Mürtedin Öldürülmesi | Tek Parça
Soru: Dinden dönenin, yani mürtedin öldürülmesi gerektiği doğru mudur? Fıkıhçılar bu olayı neden özel bir suç türü olarak görmüşlerdir? Günümüzde dinden dönenin öldürülmesi “din ve düşünce özgürlüğü” kapsamında nasıl anlaşılmalıdır?
Cevap: İçinde bulunduğumuz devirde ve şartlarda mürtedin öldürülebileceği anlayışı makul değildir. Dininden dönenin öldürülmesi hükmünün belli başlı şartları vardır.
Bu konu birbiri içinde farklı yönlere sahip olduğu için meseleyi ayrı ayrı ve maddeler hâlinde ele alacağız.
Birincisi: Bir konuda geçerli bir mantık yürütebilmek ve doğru düşünebilmek için öncelikle kullanılan kavramların ve terimlerin net anlamlarının olması gerekir. Bu anlamların da akıl yürütme veya düşünce üretme süreci boyunca aynı kalması gerekir. Çok klişe bir örnek olan “Gerçekler acıdır, biber de acıdır, o hâlde gerçek, biberdir.” önermesi “acı” kavramının aynı manaya gelmemesi nedeniyle geçersiz bir önermedir ve yanlıştır. Dolayısıyla kavramların değişmesine aldırmayıp hüküm üretmeye ve aynı hükümleri tekrarlamaya devam etmek problemli bir davranıştır.
Bu duruma örnek olarak Hz. Ömer’in (ra) kıtlık döneminde hırsızlar için öngörülen el kesme cezasını iptal etmesi gösterilebilir. Bu iptalin en önemli noktası şudur: “Hırsızlık” suçunun oluşmasında bir insanın aslen ihtiyacı olmayan ve muhafaza altındaki malı taammüden çalmış olması gerekir. Dolayısıyla her hırsızlık suçunda el kesme veya hapis cezası uygulanmaz. Ortada bir “hırsızlık” kavramı ve suçu vardır ancak kıtlık döneminde genel bir açlık durumu söz konusu olduğu için hem kavram hem de suçun unsurları değişmiş olacaktır.
“Hırsızlık” kavramının ve suçunun oluşması için nasıl ki bazı şartlar gereklidir, aynı şekilde “irtidat” veya “dinden dönme” suçunun oluşması ve bu suça ölüm cezası verilmesi için de bazı şartların oluşması gerekecektir. Şimdi bu cezanın ne zaman mantıklı ve vicdana uygun bir ceza olabileceğine dair şartlara göz atalım:
Birinci Şart: Müslümanların ve müşrik olarak açıkça Müslümanlara savaş açanların, yani Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında savaş şartlarının bulunduğu bir yerde, şehirde veya ülkede, bir insanın dinden çıkması; aynı zamanda direkt olarak düşman saflarına katılma, ikamet olarak da o bölgeye gitme ve bu arada mümkün olduğunca askeri ve idari bilgileri götürme, düşman saflarını Müslümanlara karşı savaşmaya teşvik etme gibi anlamlar taşıyorsa bu bağlamda mürtedin öldürülmesi hükmünün makul ve mantıklı olacağı açıktır. Çünkü böyle bir durum savaş esnasında vatana ihanet anlamına gelmektedir. Bu hüküm de açık biçimde bir savaş hükmüdür veya siyasi bir hükümdür. Savaş şartlarında çok daha hafif suçlar için bile ölüm cezası verilmesi gayet makul ve hukukidir.
İkinci Şart: Mürtedin öldürülmesi, İslam’ın ilk dönemlerinde geçerli olan bir konudur ve o dönem şartları itibariyle anlaşılabilir bir hükümdür. Bu duruma yakın tarihimizden, Kurtuluş Savaşından bir örnek verelim: Mustafa Kemal ve bazı Osmanlı subayları Anadolu’da bir direniş hareketi başlatmak niyetindedirler. Bu görüşte olanlar düşüncelerini ve planlarını başlarda çok küçük bir arkadaş grubuyla paylaşırlar. Bu küçük grupta yer alanlardan birisinin görüş değiştirmesi veya o gruptan ayrılıp karşı tarafa geçmesi davaya ihanet anlamı taşıyacaktır. Bu da Kurtuluş Savaşının selameti açısından saf değiştiren kişinin öldürülmesini gerektiren bir durumdur. Benzer şekilde Kurtuluş Savaşının başladığı ilk zamanlarda İstiklal Harbi aleyhine faaliyetlere girişenler de askerî bir suç işlemiş sayıldılar ve öldürülmeleri gerekli görüldü. Nitekim Kurtuluş Savaşının başları olan 1920 yılında Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre ülkeyi düşmandan kurtarmak için kurulan Büyük Millet Meclisine karşı her türlü sözlü, yazılı ve fiili muhalefet suç sayılmış, bu suçları işleyenlere de idam cezası öngörülmüştür.
