Kitap Okumak Üzerine | Tek Parça
Soru: Kitap okumanın eski önemini kaybettiğini düşünüyorum. Özellikle de merak edilen her şeyi internetten bulup öğrenmenin mümkün olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Üstelik basılı kitapların bile pek çoğu dijital hâliyle de internette mevcut. Bu durumda neden kitap okuyalım ki? Kitap okumanın insana katacağı bir şeyler kalmış mıdır?
Cevap: İnsan için asıl lazım olan şey öğrenebilir olması, öğrenmeye açık olmasıdır. Bu da insanın insan olmasıyla ilgili bir özelliktir. İnsan esas itibariyle içsel olarak gelişebilen yani yeni şeyler öğrenebilen bir varlıktır. Bu özelliği ister dini olarak Allah-u Teala’nın Hz. Adem’e (as) isimleri öğretmesi meselesine bağlayın1, ister seküler planda “insan doğası” teorileri içinde insanın ancak öğrenmeyle gelişebileceği düşüncesine bağlayın sonuç değişmeyecektir. Sonuçta insan ve insanlık için her türlü gelişme yeni şeyler öğrenmeye bağlıdır.
Her insanda zaten öğrenme konusunda fıtrî bir meyil vardır. Bu meyil yürüme ve konuşmayı öğrenme gibi bilinç dışı alanlarda geçerli olduğu gibi matematik, tarih, yabancı dil öğrenme ya da alet kullanma, bisiklet sürme, uzay gemisi inşa etme gibi sistematik çalışma isteyen alanlarda da geçerlidir. Öğrenme konusunda her insanda fıtrî bir meyil olsa da bu temayül zamanla iyi değerlendirilmeyebilir. Bazen insanlar negatif duygular ve çevre etkisi gibi nedenlerle kendini öğrenmeye tamamen veya kısmen kapatabilir. Bu durum istisna olsa da öğrenme ömür boyu süren bir davranıştır.
Öğrenmenin tek bir yolu yoktur. Kitap okumak veya genel olarak okumak bu yollardan sadece birisidir. Belki en önemlilerinden birisidir ancak tek yol değildir. Çünkü yazının icadından önce de insanlar öğrenmeye açıktı ve hayatta kalmaları için gerekenleri öğrenmeleri gerekiyordu. İleride de bir şeyler okumadan, örneğin nöronlarımıza bir şekilde müdahale edilerek dışarıdan bilgi aktarımı sağlanabilecek bir teknoloji geliştirilirse kitap okumaya belki ihtiyaç kalmayacaktır ancak öğrenmeye açık olma durumu var olmaya devam edecektir.
Konuyu kitap okumak noktasından genel olarak okumak noktasına taşımamız gerekir. Çünkü artık basılı, ciltli, sayfaları olan klasik kitapların yanında dijital kitaplar ve başka yazılı dokümanlar da en az kitaplar kadar yaygın hale geldi. Yazılı materyaller ister kil tabletlerde olsun, ister basılı kitaplarda ister dijital formatlarda olsun, burada da esas olan yine öğrenmeye açık olma durumudur.
Bilginin aktarım hızı açısından yazının konuşmaya göre daha hızlı ve işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar dinleyerek de bir şeyler öğrenebilirler muhakkak ancak yazı teknolojisi (evet, yazı da bir teknolojik üründür) okuyarak veya seyrederek öğrenmeye göre daha işlevseldir. Özellikle belirli bir zaman ayrılıp da belirli bir hız kazanıldığında yazı ile, dinlemeye ve seyretmeye göre çok daha fazla miktarda bilgi daha kısa zamanda beyne aktarılabilmektedir. Bu yönüyle okumaktan daha hızlı, daha faydalı ve daha verimli bir öğrenme yolu şu an için pek yoktur denilebilir. Elbette günlük hayatın yoğunluğuna göre okumaya vakit bulamayıp da podcast veya sesli kitap gibi uygulamalardan da faydalanmak mümkündür çünkü meselenin temeli öğrenmeye açıklıkla ilgilidir.
Yazılı materyallerin öğrenmede daha etkili olduğu ilkesi her kitap için geçerli olmayacaktır. 5 sayfada anlatılabilecek bir konuyu 200 sayfaya yayarak konunun anlaşılmasını zorlaştıran kitaplar olduğu gibi; basılı hale getirilse 5 sayfa etmeyecek ama 200 sayfalık pek çok kitaptan daha faydalı olabilecek blog yazılarına da rastlayabilirsiniz. Bu nedenle de kitap, yazılı metin gibi kavramları sınırlandırmak, özellikle de kitap formatına indirgemek anlamlı değildir.
