizler tavsiye edilir. Bulmaca çözmek bile zihnin bazı fonksiyonlarını harekete geçirir. Bunun gibi, bir insanın merak duyduğu konularla ilgili belgeseller izlemesi, matematiksel işlemlere kafa yorması, yabancı dil veya programlama öğrenmek gibi faaliyetler onun zihnini çalışır durumda tutacaktır. Hatta belli bir kalitenin üzerindeki romanları okumak, başka insanların hayatlarını ve dünyada olan biteni düşünmeyi sağlayacağı için de zihni aktif tutacaktır. Aktif bir zihin de imana dair meseleleri öğrenip anlayabilecektir.

 

Şunu tahmin etmek hiç zor olmasa gerektir ki; insan 10 yıl boyunca bir şey okumamış, öğrenmemiş, zihnini kullanmamış, onu geliştirmeden düz bir şekilde işletmeyi yeterli bulmuşsa yeni şeyleri anlamakta zorlanacaktır. Yeni fikirler, yeni açılımlar ona farklı ve tuhaf gelecektir. Aynı şekilde, 10 yıl boyunca tartışmacı olan, zihnindeki itiraz işlevini öne almış bir insan da yeni şeyleri, farklı yorumları anlamaya kapalı hale gelecektir. Bazı mizaçlar daha az bazıları daha çok olmak üzere herkesin, tartışır olmaya, itiraz etmeye, “ama ben… ama bence…” demeye meyilli bir yanı vardır. Bu yön çok güçlü kalırsa, iman hakikatlerini benimsemeye, imanda derinleşmeye, imani meseleleri duyunca anlamaya mani olur. O yüzden zihni aktif tutmanın yanında tartışmacılığı azaltmaya çalışmak da çok önemlidir.

 

Şefkat ve merhamet boyutlarıyla duygularımızı, sonra da zihinsel işlevlerimizi açık ve canlı tutmanın önemli olması kadar fiziksel merkezimizi canlı tutmak da son derece önemlidir. Bir insan felçli ya da yatalak olmadıkça bedenini az çok kullanır. Bedeni, duyguları ve zihni kadar işlevsiz kalmaz. Ancak fiziksel olarak kendini tamamen uyuşukluğa, tembelliğe sevk etmiş bir insan da kendinde okumak, yazmak, dini sohbete katılmak gibi zihni ve duyguları geliştirici aktiviteler için enerji bulamayacaktır.

 

3-) Verilen Sözleri Tutmak:

 

İnsan günlük hayatında farkında olmadan, fazla da önemsemeden pek çok minik sözler verir. Bu bazen, “Şimdi onu bırak, sonra alırız.” veya “Şu işim bitsin oynarız.” diyerek küçük bir çocuğu oyalamak için olur, bazen de, insanlar arasında “Yaparız, hallederiz.” tarzı sözlerle olabilir. Örneğin ikinci el alışveriş sitesinde bir teklif verirsiniz. Satıcı da bunu kabul eder ancak siz o sırada daha iyi ve daha ekonomik bir ürün bulmuş olur, o teklifin arkasında durmazsınız. Bu bile tutulmayan sözlere bir örnek olabilir.

 

Evet, alışveriş yaparken yanınızdaki çocuğunuza “Sonra alırız, sonra yaparız.” dediğinizde bir senet verir gibi belli saat ve belli şartlar içeren kesin bir söz vermiş olmuyorsunuz. Ama sizin o haliniz, o cümleniz, o tavrınızdan dolayı o çocuk bir söz verilmiş gibi anlamış olabilir hatta böyle anlayacaktır. Bu durumda da mahiyet itibariyle bir söz verilmiş demektir.