Bu örnekte dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bir hareketin başlangıç aşamalarında sayı görece az iken ve az sayıdaki insanlardan bir kısmı o harekete katıldıktan sonra vazgeçip ayrılıyorlarsa bu ayrılık ağır bir ihanet sayılır. Böyle bir ayrılmayı ihanet sayma örneğin Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi için de geçerlidir, Amerikan İç Savaşı dönemi için de geçerlidir. Yani evrensel bir kabuldür. Bu ayrılmalar güvenliği de etkileyebilecek durumda ise bu noktada idam cezası ve ayrılanların öldürülmesi son derece makul olacaktır.
Efendimiz (sas) de Hicretten Mekke’nin fethine kadar bir savaş hâlindedir ve o savaş şartlarında irtidat edip dinden dönmek, düşman saflarına katılmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ağır bir ihanettir ve sadece bireysel bir dini tercih değişikliğinden ibaret değildir.
İkincisi: Bir peygamber hak ve hakikati, doğruluk ve güzel ahlakı tam ve bütün hâliyle, kâmil manasıyla hem yansıtıyor hem anlatıyorsa, onun hitap ettiği kitleden bir insan da hak ve hakikati, doğruluğu, iyiliği, güzelliği, aslî kaynağından görüp kabul etmiş daha sonra da reddetmişse, hakikati hakiki manasıyla görüp tanıdıktan sonra “Bu bâtıldır.” demişse, doğruluğu aslî haliyle anladıktan sonra “Bu yanlıştır.” demişse, iyiliği ve güzelliği tüm haşmetiyle bilip benimsedikten sonra “Bu kötüdür ve çirkindir.” demişse, o insanın ruhunda ve kalbinde hakikatle ilgili hiçbir şey kalmayacaktır. Bu insan yeryüzünde bir şer kaynağı olarak, adeta bir şeytan gibi yaşayıp ölecektir.
Bu insan dini hiç kabul etmeyen bir ateist veya dine karşı kayıtsız bir deist veya başka dinlere inanan bir gayrimüslim değildir. Bu insan türü çok farklı bir türdür. Efendimiz’i (sas) bizzat tanımış, hakkı ve hakikati, iyilik, doğruluk ve güzelliği o sayede görüp anlamış ve tatmış ancak sonradan bizzat kendi tercihiyle bile isteye onu bırakmışsa, o insanda hayır ve güzellik adına hiçbir şey kalmamış demektir. O insan bütün latifeleriyle şer tarafına geçmiştir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken şudur: Bir mürtedi bu kapsamda değerlendirebilmek Efendimiz (sas) gibi bir insanın hakikati, hakikatin tamamını ve sadece hakikati yansıtmasına ve anlatmasına bağlıdır. Bu nedenle bir insan günümüzde örneğin IŞİD gibi örgütlere, İran ve Suudi Arabistan gibi sözde şeriat rejimlerinin uygulamalarına, dini değerleri kişisel çıkarları için kullananlara bakıp da dini reddettiğini söylüyorsa; bu insan İslam’ın, Kur’an’ın veya sünnetin mutlak hakikatini, güzelliğini reddetmiş değildir ki gönlü tamamen hakikate kapalı olsun. Çünkü bu insan dini temsil iddiasında olduğunu söyleyenlere bakıp da doğruluğu, adaleti, muhtaçları koruma refleksini, mazlumlara yardım etme motivasyonunu, insanlara şefkat esasını görememektedir. Dolayısıyla böyle bir insana hakiki manasıyla mürted demek pek makul olmadığı gibi her şeyiyle şer tarafına geçmiş bir insan gözüyle bakmak da insaflı ve tutarlı olmayacaktır.
Bu kısmı biraz daha açalım: Hepimiz çevremizde azami nezakete sahip, karıncayı bile incitmemeye özen gösteren, insanlara şefkat ve mülayemetle yaklaşan, günlük konuşmalarında gıybet ve iftira etmeyen, gıybet edilen ortamlarda gıybete karşı tavır koyan, temizliğine ve giyimine riayet eden, bir fakire ulaştırılmak üzere kendisine teslim edilen parayı kendine ait parayla aynı cebine veya cüzdanına birbirine karışmamaları için koymayan, bir an harama baksa sadakalar vermeye çalışan, tartıda hak geçmesin diye sattığı ürünü bir miktar fazlasıyla müşteriye veren dindar insanlar görüp tanımışızdır. Ancak bize görünmeyen yönleriyle (ki bu yönlerini görmeye çalışıp araştırmak da caiz değildir) de bu insanlar bazı hurafelere inanabilirler, kendi yakınlarından bazılarını sözleriyle ve fiilleriyle kırıp geçirebilirler, bir yönleriyle çok iyi insanlar olmalarına rağmen bir yönleriyle de örneğin cimri, asık suratlı, evlatları arasında ayrımcılık yapan insanlar olabilirler. Bununla birlikte böyle insanlar arasında kalmış ve onların güzelliklerine şahit olmuş kişilerde insani ve dini duygular uyanacaktır. Ancak bu duygular uyansa bile başka ortamlarda şahit oldukları kötü durumlar karşısında dine karşı soğukluk da oluşabilecektir. Belki dindar gruplardan ayrılmalar da olacaktır. Ancak bu ayrılmalar da dinden çıkmak değildir, genellikle dinin herhangi bir yorumuna karşı bir tavır göstermektir. Sonuçta kısmî güzelliklerde bile insanlar bu kısmî güzelliklere ve onları yansıtanlara karşı pozitif duygular geliştirmektedirler.