İnsan bedeni sağlıklı işlemeye devam etmek için egzersize ihtiyaç duyar; zihin de sağlıklı kalabilmek için yeni şeyler öğrenmek, düşünmek ve bir şeyler üretmek zorundadır. Dolayısıyla öğrenmeye açık oldukça ve öğrendikçe insanın bu yöndeki terakkisi de devam edecektir.
Kurgu Metinler Okuma (Fact ve Fiction Ayrımı)
Genel dil kabiliyetleri ve anlama yetisinin artırılması için roman ve hikâye gibi kurgu metinler okumanın önemli faydaları vardır. Hatta bu konuda bazı kurgu metinler bazı araştırma kitaplarına göre daha işlevsel sayılabilir. Çünkü insanlar genellikle söz ve kelimelerle düşünürler. Söz ve kelimelerden oluşan dil yapısı güçlenince düşünce kabiliyeti de artacaktır.
Kurgu metinlerin iki farklı yönü daha vardır.
Birincisi; kurgu olarak adlandırılmalarına rağmen gerçek hayatı farklı yönleriyle çok iyi yansıtabilmektedirler. Örneğin dünya klasikleri içindeki romanların çoğu, insanlara farklı hayat tarzlarının, farklı dünyaların ve farklı insanların iç dünyalarının gösterilip aktarılmasında çok önemlidirler. Bu klasikleri ciddi bir şekilde okuyanlar; insanlara, dolayısıyla kendisine dair bilgisini ve farkındalığını da epey artırabilir. Hatta bu bağlamda dünya klasiklerinden sayılan romanları okumamış, bu kitaplarla pek haşir neşir olmamış insanlara, farklı insanların farklı psikolojik özellikleri olabileceği, dolayısıyla kendisinin de farklı bir psikolojik yapısı olduğu gerçeğini aktarabilmek zor olacaktır diyebiliriz. Bu, kurgu veya roman okumakla elde edilebilecek çok önemli bir kazanımdır çünkü herkes bu dünyada öncelikle bizzat kendisi olarak yaşar. Başka türlü düşünme, algılama, hissetme ve değerlendirme tarzlarının da olabileceğini, bu konuda bir şeyler duymuş ve okumuş olsalar bile pek düşünmezler. Dünya klasikleri dediğimiz romanların pek çoğu ile klasiklerden sayılmasa bile diğer ciddi kurgu metinler önem verilerek okunduğunda böylesi alternatiflerin ve farklılıkların olduğunu insanlara daha kolay gösterebilirler.
Farklı bakış açısı kazandırma noktasında da bu cins romanların önemli olduğu açıktır. Örneğin Balzac’ın Vadideki Zambak romanı sadece platonik bir aşk romanı değildir. Hatta temel konu sadece basit bir vitrindir. Ayrıca bu roman 19. Yüzyıl Fransa’sında yaşanmış bitmiş olayların romanı da değildir. Bu romanda önemli olan bir yerdeki ve bir dönemdeki insanların birbirleriyle ilişkilerinin çok güçlü bir gözlemcilik ve iyi bir tasvirle anlatılmasıdır. Ayrıca yazarın kendi deyimiyle “Bireysel yaşamdaki eylemler, bunların nedenleri ve ilkeleri” de bu romanda iyi bir şekilde ele alınıp anlatılmıştır. Bu yönleriyle kitaptaki olaylar birer "olay" olarak dünyanın her yerinde rastlanabilen sıradan vakalar gibi görünse de bu vakaların arkasındaki yönlendirici güçler, vakaların kahramanları olan insanların kendi iç deneyimleri hakkında önemli bilgiler sunmakta, farklı bakış açıları kazandırabilmektedir.
Fact ya da kurgu olmayan, yani somut gerçeklere ve olgulara dayalı düşünsel ve görsel eserlerden ilim öğrenebiliriz. Ancak fiction (kurgusal) eserlerden de dil ve düşünce kabiliyetimizi geliştirmede, başka insanların ve kültürlerin içsel yapılarıyla ilgili bilgi edinmede, bireysel ve toplumsal deneyimlerin farklı yönlerini keşfetmede faydalanabiliriz.