 

Günlük konuşmalarda da konuşmanın akıp giden kolaylığı içinde ve belli heyecanların da etkisiyle “Yapacağım-edeceğim.” demek insana kolay gelebilir ve gelir. Ama bu tip sözlerin çoğu sonradan yapılmaz. Hele bir de söz vermekle sözün yapılması anındaki imkanlar arasında büyük farklar varsa. Mesela yetişkin bir insan düşünün. Bir işi vardır, çalışıyordur. Az çok bir gelir sahibidir. Bir nedenle muhatabı olan genç ve fakir bir öğrenciye “Sen taksiye atla gel, problem değil ücretini ben veririm.” der ama bu dediği aklından çıkıp gidebilir. O taksi ücreti onun için önemsiz, bahsini etmeye değmeyen bir paradır ama o öğrenci için öyle değildir ve bu nedenle öğrenci zor durumda kalabilir.

 

SMA hastası çocuklara karşı ayrı bir şefkatimiz vardır. Farklı kurumlar da bu çocuklar için çeşitli kampanyalar düzenlemektedirler. Eşinizle konuşur ve kampanyanın birine katılarak aylık belli bir miktar yardım etme konusunda bir karara varırsınız. Ancak günlük hayatın uğraşları içinde bunu unutursunuz. Burada başkasına verilmiş bir söz yoktur, bu, sizin aranızda verilmiş bir karardır. Bu durum başınıza, başkasına söz verip yerine getirmemek kadar büyük bir bela açmaz ancak yine de imanda zaaf oluşturacaktır. Çünkü iman dışı, nifak olan yönleri güçlendirecektir. 

 

Öncelikle başkalarına verdiğimiz açık sözler olmak üzere, başkalarına verilen kapalı sözler, yani tam söz olmasa da karşı tarafın belli bir beklentiye gireceği ibareler ve ifadeler ile kendi içinizde sesli kelimelere dökmeden verdiğiniz kararlar şeklinde önem sıralaması yapabileceğimiz bu sözlerin hepsini ciddiye almak gerekir. Bu yüzden sözünün arkasında durma egzersizleri önemlidir. Kişi, imanda derinleşmek ve imani meselelerde ilerlemek istiyorsa verdiği sözleri yerine getirme noktasında, en büyüklerden başlayarak en küçüklere kadar bir irade göstermelidir. Bu hem zihinsel, hem duygusal, hem de fiziksel merkezi etkileyen, ciddi zaaf gösterilmesi durumunda da iman etmeyi ve imanda derinleşmeyi adeta imkansız kılan bir şeydir.

 

4-)Kendine Sessiz ve Sakin Bir Ortam Sağlama:

 

Modern zamanların getirdiği zahmetlerden biri, kişiye kendisiyle baş başa kalacağı zaman ve imkan tanımamasıdır. Kahvehaneler, televizyonlar derken şimdilerde de akıllı telefonlar ve sosyal medya hayatın gerekliliklerinden geriye kalan tüm zamanı doldurur hale geldi. Bütün bu imkanların gerek dinlenme gerekse belirli ihtiyaçları görme açısından insana faydaları vardır elbette ama insanın belli bir süre sakin bir şekilde kendi başına kalmaya da gerçekten çok ihtiyacı vardır.

 

İnsanın, hayatında az veya çok, belki haftada yarım saat de olsa, tamamen sessiz ve yalnız kalabileceği zamanlar bulması hem onun iman etmesini kolaylaştırır hem de imanda derinleşmesine imkan sağlar.

 

Böyle bir ortamın sağlanması karmaşık ve zor bir organizasyon olmak zorunda değildir. Sabah işe gitmek için, erken saatte, henüz sokaklar dolmadan, sakin bir caddede yürüyorsunuzdur. Etraf sessiz ve insanlar uykudadır. Kalkar, bir köşede oturur ve kısa bir zaman geçirirsiniz. Bu da sessiz ve sakin bir ortamdır. Ya da meditasyon yapıyorsunuzdur. Tamamen sessiz bir ortamda kendinizle baş başa kalıyorsunuzdur. Bu ortam da bu amaç için değerlendirilebilir. Ya da önünüzde kitap, kağıt, kalem, telefon olmadan sadece düşünmek için belli bir zaman ayırırsınız. Yani bu ortamı iradi olarak özel bir gayretle hazırlamanız ya da uygun ortamları değerlendirmeniz arasında bir fark olmayacaktır. Asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, zihnimizi serbest bırakabileceğimiz bir zaman aralığıdır. Bu sessizlik ve sakinlik ortamında oluşacak içimizdeki düşünce akışı, vicdanımızdaki bazı yerleri uyandıracak, hayatın geçiciliğinin, var oluştaki gaye ve hikmetlerin farkına varmamızı sağlayacak bir tecrübe olabilir.