Ancak bugün için İslam’ı bütün güzelliğiyle ve tam hâliyle temsil eden mükemmel bir grup veya topluluğun olduğunu söylemek imkansızdır. Bu durumda bir insan yarı cehaletiyle bakınca da “İran’daki ve Arabistan’daki resmî ideoloji çok zalim. IŞİD gibi gruplar da çok barbar ve gaddar. Böyle din olmaz.” dese, diğer yandan kendisi de zaten İslam’ı bilmeyen, ibadeti de olmayan birisi ise (ki genellikle öyledir) bu insan hakiki iyiliği, güzelliği ve hakikati bütünüyle reddetmiş değildir. O, sadece önündeki çarpık örneklere bakıp yarım ve hatalı çalışan bir düşünce süreci sonucunda yaptığı genellemelerle böyle bir neticeye varmaktadır.
Bir başka örneği tesettürden verebiliriz. Tesettür; vicdanı ölmemiş, akli melekeleri sağlıklı çalışan, iffet kavramını, kadın ve erkek mizacını-fıtratını bilen ve bunlara bütüncül bakan bir insan için iyidir, doğrudur ve güzeldir. Bazı insanlar bunu bile kötü görebilecektir ve dini reddederken bazı güzellikleri de reddedecektir ancak çoğu zaman o reddettikleri şey, ayet ve hadislere de aykırı olan kadının ezilmesi kavramıdır. Kadının ikincil konuma itilmesidir. Aynı dindar ailenin aynı dindarlık düzeyinde oğluna tanıdığı özgürlükleri ve fırsatları kızına tanımaması, kız çocuklarına ayrımcılık yapmasıdır. Erkeklerin sırf erkek olarak doğdukları için kendilerini kadınlardan üstün görmeleri, kendilerine verilen fiziksel gücü kadınları ezmek için kullanmada bir beis görmemeleridir.
Dolayısıyla bugün “mürted” olarak görülen insanların farklı alan ve noktalarda reddettiği güzellikler olsa da bu insanların esasta zaten çirkin olan, dinin özüne de uymayan kötülükleri reddettikleri söylenebilir.
Bu noktada; içi görünmeyen bir asit şişesinin üzerine birilerinin “şerbet”, içi görünmeyen bir şerbet şişesinin üzerine de “asit” yazdığını düşünelim. Bir insan gelir ve her ikisini de koklar sonra der ki “Şerbet, tadı ve kokusu kötü bir içecektir. Asit ise tadı ve kokusu güzel bir içecektir.” Bu insanın söyledikleri hakikat-i hâle uygun olmadığından, gerçeğe uymadığından pek bir kıymet ifade etmeyeceği gibi şerbete karşı çıkması da pek bir anlam ifade etmez ve onu tamamen suçlu birisi yapmaz. O kişiyi insanlara asit içirmeye çalışan bir suçlu konumuna düşürmez. Dolayısıyla cezalandırılmayı hak etmiş olmaz. Aynı şekilde bu insanın sözleri şerbeti kötü asidi de iyi bir içecek yapmaz.
Üçüncüsü: İslam için başlangıç dönemlerindeki küçük ve kendini savunmak durumunda olan bir grup olma özelliği artık kalmamıştır. Ayrıca aktif savaş hâlinde dinden çıkma ile karşı tarafın saflarına geçme durumunun aynı olması bugün için geçerli değildir. Bu durumun bugün geçerli olması için İslam’ın bireysel ve toplumsal düzlemde bütün güzelliğiyle, doğruluğuyla ve adaletiyle yaşandığı bir ülke ile İslam harici bir din temelinde işleyen başka bir devlet arasında savaş ortamının olması, bu ortam içinde İslam’ın yaşandığı ülke insanlarından bir kişinin veya grubun dinden tamamen çıkıp düşman ülkenin saflarına geçmesi ve onların lehine çalışmaya başlaması gerekecektir. Sadece böyle bir durumda dinden dönmenin de dinden dönenin de idam suçuyla cezalandırılması gerektiği söylenebilir. Çünkü böyle bir durumda dinden dönen insanın gerçek iyilik, doğruluk ve güzelliğe sırt çevirmiş olduğu, bunların zıddı olan saflara geçtiği söylenebilir. Böyle bir durumda bile idam cezasının makul olup olmadığı o an ve şartlar içinde ayrıca tartışılmalıdır.
Soru: Dinden dönen insanın hak ve hakikati tam ve bütün haliyle, kâmil manasıyla tanıyıp benimsedikten sonra bunları reddettiği ve bu nedenle böyle bir insanın iç dünyasında hak ve hakikatle ilgili hiçbir şeyin kalmayacağı, bir şer kaynağı haline geleceği söyleniyor. Bu durum inanan insanlar için makul ve geçerli olabilir ancak hukuki cezalar somut suçlara verilir. Dinden dönen bir insanın iç dünyasının bir kamu suçuna konu edilmesi sorunlu bir yaklaşım değil midir?