Fiction metinler içinde kalitesiz pek çok eser vardır kuşkusuz ancak kalitelilerini tespit edip okumak ve faydalanmak da mümkündür.
Fantastik yapıdaki kurgu metinlerin de bir duyguyu, düşünceyi hatta reel bir olguyu anlatmada önemli rolleri olabilmektedir. Ursula K. Le Guin’in romanlarını bu bağlamda düşünebilirsiniz. Guin genellikle fantastik ve bilimkurgu yazarı olarak tanınır, bu doğrudur. Kitaplarında yazdıkları hiçbir yerde gerçekleşmiş olaylar da değildir. Bu da doğrudur. Ancak zaten yazarın böyle bir gerçeklik iddiası da yoktur. Mesele farklıdır. Mesele, anlatılmak istenenin fantastik/bilimkurgu formatıyla daha iyi anlatılabilmesidir. Yani bu kitaplarda anlatılanların başka türlü anlatılma imkânı pek yoktur. Örneğin Mülksüzler romanında farklı dünya sistemleri, yönetim türleri ve yöneticiler ile bunların insan yaşamı üzerindeki etkileri öyle bir anlatılmıştır ki, herhangi bir siyaset bilimi metninin bu kadar etkili olması pek mümkün değildir.
Okumak ve Bir Zihin Egzersizi Önerisi
Kitap okumada dikkat edilmesi gereken bir konu da şudur ki: İnsanlar sürekli kısa metinler okursa bir süre sonra zihnin daha uzun metinleri okuma, anlama, sindirme kapasitesi azalacaktır. Bu nedenle bizim için anlaşılması zor bir metin olsa bile zihnimizin belirli bir konuya bazen 1 saat, bazen 2 saat, gerekirse 3-5 saat büyük ölçüde odaklı bir şekilde kalabilmesini sağlamamız lazım. Bu da egzersizlerle olabilecektir. Yani nasıl ki normalde 5 km koşamayan bir insan deneye deneye, çalışa çalışa bu kabiliyeti kazanır ve zamanla tek seferde 5 km koşabilir hale gelir. Aynen öyle de, şu andaki mevcut alışkanlık durumumuza göre okuyabildiğimiz metin okumaları üzerine çalışarak şimdiki okuyabildiğimiz miktardan daha uzun metinleri daha rahat ve kolay okuyabilir hale gelmek mümkündür.
Peki böyle bir şeye gerçekten ihtiyacımız var mıdır? Günde 2 saatimizi vererek uzun metinler okumak zorunda mıyız?
Bir düşünelim: Miladi 6. yüzyıl sonları ve 7. yüzyıl başlarındaki Arap coğrafyasına ve o coğrafyanın insanlarına bakalım. Bu insanların hayatında yazılı kültür zaten yoktur. Ama daha önemlisi, onların zihinlerini dağıtacak, kendisinden başka hiçbir şeye odaklanmaya izin vermeyecek kaotik toplumsal bir yapı da yoktur. Bugün ise bizler küçük küçük pek çok şeyle uğraşırken gün içinde tek bir konuya odaklanmakta ve odaklı kalmakta zorlanan insanlarız. Ancak diğer yandan böyle bir odağı kurmak ve sürdürmek de zorundayız. Çünkü bu dünyada içsel gelişim denilen insana özgü o kabiliyeti çalışır durumda tutmak için bazı latifelerimizi ve zihnimizi beslememiz gerekmektedir. Bu nedenle de az önce bahsedilen türden zihinsel egzersizlere ve eğitimlere gerçekten ihtiyacımız vardır. Bu odağı kurmak ve sürdürmek için en iyi yol da kitaplardır veya yazılı metinleri okumaktır. Elbette belgesel veya eğitim videoları da işe yarayabilir ancak onlar kitap veya yazılı metin kadar etkili olmayacaklardır.
Diğer yandan insan zihninin ancak belli bir saat boyunca okumayla gelişebilecek bazı yönleri vardır. Bununla ilgili bilimsel araştırmalar ve deneylere de rastlayabilirsiniz. Örneğin bir insan 5 yıl boyunca günde 2 saat kitap okusa 3.650 saat boyunca kitap okumuş olacaktır. 2 yıl boyunca günde 5 saat kitap okuyan insan da aynı süre miktarınca kitap okumuş olacaktır. Bu okumalar tabii ki aralıksız olmak zorunda değildir. Sonuçta farklı zamanlarda bu kadar süre kitap okuyan bir insanın zihni veya zihninin önemli bir bölümü normal sıradan insanlardan farklı bir seviyeye evrilmiş olacaktır. Üstelik de geri dönüşsüz biçimde… Yani böyle bir insan daha zeki, daha anlayışlı, daha farkındalığı gelişmiş birisi haline gelebilecektir.