 

5-) Dil ile Zikir:
 

İnsanın kendisine sessizlik ve sakinlik ortamı sağlamasıyla bağlantılı bir madde de Allah-u Teala’yı dil ile zikretmektir. Bu tam farkında olmadığımız veya farkında olsak da günlerin dağınıklığı içinde aklımızdan çıkabilecek bir husus olmakla beraber Allah-u Teala’yı dil ile zikretmenin insanda, farklı latifeleriyle imanı yerleştirmek, sükûnet, sekine ve huzur sağlamak adına büyük bir etkisi vardır.

 

Efendimiz’in (sav) sabah-akşam veya her gün diye tavsiye ettiği zikirleri tavsiye edilen programlara bağlamak büyük fayda sağlar. Ama onun dışında da, boş kaldıkça, aktif olarak dilimiz bağlanmadığı her zaman zikir çekilebilir. Klasik bir örnekle açıklarsak; otobüste, metroda seyahat halindeyken veya zihnimizi çok da meşgul etmeyen bir diziyi izlerken, PC oyunu oynarken, elimizle sayarak, yüzlerce defa “Subhanallahi ve Bihamdihi” ya da “Hasbunallahi ve Nimel Vekîl” deme imkanımız vardır. Allah-u Teala’yı tek bir defa zikretmenin de bir güzelliği vardır ancak kendimize etki etmesi adına onlarca-yüzlerce defa tekrar etmenin kıymeti de açıktır.

 

Bilhassa entelektüel ve eğitimli insanlar, “Üzerinde düşünmeden belli zikirleri yüzlerce defa yapmanın faydası var mı?” gibi vesveselere kapılabilirler. Hiç şüpheniz olmasın: Üzerinde düşünmeden dahi belli zikirleri yüzlerce defa tekrarlayarak yapmanın faydası vardır ve bu, imanı kuvvetlendirir. Bunun illaki her gün yapılması da şart değildir ama biraz aşina olanlar fark etmiştir ki bu zikirler, günlük hayatta yapılan işler esnasında da, gün içinde de, akıllı telefonların arka planında çalışan uygulamalar gibi arka planda bizi beslemektedir. 

 

Günlük işlerimizi yaparken o işlerin arka planında da bu zikirler yapılabilir. Hatta bu zikirler için pil harcamayan, aksine pili şarj eden arka plan uygulaması denilse yeridir. Ağır olmayan bir kitap okurken, az önceki örnekte olduğu gibi zihni meşgul etmeyen bir dizi izlerken, bilgisayarda dosya aktarır, format atarken, yürürken, evi süpürürken, aklınıza gelecek pek çok günlük aktiviteyi yaparken insanlar arka planda zikre devam edebilmektedir. 

 

Beden ve duygu olarak çok yorgunken insanlar fark edemeyebilir, başta akıllarına gelmez belki ama başka işlerini yaparken bir iki saat zikre devam ettiğinde bunun kalpteki tesirleri açıkça hissedilecektir. Evet, insan zikir ile imanına kuvvet verebilir.

 

6-)Efendimiz (sav) ile irtibat:

 

Efendimiz’le (sav) irtibatın her türlüsü de içimizdeki iman hislerini ve imanda derinleşmeyi kuvvetlendirir. Bu irtibat, Efendimiz’in (sav) hayatına dair teferruatlı bilgiler öğrenmek ya da daha genel anlamıyla siyer okumak şeklinde de olabilir, anlamıyla O’nun ruhaniyetiyle bağlantı kurduğunuz salavatları belli sayılarda tekrarlamak şeklinde de olabilir. Efendimiz’in (sav) hayatında geçen bazı çarpıcı noktalara bakarak, “Efendimiz (sav) burada ne kadar şefkatli davranmış.” veya “Efendimiz (sav) şurada sözünde durmak için ne kadar gayret göstermiş.” şeklinde üzerinde düşünerek de olabilir. Ya da “Eğer Allah’ı seviyorsanız Allah Resulüne ittiba edin ki Allah da sizi sevsin.” (26) ve “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (27) ayetlerini tefekkür ederek de Efendimiz (sav) ile kurulacak irtibat, her insanın içindeki imanı güçlendirecektir.