Cevap: Bu düşünce, akıl yürütme silsilesinde bazı atlamalar yapılarak ulaşılmış bir düşüncedir. Şöyle ki:
Hukuki konular da dahil olmak üzere bazı meseleler vardır ki hukuku yazanlar da uygulayanlar da normal insanlar da o meselenin tüm yönlerini ve uçlarını göremeyebilirler. Örneğin, günümüzde idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Özellikle iki noktada idam cezasının sorunlu bir ceza türü olduğu doğrudur. Birincisi; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik ilkelerin tam manasıyla yerleşmediği bir ülkede idam cezası siyasi maksatlarla kullanılabilmektedir. Bu da baskıcı sistemlerin güçlerini artırmalarına yol açmaktadır. İkincisi, hukuk sistemi dünyanın hiçbir yerinde hatasız işleyen bir sistem değildir. Yine de bazı hukuki hataların telafisi sistem içinde mümkün olabilmektedir. Örneğin bir insan delillerin yanlış toplanması, iftiraya maruz kalması gibi nedenlerle suçsuz yere birkaç sene hapis yatmış olabilir. Masum olduğu anlaşılınca da kendisine maddi ve manevi tazminatlar ödenerek hata kısmen de olsa telafi edilebilir. Ancak suçsuz yere idam edilen bir insan için böyle bir telafi mümkün değildir.
Diğer yandan idam cezası tamamen haksız, vahşi ve akıl dışı bir ceza türü de değildir. Öyle suçlular vardır ki hiç acımadan, rahatlıkla insan öldürebilmektedir. Kitlesel ölümlere neden olan silahlı terör suçları, kadın ve çocuk cinayetleri, tecavüz ve işkence sonucu canavarca hislerle adam öldürmek gibi suçlara idam cezası veya her türlü aftan muaf tutulmak kaydıyla müebbet hapis cezası verilmesi kabul edilebilir bir durumdur.
Bu örneklerin konumuzla ilgisine gelince: Bir insanın rahatlıkla adam öldürebilmesi, tecavüz, pedofili, terör gibi suçları acımasızca işleyebilmesi diğer insanlara zarar verme potansiyeli yüksek suçlardır. Hatta bir insanın alkollü araç kullanırken veya ihmal sonucu oluşan bir iş kazası sonucu ölüme sebebiyet vermesi gibi suçlarda bu suçlulara verilecek ehliyete ve araca el koyma, hapis, görevden men edilme gibi suçlar makul ve vicdana uygun sayılmaktadır. Çünkü toplum o insanlardan korunmalıdır. Toplumu ilgilendiren ve toplumsal zarar potansiyeli büyük olan suçlara verilecek cezalar daha ağır olmaktadır.
Benzer şekilde bir mürtedin kalbinin hakikate tamamen kapanması salt metafizik bir olgu değildir. Mürtedin sadece iç dünyasını ilgilendiren psikolojik veya bilişsel bir tercih meselesinden de ibaret değildir. İyiliğin ve kötülüğün insanın hayat paradigmasını oluşturmada dini inançtan beslendiği, insanların iyilik-kötülük, hak-adalet gibi kavramları öğrenip benimsemede dini değerlerin önemli derecede etkin olduğu toplumlarda kamu hukukunun dinden dönenlere ceza vermesi gayet anlamlı ve mantıklıdır. Tabii ki böyle bir cezanın anlamlı olabilmesi için o toplumun söylem veya slogan düzeyinde değil, gerçek manada bir İslam toplumu olması gerekecektir.
Ancak günümüzde tecrübelerimiz ve konuyla ilgili yapılan araştırmalar açıkça göstermektedir ki; “din” kavramı tek başına bir kişi hakkında net bir bilgi vermemektedir. Yani bir insanın dindar olduğunu, İslam veya başka bir dine mensup olduğunu iddia etmesi o insanı tanıma adına tek başına yeterli bir veri değildir. Çünkü Müslüman olduğunu söyleyip zulüm, haksızlık üzere yaşayan milyonlar olduğu gibi Müslüman olmadığını söyleyip adil, iyi ve doğru yaşamaya çalışan insanların sayısı da az değildir. Dolayısıyla bir insanın “Ben Müslümanım.” demesi o insan hakkında domuz eti yemediği, sünnetli olduğu gibi istisnai birkaç bilgi verse de o insanın içki içip içmediği, yalan söyleyip söylemediği, insanlara adil ve şefkatli davranıp davranmadığı, sözünde durup durmadığı gibi konularda bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla “Ben Müslümanım.” beyanının toplumsal, hukuki ve bireysel açılardan bir bilgi kaynağı olduğu söylenemez. Bu nedenle kabul etmeliyiz ki, günümüzde “din” kavramı Müslümanlar da dahil insanların hayatlarını, onları hayır istikametinde her durumda değiştirecek kadar etkili bir kavram değildir. Böyle bir durumda dinin, kendi hayatına etkisi zaten çok az olan bir insanın dinden çıktığını iddia etmesi o insana mürted muamelesi yapılmasını gerektirmez. Çünkü bu insan kendi gözünde hak ve hakikati reddediyor değildir. Bilakis kendi çapında daha vicdanlı olduğunu düşündüğü için böyle bir beyanda bulunmuş da olabilir.