Böyle bir insan olmak için 3.650 saat kitap okumak tek başına yeterli midir? Her 3.650 saat kitap okuyan zeki, anlayışlı, şuurlu bir insan haline gelir mi? Bunun gibi soruların hepsine aynı anda verilecek iki kelimelik cevap: Evet, genellikle.. şeklinde olacaktır. Evet, böyle bir insan olmak için bu kadar saat okumak genellikle yeterlidir, bu kadar süre kitap okumadan bu seviyede anlayışlı ve zeki birisi olmak genellikle mümkün değildir.
Peki bu seviyeye gelmek herkes için şart mıdır? Hayır şart değildir. Dünyada yaşayan yaklaşık yedi buçuk milyar insanın hepsinin aynı anda ve aynı oranda böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak belli bir kalitenin üzerinde bir anlayışla yaşamak isteyen insanlar için ise bu şarttır.
Soru: Bediüzzaman “Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.” der. Devamında da Batı kaynaklı edebî ürünler olan sinema, tiyatro gibi türlerin yanında roman için de “Dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez.” diye devam ettirir. Bu durumda romanları ve benzeri türleri hakikati bulma adına değil de kendimizdeki bazı kabiliyetleri geliştirme adına mı okumalıyız?
Cevap: “Meyyit hayat veremez.” cümlesinin hakikate bakan önemli yönleri vardır. Bu cümlenin hakikate bakan yönlerini üç maddede açıklayalım.
Birincisi: Kurgu metinler, ister gerçekçi ister gerçekçi olmayan (fantastik-bilimkurgu) kurgu türleri olsun nihayetinde adı üstünde kurgudur. Bu kurgu tekniğini bir anlatım aracı şeklinde kullanarak insanların ve insanlığın muhtemel durumları üzerine bir şeyler anlatabilirsiniz.
Elbette ki bir metin kurgulanırken istenilen herhangi bir mesaj da bu kurgunun içine yerleştirebilir, ikisi bir arada sunulur. Örneğin çok günahkar, zalim ama huzurlu bir insanla beraber; çok müttaki, salih, çalışkan ama çok mutsuz ve beceriksiz bir insan aynı anda anlatılabilir. Disiplinli bir şekilde çalışan, üreten insanların hiçbir sonuç alamadığı ama rastgele kumar oynayanların başarılı ve mutlu olduğu bir metin de kurgulayabilirsiniz. Gerçek hayata dair ister bilimsel olarak ister vahiyle öğrendiğimiz bilgilerin tam tersine açıkça yanlış şeyler yazıp insanları buna ikna da edebilirsiniz.
Sıradan, kendi halinde yaşayan bir müminin karşısına geçip de “Ben sana bu hayatın anlamsızlığını ve dini konulardaki bütün çabalarının sonuçsuz olacağını kanıtlayacağım ve seni ikna edeceğim.” derseniz o kişi size direnecektir.
Ancak bir romanın veya bir sinema filminin kendi akışı içinde bu mesajları açıkça söylemeden, olayların diliyle veya diyaloglar içine yerleştirerek verirseniz o mümin insan ister istemez anlamsızlık hissine kapılacaktır.
Bir düşünür veya yönetmen “Tanrı ve duaları işiten hiç kimse yok.” demez ancak bu konuda etkili bir roman yazar, yıllar boyu iştiyakla dua eden ama istediklerine ulaşamayan birisi ile hiç dua etmediği halde istediklerine ulaşmış birini karşılaştırıp okuyanlara “Dua işe yaramıyor.” hissini verebilir.
Evet, kurgu metinlerde her şeyi istediğiniz gibi anlatabilirsiniz. Bir insan 6 ayaklı ve uçan bir fil resmi yapabildiği gibi bunu yazılı bir metinle de yapabilir. Dolayısıyla kurgunun insanları yanlış şeylere ikna etme, en azından o yönde etkileme riski her zaman vardır. Bu aynen “Genç Werther’in Acıları” eseri yazıldıktan sonra intihar olaylarında artış yaşanması, şiddet içerikli dizileri izleyenlerin şiddete daha meyilli olmaları gibidir. İnsandaki hayal gücünün okunan veya izlenen şeylerden etkilenme ihtimali her zaman mevcuttur.