 



Hakikate Kıymet Verme

İnsan, çevresinden etkilenmeye açıktır. Hatta temel olarak biyolojik yapımız ile içsel dünyamız çevremizi etkilemek ve çevremizden etkilenmek üzere yaratılmıştır. Ancak bu çerçevede nasıl ki cereyanda kalınca hasta olunur, manevi bir cereyanda kalınca da imani açıdan insan bazı hastalıklara yakalanabilir.

 

Kuran’da, cehenneme giden insanlara meleklerin veya zebanilerin “Size hak gelmemiş miydi, Resul’ü tanımıyor musunuz, neden buraya düştünüz?” minvalinde bir takım sorular sorulduğu görülür. (28) Yine Kuran’da cehennem ehlinin cevapları arasında “Dalalete dalanlarla beraber biz de dalar giderdik.” şeklinde cevaplara da rastlanır. (29) Kur’an bize bunları aktararak şu dersi veriyor: İnsan, okuduğu ve dinlediği şeylerin, beraber bulunduğu insanların ve ortamların kendi üzerindeki etkisine bakmalı ve dikkat etmelidir. Bu ortamların bazıları zararsız bir gönül dinlendirme, genel dinlenme, meşru veya meşrunun sınırlarında bir eğlence olabilir ama bazıları da hakikaten imana zarar verebilir. İmanını, imandaki duygusal derinliğini kaybedebileceğini bilen bir insan, bu kayıplara yol açabilecek, ona zarar verebilecek çevre etkisine karşı da, tıpkı kıymetli eşyalarını korumaya çalıştığı durumlardaki gibi hassas olacaktır.

 

İmanın kıymetini bilme, bu nimetten dolayı kendisine en büyük piyango çıkmış gibi sevinme, “Bunu verip başka şey almak istemezdim.” duygusunu iliklerine kadar hissetme; böyle bir imana bu manalarıyla sahip olamayan insanların o eğlenceli, şaşaalı görünen dünyevi hallerine özenmeme, imrenmeme halini de beraberinde getirir. İnsan imanın tadını aldıkça ve bu yolda ilerledikçe, bu halin belirli yönleri ve yansımaları kendiliğinden gelişecektir. Zaten iman derken kastettiğimiz de o gelişme ve içine yerleşme halidir. 
 

“İnsanı imana taşıyan faktörler nelerdir?” sorusuna tek maddelik bir cevap vermek gerekirse bu cevap “kıymet verme” olsa yeridir. Genel bir doğru, truth, hakikat, gerçek olan şeye kıymet verme… Kendimize menfaat sağlayacak olana değil, kendimizi rahat hissettirecek olana değil, bulunulan sosyal konum içinde kendimizi mutlu edecek veya kendimizi bir şeyin parçası hissettirecek olana değil; hakikate kıymet verme. İman ediyor olmanın, imanın verdiği emir ve tavsiyelerin, getirdiği ve getirmesi gereken ahlaki değişimlerin kıymetini bilme.

 

Bazı değer vermeler kendiliğinden olur. Bir şeyi seviveririz ve o bizim için artık çok kıymetli olur. Bazı değer vermeler için de kendimize onun varlığını, anlamını, mahiyetini öğretebiliriz. Mesela, doktor bazen belli bir süreliğine bir ilaç verir. “Bunlardan sabah ve akşam birer tane al. Bu ilaç, sende eksik olan, sistemin karşılayamadığı belli mineralleri, vitaminleri karşılayacak ve bu sayede daha iyi hissedeceksin. Şikayetlerin ortadan kalkacak.” der. İlacın mahiyetini öğrendiğimizde gözümüzde o ilaç daha kıymetli olur, onu daha dikkatle kullanmaya devam ederiz. Buna benzer biçimde, insan kendi hayat tecrübesi ve ilmiyle imanın kıymetini hissedebilir. Hissedemiyorsa hissettiren, onun kıymetini anlatan kişilerle beraber olarak, bununla ilgili eserler okuyarak o hissi yakalayabilir.