Her halükârda günümüzde iman etme ile etmemenin bu kadar birbirine karıştığı, insanların iyilik ve güzellikleri dinin dışındaki alanlarda da arayabildiği bir ortamda dinden çıkıp çıkmama kavramı da eskiden olduğuyla aynı manayı ifade etmemektedir. Dinin hakiki etkisinin pek az olduğu bir durumda da dinden dönmeye hukuki bir ceza verilmesinin pek anlamı kalmamıştır.
Diğer yandan kimin gerçekten dinden dönüp dönmediğinin veya mürted olup olmadığının belirlenmesindeki kriterlerin İslam Hukuk tarihinde net ve belirgin olmayışı sorunudur. Örneğin bir suçun oluşmasında “kasıt” kavramı önemli bir yere sahiptir. Dinden dönme suçunu işleyenin bu suça dair bir söz söylerken veya irtidat anlamına gelen bir fiili yaparken bunları suç kastıyla yapıp yapmaması kendisi hakkında verilecek hükümde de son derece etkilidir. Bu nedenle örneğin küfrü gerektirecek söz ve fiilleri işleyen birisinin bunları şaka maksadıyla yapması durumunda suçlu sayılıp sayılmayacağı dahi ihtilaflı bir konudur ve tartışmalıdır.
Bu ve benzeri durumlarda Peygamber hayattayken ve Allah’ın hükümlerini tam manasıyla bilirken, devletin ve yargının da başını temsil ederken irtidat suçuna verilecek cezanın anlamlı olacağına şüphe yoktur. Çünkü bir kimsenin gerçekten mürted olup olmadığını hiç kimse bir peygamber kadar net bilemeyecektir. Benzeri bir bilme durumu Peygamberle çok fazla vakit geçirmiş, vahyin ikliminde uzun süre yaşamış sahabe gibi insanlar için de geçerlidir. Ancak ortada bir peygamber yokken böyle bir suça verilecek ceza ise her zaman hatalı olma ihtimali taşımaktadır. Nitekim tarihte dinden çıkma ithamıyla suçlanıp da idam cezası verilen vakaların pek çoğu halen tartışmalıdır.
Günümüzde dinden çıkma suçuna karşılık idam cezası verilmesinin bir başka problemi de şudur: Dinden çıkma suçunun idam cezasıyla cezalandırılacağının bir yasa maddesi olarak açıkça yazılıp belirtilmesi durumunda dinden çıkanlar bu durumlarını elbette saklayacaklardır. Böyle bir cezayı yasalara koymuş olmak da din kurumunun mahiyeti gereği kendisiyle çelişmesi anlamına gelecektir. Çünkü hakikatte dinden çıkan ancak bunu ifade etmeyen veya fiile dökmeyen bir mürted asla bilinemeyecek ve böyle bir kişi de Müslüman toplum içinde bir münafık olarak yaşamaya devam edecektir. İmanın mahallinin kalp olması gerçeğinin de bu durum özelinde pek bir anlamı kalmayacaktır. Dolayısıyla günümüzde bir İslam toplumunda dinden dönme suçuna yasal bir ceza öngörmek toplumdaki münafık sayısını artıracaktır.
Soru: Günümüzde inanç özgürlüğü ile mürtedin öldürülmesi gerektiği hükmü arasındaki çelişki nasıl aşılabilir? Bir Müslüman bir yandan din ve inanç özgürlüğünü diğer yandan da İslam’dan çıkanın mürted olduğunu ve öldürülmesi gerektiğini savunamaz diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Cevap: Meselenin Efendimiz (sas) ve sahabe dönemine bakan yönü, sonraki dönem İslam tarihinde ele alınış şekli ve günümüzdeki durumu birbirinden farklı bağlamlarda ele alınmalıdır.
Efendimiz (sas) ve Sahabe Dönemi
Bir hareketin başlarında o hareketi oluşturan insanların sayısı görece az iken o harekete katılmış ancak sonradan o hareketten ayrılmış ve karşı safa geçmiş bir insanın tutumu ağır bir ihanet sayılır. Özellikle bu ayrılış o hareketin güvenliğini de etkileyecek boyuttaysa bu ihanete ölüm cezası verilmesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Bu durum Kurtuluş Savaşını başlatan ekip için de, Bolşevik devrimini yapan grup için de geçerlidir yani umumi bir kaidedir. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklamalar zaten serinin ilk yazısında yapılmıştı.
Efendimiz (sas) de Mekke döneminden itibaren müşriklerle bir mücadele içindedir. Bu mücadelede irtidat etmek, dinden dönmek demek düşman saflarına katılmak anlamına gelecektir ve bu ağır bir ihanettir. Bahsi geçen tavrın o dönemin şartları içerisinde bireysel bir tercih olarak ele alınması pek mümkün değildir.