Bazı romanlarda da ciddi bir karamsarlık görür ve bundan ciddi şekilde etkilenebilirsiniz. Dostoyevski, kişisel karamsarlığını eserlerine yoğun bir şekilde yansıtmış bir yazardır. İnsanoğlunun kötü ve yıkıcı yanlarını öne çıkarır. Tolstoy’daki insanın iyi yönlerine duyulan güveni Dostoyevski’de pek göremezsiniz. Örnekler çoğaltılabilir. Bu yönüyle de bazı romanların, karamsarlığa meyilli insanların karamsarlıklarını beslediği söylenebilir. Ancak yeis, insanın içsel gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Bu yönüyle de karamsarlığı besleyen kurgu metinlerin riskleri de söz konusudur.
Bu bağlamda “Meyyit hayat veremez.” cümlesinin hakikati ortadadır.
İkincisi: Bâtıl olan şeyleri tasvir etmek, safi zihinleri ister istemez idlal edecek, kirletecek ve belki de zamanla yoldan çıkaracaktır.
İçki içen, zina eden ve eşlerini aldatan, insanlara haksızlık eden, onlara zarar veren kişilerin ilerleyen zamanlarda başlarına kötü şeyler geldiğini bir kurgu içinde anlatabilirsiniz. Ancak bunları anlatırken o günahları ayrıntılarıyla tasvir ederseniz, pek çok insanı ifsat etmiş, o günahlara karşı teşvik etmiş olursunuz.
Üçüncüsü: Batılı tasvirin veya kurgularda yanlış şeyleri doğru gibi anlatmanın, kısacası hakikati çarpıtmanın, ilgili günahlara ve bakış açılarına karşı hassasiyetleri zayıflatması da söz konusudur. Genellikle yoğun bakım hemşirelerinde veya yaşlı bakım hizmetlerindeki sağlık personelinde “merhamet yorgunluğu” şeklinde bir sendroma rastlanılır. Bu sendroma göre sağlık çalışanları, hizmet verdikleri hastalara karşı başlangıçta merhametle yaklaşmakta, onların acılarını paylaşmakta, onlara şefkat göstermekte ve onlarla ilgilenmektedirler. Ancak zamanla özellikle travmatik hastalıklarla boğuşan hastaların yaşadıkları stresi içselleştirirler ve sonuçta bu içselleştirme yoğunluğu, tükenmişlik haline dönüşür. Bu durum ilgili sağlık çalışanlarının bazen yarısına yakın oranında görülebilmektedir. Söz konusu kurgusal ürünlerin de izleyenler veya okuyanlar üzerinde bu cins etkilerinin olması her zaman muhtemeldir.
Doğu-Batı Kültür Cepheleri ve Kaybedilen Bir Savaş
Müslüman dünyanın roman, tiyatro ve sinema gibi ürünlere karşı bakışı aslında halen net değildir. Batı’nın ekonomik, askeri, siyasi ve teknolojik başarılarının ardından Doğuda yaşanan travmalar bazen ciddi komplekslere neden olmuştur. Batının her türlü ürününe karşı sergilenen kompleksli ve aşırı savunmacı yaklaşımlardan roman, tiyatro ve sinema gibi ürünler de nasibini almıştır. Başlarda bu ürünlere mutlak haram hatta “İslam dünyasını yıkmak için kafir Batının icat ettiği ürünler” nazarıyla bakanlar olduğu gibi meseleyi farklı değişkenlere bağlayarak daha esnek izah edenler de olmuştur. Gelinen nokta, bu ürünlerin birer araç olduğu, bizzat harama aracılık etmedikçe veya vesile olmadıkça genellikle caiz oldukları noktasıdır. Ancak iş Müslümanların roman yazması, sinema filmi yapması ve tiyatro eseri sahnelemesine gelince hem kafalar ciddi karışıktır hem de yapılanlar ciddi anlamda kalitesiz ürünlerdir.