 

İmanın kıymetini bilmek; aynı zamanda Kuran’ın kıymetini bilme, Efendimiz’in (sav) kıymetini bilme, hidayetimize vesile olan başka zatların kıymetini bilme sonucunu da doğurur. Sizden biriniz beni annesinden, babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olamaz.” (30) hadisi de gösteriyor ki, imanın kıymetini bilmek demek, o imanı bize taşıyan ana kaynağa karşı ciddi bir sevgi, iştiyak, arzu, saygı, hürmet duymak demektir. Şefkat, ilgi gibi daha ne kadar güzel duygu varsa, hayatında yer vermeye, başköşeye almaya çalışma ve bütün bu duyguları içselleştirme demektir. 

 

Efendimiz (sav) zirve noktasıdır. Onu bizzat her şeyden çok sevmek bir iman şartı olduğu gibi, çağımızda yaşayıp bize imanı getiren, ders aldığımız başka büyük zatlar için de anlamlı bir biçimde sevme, ilgi ve dualara dahil etme imana dair faktörlerden sayılabilir. 

 

Hakikate kıymet verme, insanın duygusal durumlarını zamanla formatlayacaktır. Böylece insan, bir nevi regülasyonla en çok sevmesi gerekeni en çok sevecek, ilgisini vermesi gereken yere verecektir. O, hakikate kıymet veriyorsa, kendisini ölçüp, “Ben bunu öğrenebilecek donanıma sahip miyim? Şu bilgiyi de öğreneyim. Şöyle mantık kaideleri de varmış, onları da öğrenirsem doğruyu daha iyi seçebilirim.” diyecektir. Hakikate verdiği bu kıymet, fiziksel irade kısmında da kendisine belirli bir seviyede irade, enerji ve motivasyon kazandıracaktır. 

 

Bu irade, enerji ve motivasyonla da insan, hakikati görünce tanıyabilecek donanımı kazanmak için çaba sarf eder hale gelecektir. Zira Efendimiz’e (sav) ilk iman etmiş insanlar tam da böyleydi. Efendimiz (sav) zamanından sonraki çağlarda da imanda derinleşmiş, onu kabul etmiş, benimsemiş, o yola baş koymuş insanların temel vasfı da buydu. Yani bu insanların temel vasfı nedir diye sorulsa; hakikati, doğruyu görünce tanıyabilme denilebilir.

Hakikati tanıyabilmek için bazı zihinsel kabiliyetler gerekir. Az çok devrinin kültürüne sahip, başka fikir akımlarından veya İslam’ın farklı yaklaşımlarından haberdar; okuduğunu ve dinlediğini anlayabilecek kapasiteye sahip olunmalıdır. Ancak, anlama fonksiyonu yalnızca zihinsel bir mesele değildir. İnsan, duygusal olarak da hakikate dair bir arayış içinde bulunmalı, hakikati seviyor olmalı, o anda ağır depresyonda veya büyük hırslara sahip olmamalı, ciddi kibir ve alçaklık kompleksi içinde bulunmamalıdır. Malumdur, Mekkelilerin bazıları, “Hacılara su verme işi sizde, falanca iş sizde, peygamberlik de mi sizde olacak, onu sizin ailenize bırakamayız.” diyecek kadar kompleks içindeydi. Farklı kabilelerin ve ailelerin sosyal konumu meselesine duygusal olarak o kadar kilitlenmişlerdi ki başka bir şey duyamaz, göremez hale gelmişlerdi. Buradan anlıyoruz ki, hakikati görünce tanıyabilme, duygusal olarak da bir temizlik gerektirdiği gibi herhangi bir saplantı içinde bulunmama halini de gerektiriyor. 