Diğer yandan, Efendimiz (sas) gibi hakikat, doğruluk ve güzel ahlak adına ne kadar güzellik varsa tam anlamıyla yaşayan ve anlatan bir insandan bu güzellikleri ve hayırları öğrenip kabul etmiş bir insan daha sonra bunları reddediyorsa o insanın hayır ve hakikati kabul edip kendi hayatında yaşatma şansı ve kabiliyeti kalmamış demektir. Dolayısıyla bu insan şerrin kaynaklarından bir kaynak haline gelecektir. Çevresi için de hem hukuki açıdan hem ahlak ve doğruluk açısından önemli bir zarar verme potansiyeline sahip olmuş demektir. Böyle bir insanın da aklen, hukuken ve ahlaken cezalandırılması son derece mantıklı bir uygulamadır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, bir mürtedin bu kapsamda değerlendirilebilmesi için iyilik ve doğruluk adına öğrendiği şeyleri Efendimiz (sas) gibi bir insanın yaşadığı bir atmosferde öğrenmesi gerektiğidir. Dinin de dindarların da bozulduğu günümüzdeki gibi ortamlarda dinden çıktığını, artık dinle bir ilişkisinin kalmadığını söyleyen bir insanla o dönemdeki bir mürtedin aynı kapsamda değerlendirilmesi pek mantıklı görünmemektedir.
Sonraki Dönem
Efendimiz (sas) ve sahabeden sonraki dönemlerde yazılan fıkıh kitaplarında dinden dönme (irtidat) suçuyla ilgili görülen ayetler serlevha edilmiştir. Bu ayetler şu şekilde sıralanabilir;
“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.”1
“İman etmelerinden, Resûl'ün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkârcılığa sapan bir kavme Allah nasıl hidayet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlığın lânetine uğramalarıdır. Bu lânete ebedî gömülüp gidecekler. Onların azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edip yola gelenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler.”2
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.”3
Görüleceği üzere bu ayetler dinden dönmekle ilgili olsa da hiçbirisinde dininden dönenlere dair dünyevi bir ceza öngörülmemiştir. Dolayısıyla fıkıh kitaplarımızda fıkıhçılar mürtetlere verilecek cezalarla ilgili içtihatlarını bazı hadislere dayandırmak istemişlerdir. Bu konuda da üç hadis öne çıkmaktadır.
Ureyne kabilesinden bir grup Medine’ye gelip Müslüman olmuşlar ancak bir süre sonra Medine’nin havasından rahatsız oldukları için izin alarak zekâtlık develerin otladığı kırsal bir alana gitmişlerdir. Burada sağlıkları düzelmiş ve bir süre sonra da bölgedeki çobanları öldürmüşler, develerini de gasp ederek İslam’dan dönmüşlerdir. Haber Medine’ye ulaşınca Efendimiz (sas) onların üzerine bir grup asker göndererek hepsini Medine’ye getirtmiş ve idam ettirmiştir.4
Bu olayda görüleceği üzere salt bir dinden dönme olayı yoktur. Olay bireysel tercihlerin de ötesinde cinayet ve gasp meselesidir. Bu durumda en fazla dinden dönme ile cinayet ve gasp suçlarının bir arada işlendiği söylenebilir. Öldürülenlerin de sadece dinden döndükleri için değil aynı zamanda cinayet ve gasp suçları nedeniyle öldürüldükleri değerlendirmesi yapılabilir. Sonuçta bu olay bütün dinden dönme olaylarına genellenmesi mümkün bir dayanak teşkil etmemektedir.
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın rasulü olduğuma şahitlik eden birinin kanı ancak şu üç gerekçeden biriyle helal olabilir: Cana can (haksız cinayet), zina eden evli, dinini terk ederek cemaatten ayrılan kişi.”5 Hadisin farklı bir versiyonunda “İslam’dan çıkan, Allah ve Rasulü ile mücadele içine giren kişi.” kaydı bulunmaktadır. Hz. Aişe (ra) kanalıyla gelen bir başka versiyonda da “Allah ve Rasulüyle mücadeleye girişen kişi! Bu, ya öldürülür ya asılır veya sürgün edilir.”6 Hadiste sunulan bu alternatifler aynı zamanda Maide suresinin 33 ve 34. ayetlerinde geçen terör suçları için de öngörülmüş cezalardandır. Dolayısıyla bu hadis teröre veya cinayet, gasp gibi bozguncu suçlara bulaşmamış mürtedler hakkında bir hüküm belirtmemektedir. Bu tip suçlar, işleyenleri mürted olmasa da cezalandırılacak suçlardandır.
: “Dinini değiştireni Öldürün!”7 hadisidir. Hadisin sıhhati tartışmasızdır. Efendimiz’in (sas) sözü olması hasebiyle de haktır ve hakikattir. Ancak sorun şudur ki, bu hadis, kaynaklarda tamamen bağlamsız, mücerret bir şekilde rivayet edilmiştir. Bu haliyle adeta Efendimiz (sas) sebepsiz bir yere ashabına dönmüş ve “Dinini değiştiren kim varsa hepsini öldürün.” şeklinde bir emir vermiş gibidir. Örneğin bu hadisin Âl-i İmran suresinin 72. ayetinde geçen “Ehl-i kitaptan bir grup “Müminlere indirilene günün önünde inanın, sonra inkâr edin. Belki onlar da size bakarak dönerler.”8 ayetiyle ilgili olup olmadığı belli değildir. Eğer bu ayetle ilgili ise o dönemdeki İslam toplumunun harici bir müdahaleye karşı önlem alması amacıyla, bu ayetin dininden dönenleri öldürme cezası verileceğini belirttiği söylenebilir.