Bunun nedenleri elbette ki kültürel bağlamda ele alınmalıdır. Örneğin roman için “Burjuvazi sınıfının kendini ifade aracıdır, doğuda burjuva sınıfı olmadığından roman da yoktur.” diyebilirsiniz. Ya da “Doğuda, özellikle İslam aleminde Kur’an gibi bir kitabın varlığı diğer metin türlerini her zaman geri planda bırakmıştır. Bu nedenle roman gibi sanatsal ifade türleri gelişmemiştir.” de diyebilirsiniz. Ancak sebep ne olursa olsun bizde modern veya batıdaki anlamıyla bir roman yoktur. Olanlar da Batıdan öğrendiklerimizle yaptıklarımızdan ibarettir.
Demek ki bu artık kaybedilmiş bir savaşa ait bir meseledir.
Diğer taraftan “Meyyit hayat veremez.” cümlesini mutlak kabul ettiğiniz zaman Ömer Muhtar, Çağrı gibi filmlerin de hayat veremeyeceğini kabul etmeniz gerekecektir.
Kendi yayın araçlarınızla vermeye çalıştığınız mesajları hikaye, dizi, film, tiyatro gibi araçlarla kesinlikle veremezsiniz demektir.
Hatta insanları uyarmak amacıyla hazırladığınız görsel materyaller, afişler, ya da bir çeşit afiş olan Instagram, Twitter, Facebook gibi platformlardaki resimleriniz de hayat veremez demektir.
Kısacası düz yazı dışında hakikati anlatan veya anlatmaya çalışan her şeye meyyit nazarıyla bakmanız gerekir. Filmler, diziler, tiyatro gösterileri meyyit olduğu gibi bilgisayar oyunları, sosyal medya platformlarındaki görseller ve kısa videolar da meyyittir. Bunlar da hayat veremez ve bu yolları tamamen bırakmanız gerekir.
Bu ürünlere karşı direnmenin bir anlamı kalmamıştır artık. Çünkü sinemanın, televizyonun, tiyatronun, romanın, internetin girmediği yer kalmamıştır.
Bu nedenle bu ürünler hakikatte her ne kadar bir bakıma meyyit olsalar da onları tamamen terk etmek imkansızdır.
Romanla, hikayeyle, tiyatro ve sinemayla hakikatleri anlatmaya çalışmanın ciddi riskleri olduğu doğrudur. Sahabelerin veya Efendimiz’in (sav) mübarek eşlerinin hayatlarıyla ilgili bazı romanvari kitaplara rastlamışsınızdır. Bazı insanlar bu tip kitapları birkaç sayfa okuyacak kadar ancak tahammül edebilirler, çünkü o kurgunun içindeki siyer ruhuna uygunsuzluk ve meseleleri iyice aşağıya çeken romantizm örnekleri ile örneğin Hz. Aişe (ra) validemizle ilgili hakikatlere perde çekildiğini, anlatılanların siyerin ruhuna aykırı olduğunu düşünebilirler haklı olarak. Bazıları da başka romanlar okuyacağına Hz. Aişe validemizin hayatının romansı bir versiyonunu okumak isteyebilir.
Evet! Müslümanlar olarak roman, sinema, tiyatro gibi ürünlerle ilgili şansımızı kaybettiğimiz söylenebilir. Mesele artık 1900’lerin toplumsal, siyasal ve uluslararası atmosferiyle ele alınamaz. Çünkü kurgu olmadan herhangi bir şey aktarma, bir mesaj verme şansımız çok azalmıştır. Elbette görece az sayıda da olsa konuşmalar, yazılar, kitaplar vardır ve hakikati arayan insanların belki binde biri oturup bunları okuyabilir, peşlerine düşebilir. Sonuçta podcastler ve yazılı internet metinleri kurgu sayılmayabilir. Ancak oralarda dahi özellikle bu zamandan sonra insanlığa aktarılacak şeylerin çoğunluğu kurgu formatına getirildikten sonra aktarılmak zorunda gibi görünmektedir.