 

Öte yandan, insanın çevresindekilerin rağmına bir fikri kabullenmek ve intisap etmek için bir çeşit medeni cesarete, bir cins kendine güvene de ihtiyacı vardır. Mesela, biri İslam’ı çok da önemsemediği halde sevdiğini söyleyebilir. Önüne kaynaklarla, farklı ayet ve hadisleri koyarak, bu konudaki makul hüküm bu deseniz, “Bunlar tamam ama ben yine çevremdekilerin çoğunun uyduğu fetvaya uysam en iyisi.” diyebilir. Bu durumda o insanda hakikat olana, doğru olana, bizzat gerçeğe pek kıymet verme gibi bir durumun olmadığını; farklı yönleriyle pratik hayatın zaruretleri veya toplum içinde ayıplanma korkusunun baskın geldiğini anlayabilirsiniz. Eğer genel bir hakikate değer verme durumu olsaydı, hakikati seçip değerlendirecek, kavrayacak bir konsepte ulaşırdı. Kaldı ki, insan ev veya araba alacağı zaman bir ekspere gösteriyor veya bir bilene soruyor. İnsanlar önemsediği bir şeyi alacaksa, bu küçük, ucuz bir şey de olsa, çevresine sorar, soruşturur, tavsiye ister. Çünkü o şeye sahip olmaya veya parasını harcamaya bir kıymet veriyordur. O yüzden de daha gerçeğe, daha doğruya ulaşma konusunda kabiliyetlerini artırma veya kabiliyeti olanlardan faydalanma gayreti içinde olur.

 

Sonuç olarak, yazının başından beri anlatılan tüm maddelerin, farklı dalları ve farklı yönleriyle “hakikate kıymet verme” maddesinin çiçeklerinden veya meyvelerinden ibaret olduğu ifade edilebilir.

Allah, bizi kendisine hakkıyla inanan, kamil imana ulaşmış kullarından eylesin. Amin!

 


1 ) Hucurat Suresi 14. Ayet

2 ) Müsned, I, 201; İbn Mâce, “Fiten”, 12; Tirmizî, “Zühd”, 11

3 ) Enes (b. Mâlik)"ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü"l-kıyâme, 59)
4 )Bu duruma Nuh suresinde şu ayetlerle işaret edilmektedir: “Nuh: “Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).” (Nuh, 26-27)

5 ) Buhari, Cengiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenaiz, 52, (1, 241); Tirmizi, Kader 5, (2139); Ebu Davud, Sünnet 18, (4714)

6 ) Abdurrahman Kurt, Demografik Değişkenler Açısından İlk Müslümanlar, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 18, Sayı 2, sf: 30. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/143680

7 ) Resulullah (sav): "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalatu vesselam da: "Allah Teala hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular. (Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29; Tirmizi, Birr 61)

8 ) Bkz; 7 nolu dipnottaki hadis.
9 ) Casiye Suresi 15. Ayet

10 ) Şems Suresi 9. Ayet

11 ) Enam Suresi 104. Ayet

12 ) Ebû Dâvud, Kitâbüs-Sünne, 4755

13 ) (İsrâ suresi,17: 36.; Nisâ suresi, 4: 36)

14 ) (Lokman suresi, 31: 15.; Tevbe suresi, 9:23).

15 ) Tegabün, 15
16 )Buhari, İman, 36.

17 )Ahmed b. Hanbel, II, 379; Nesai, İman, 8; Tirmizi, İman 12

18 )Ankebût Suresi 69. Ayet

19 )Âl-i İmrân Suresi 9. Ayet

20 )Nahl Suresi 106. Ayet

21 )Hadid, 16

22 )Âl-i İmrân Suresi 8. Ayet

23 )Nahl Suresi 98. Ayet

24 )Buhari, Fedâil-ül-Kıır'an 37; Müslim, İlim 3, 4
25 ) Beled Suresi 17. Ayet, Asr Suresi 3. Ayet

26 ) Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet

27 ) Tevbe Suresi 128. Ayet
28 )Zümer Suresi 71. Ayet

29 )Müddessir Suresi 45. Ayet

30 )Buhari, İman, 8