Sonuçta bu hadis-i şerif mücerret ve mutlak bir şekilde ele alınmamalıdır. Çünkü bu durumda bireysel tercihler de dahil olmak üzere her türlü dinden dönme olayının idamla cezalandırılması gerekecektir. Ancak gerek Efendimiz’in (sas) gerekse Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) gibi önde gelen sahabilerin uygulamalarında dinden dönme olaylarına verilen cezaların bireysel tercihlerden ibaret olmadığı, beraberinde mutlaka bir terör veya isyan suçunun da olduğu görülmektedir. O hâlde bu hadisin salt bireysel bir tercih sonucu dinden çıkıp da İslam toplumuna karşı somut bir suç işlemeyenleri de kapsadığı söylenemez.
Nitekim geleneksel fıkıh kitaplarımızda da irtidat suçu bağy (isyan), hirabe (terör) ve siyer (uluslararası savaş hukuku) konuları altında işlenmiştir. Bu durum da geleneksel fıkıhçılarımızın dinden dönme suçunu özel hukuk değil bir kamu hukuku konusu olarak ele aldıklarını göstermektedir.
Günümüz
Günümüzde irtidat veya dinden dönme suçuna karşı verilecek cezanın ne olması gerektiği konusu belki İran, Suudi Arabistan gibi ülkeleri ilgilendirmektedir. Bu ülkelerin de bireysel, toplumsal ve siyasal düzlemde İslam’ın bütün güzelliklerinin tam manasıyla yaşanıp temsil edildiği, vatandaşları arasında hak ve adalet duygusunun, şefkat ve emniyet hislerinin hâkim olduğu, insanların birbirlerini aldatmadığı ülkeler olmadığı açıktır. Dolayısıyla böyle bir ülkede “dinden dönme” kavramını oluşturan “din” ve “dönme-ayrılma” kavramlarının asr-ı saadetteki gibi olmayacağı malumdur. Çünkü ortada hakiki manasıyla bir İslam dini yaşanmamaktadır ki dinden dönmekle suçlananlar o şekilde değerlendirilsin.
Diğer yandan gerek adı geçen ülkelerde gerekse halklarının çoğunluğunun Müslüman olduğu iddia edilen diğer ülkelerde dinden dönme olgusunun yanında terör, isyan, tecavüz, cinayet ve gaspın bir arada işlendiği suçlar gibi olaylara karşı idam cezası verilmesinin hukuken de mantıken de vicdanen de bir mahsuru olmasa gerektir. Ancak bu durumda da idam cezasının, uygulanacak ülkenin demokratik ve hukuki standartları açısından, yani farklı boyutlarıyla tartışılması gerekecektir. Bu ise ayrı bir durumdur.
Günümüzde İslam’ı tam hâliyle ve bütün güzellikleriyle yaşayıp temsil eden mükemmel bir grup, topluluk veya ülke olduğunu söyleyemeyiz. İrtidat suçunun sabit olması için bir insanın İslam’ı tam hâliyle ve bütün güzellikleriyle yaşayıp temsil eden mükemmel bir grup veya topluluktan ayrılmış olması gerekecektir. Böyle bir grup veya topluluk günümüzde olmadığı için dinden ayrıldığını veya artık Müslüman olmadığını söyleyen bir insanın da gerçek manasıyla mürted olduğunu söylemek pek makul değildir. Dolayısıyla günümüzde irtidat suçunun tüm unsurlarının oluşması, bir insanın da gerçek anlamıyla mürted olması adeta imkânsız gibidir.
İnanç Özgürlüğü, İslam’a Dahil Olma ve İrtidat Suçu
Günümüzde din ve vicdan veya inanç özgürlüğü hususunda uluslararası hukuk alanında ortaya konulmuş ve pek çok ülkenin ortaklaşa benimsediği bazı kavramlar ve ilkeler vardır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. maddesi “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya özel ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.” demektedir. Diğer yandan aynı maddenin ikinci fıkrasında “Din veya inancını açıklama özgürlüğü, sadece yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlık veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli sınırlamalara tabi tutulabilir.” denilmektedir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 18. maddesi de “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir. Buna göre, herkes din ya da inanç değiştirmekte özgürdür. Ayrıca dinini ya da inancını tek başına ya da toplulukla birlikte açık olarak ya da özel olarak öğretim, uygulama, ibadet ve ayinlerle açıklama özgürlüğüne sahiptir.” şeklindedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. maddesinin ikinci fıkrası, din ve inanç özgürlüğünün bazı durumlarda sınırlanabileceğini kabul etmiştir. Dolayısıyla günümüzde evrensel bir değer olarak kabul edilen ve din değiştirmeyi de kapsayan inanç özgürlüğünün sınırsız olması gibi bir durum söz konusu değildir.
Bu durumda bireysel bir tercih olarak ve en azından kavramsal düzlemde bir Müslümanın artık Müslüman olarak kalmak istemediğini, dinden ayrılmak istediğini söylemesi günümüz uluslararası hukukunda bir hak olarak kabul edilmektedir.
Böyle bir hakkı kabul etmenin İslam’a uygun olup olmadığı tartışılabilir. Biz, böyle bir durumun, yani “Bir insanın bireysel olarak İslam’dan ayrılmak istediğini beyan etmesi, bu beyan sonrasında da İslam toplumuna karşı herhangi bir suç faaliyetine girmemesi inanç özgürlüğü kapsamına girer.” demenin Kur’an ve hadislere aykırı olmadığı kanaatindeyiz.
Dinden dönmek, bireysel bir tercih olarak, kamu hukukunu ilgilendirmeyen ve tamamen özel hukuk alanıyla ilgili yönüyle “Ben artık Müslüman değilim.” demek günümüzde inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Çünkü Kur’an ve hadislerde böyle bir tercihte bulunan insanlar için herhangi bir ceza öngörülmemiştir. Böyle bir insana günümüzde salt dinden dönme kavramı üzerinden bir ceza öngörülmesi Kur’an’a ve hadislere de aykırı olacaktır.
Çünkü irtidat meselesinin bir vicdani-itikadi yönü vardır bir de siyasi ve askeri yönü vardır. Vicdani ve itikadi yönü açısından dinde zorlama olmadığı zaten bilinmektedir. İslam da insanların kendi özgür iradeleri ile gönülden iman etmesini istemektedir. Dolayısıyla İslam tamamen bireysel, zihinsel veya duygusal motivasyonlarla, beraberinde somut bir suça da bulaşmadan dini bırakan kimselere herhangi bir ceza öngörmemiştir diyebiliriz.
Meselenin vicdani ve itikadi yönünde ise ortada bir savaş hukuku, askeri şartlar ve birbirine düşman cepheler vardır. Bu durumda mesele kamu hukukunu, güvenliği ve asayişi, toplumsal barışı ilgilendiren bir hâl almaktadır. Bu yönüyle dinden çıkanın aynı zamanda askerî bir suç da işlemiş olacağı için idam cezasıyla cezalandırılması öngörülmüştür.
O hâlde günümüzde tamamen bireysel motivasyonlarla din değiştirmenin herhangi bir cezayı gerektirmediğini, İslam’ın böyle insanlara ölüm cezasını öngörmediğini söyleyebiliriz. İslam’dan ayrıldığını söylemek de dahil olmak üzere her türlü din değiştirme inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Çünkü tamamen bireysel motivasyonlarla gerçekleştirilen din değiştirme fiiline Kur’an ve hadislerde herhangi bir ceza öngörülmemiştir.
Geleneksel fıkıh tarihimiz dinden dönmeyi bir kamu hukuku problemi olarak ele almış; terör, isyan, toplumsal barışa karşı işlenen suçlar kapsamında değerlendirmiştir. Çünkü örneğin Hanefi mezhebinde dinden dönen kadının öldürülmesi gerekmez. Eğer mesele tamamen vicdani ve itikadi bir mesele olarak ele alınmış olsaydı kadının da öldürülmesi gerekecekti. Ancak kadınlar askerlik yapmadıklarından ve toplumsal barışa karşı terör ve isyan gibi suçlara da karışmadıklarından idam cezasının muhatabı olmamışlardır.
Sonuç: Dinden dönme (irtidat) suçunun iki yönü vardır.
Birincisi: Vicdani ve itikadi yönüdür. Bu yönü itibariyle tamamen bireysel motivasyonlarla, kişisel akıl yürütmeler ve bireysel algılar sonucu oluşan duygu ve düşünceler neticesinde bir insan “Ben artık Müslüman değilim.” demişse ve beraberinde İslam toplumuna karşı terör, isyan gibi suçlara bulaşmamışsa bu kişiye idam cezası öngörmek anlamsızdır. Dinden dönme fiilinin bu boyutu insan hakları, din ve inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir.
İkincisi: İslami değerlerle hayatının bir döneminde tam anlamıyla karşılaşmış, İslam’ın güzelliklerini ve doğruluğunu anlamış, daha sonra çeşitli saiklerle İslam’dan ayrılacağını beyan etmiş, bu ayrılışıyla birlikte Müslümanlara karşı toplum barışını zedeleyecek terör, isyan, cinayet, vatana ihanet, askeri bilgileri satma gibi çeşitli suçlara bulaşmış bir insanın gerçekleştirdiği fiillerin insan hakları kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir.
1 ) Bakara, 217
2 ) Âl-i İmran, 86-90
3 ) Maide, 54
4 ) Buhari, Muharibin, 2; Müslim, Kasame, 9
5 ) Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25
6 ) Ebu Davud, Hudud, 1
7 ) Buhari, Cihad, 149; Ebu Davud, Hudud, 1
8 ) Âl-i İmran, 72