Bediüzzaman Yaklaşımı
Bediüzzaman’ın Batı medeniyetine ve o medeniyetin ürünlerine karşı kendi geleneğine ve bilgisine çok güvendiğini görüyoruz. Bu konuda diğer özgüvenli hatta aşırı özgüvenli yaklaşımlara karşı Bediüzzaman’ın ayırıcı vasfı onun bu güveninin bir kompleks içinde olmaması, ayrıca Batı veya Avrupa kavramını bir bütün olarak ele alıp toptan düşman ilan etmek gibi bir taassuptan uzak kalabilmesidir.(2) Bediüzzaman aynı zamanda kendi medeniyetimizin hatalarını, sorunlarını rahatlıkla görüp söyleyebilen birisidir ve bu konuda ekstra ümitvardır. Mesela Bolşevik devrimine karşı ilk zamanlarda bu devrimi yapan insanların, sermaye sahiplerinin alt sınıfları ezmesiyle alt sınıflarda oluşan kin ve ihtilal düşüncesi nedeniyle olduğunu rahatlıkla söyler.(3) Başka bir yerde de bir milletin dinsiz yaşayamayacağı düşüncesinden hareketle Rusların Bolşevik devrimden sonra Hristiyanlığa dönemeyeceklerini öngörerek onlara İslam’ı tam anlatabileceğimizi ve onların Kur’an ile barışabileceklerini söyler.(4) Burada dinine ve onun sahih bir şekilde aktarılabileceğine dair duyduğu güven görülebiliyor.
Bu açıdan bizim geçmişimizde de roman yok gibiyken, karşı taraftan da Osmanlı’nın Batılılaşması çerçevesinde roman ve tiyatro eserleri yoğun bir şekilde tercüme ve telif edilirken ve maalesef başlarda tiyatro özellikle yerleşik ahlaki değerlere karşı kullanılırken ve bu kullanım Cumhuriyet devrinden bugüne kadar devam ederken, bazı Müslümanlarda eldeki değerleri korumak adına bir refleks gelişmesi tabiidir.
Ancak şu da bilinmelidir ki, Bediüzzaman’ın sinemayla, tiyatroyla belki romanla muhatap olduğu zamanlar bu ürünlerin ilkel örneklerinin verildiği zamanlardır. Kendisi 1. Dünya Savaşından sonra bir süre esaret hayatı yaşamış, İstanbul’a döndüğünde kendi ifadesiyle “Gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü.” diye ifade ettiği bir cins depresyon veya karamsar bir ruh hali içinde ara sıra sinemaya gitmiştir. Hem böyle bir halet-i ruhiye içinde sinemaya gitmek, hem o sinemadan ahiret hesabına ibret alma boyutunda istifade etmek gibi hususlar bir araya getirilince Bediüzzaman’ın sinema, tiyatro ve roman gibi ürünler için “Meyyit hayat veremez!” demesi gayet normaldir. Hakikatte de bu ürünlerin insanın ebediyet arzusunu tatmin etme, hakikati doğrudan gösterme, varlığın sırlarını sahih bir şekilde aktarma konusunda yetkinlikleri yoktur. Hiç kimse de “Roman okuyun hakikati bulun.” gibi bir iddiada bulunmaz. Bu ürünlere karşı yaklaşımımız bazı kabiliyetlerimizin güçlenmesi açısından aracı veya yardımcı olabilmeleri, bazı hakikatlerin anlatılmasında da bir cins vasıta olmalarından ibarettir. Bu ayrım önemlidir.
Kurgulardaki Risklerin Bizdeki Karşılıkları
Kurguyla ilgili üç temel risk noktası vardı. Bunlar;
1) Kurgunun olmayanı da var gösterebilmesi
2) Batılı tasvir etmesi
3) Duyarsızlaştırması
Fakat bu problemler kıssalarda da vardır. Mesela Mesnevi tarzı anlatımlarda da bu tarz sorunlar olabilir. Çünkü kurguyla anlatım dediğimiz şey her kültürde az çok, belli belirsiz bir şekilde her zaman var olmuştur. Mesela Hz. Eyüp denilince insanların çoğunun zihninde yaralarından kurtlar dökülen sabırlı bir insan canlanır. Buna dair kimse bir film çekmemiştir ama Hz. Eyüp öyle algılanmış, öyle kurgulanmış, öyle anlatılmış ve sonuçta hayallere de o şekilde girmiştir.
Mevzu hadisler de bir cins kurgudur. Yani mevzu hadisler de olmayanı var gibi göstermektedir. Ancak mevzu hadisler yalandır diye kurgu değildir, yalan zaten yalandır o ayrı meseledir. Ama mesela Efendimiz’in (sav) teheccüt kılmak için eşinden izin istemesi, kuşu ölen bir çocuğa özellikle kalkıp başsağlığı dilemeye gitmesi gibi anlatımlar da birer kurgunun sonucudur.
Mevlana’nın Mesnevisi, Şirazi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Bediüzzaman’ın risalelerindeki temsili hikayeler de bir cins kurgudur. Yani kurgusal anlatım bir yönüyle bizim edebiyatımızda da uzun zamandır mevcuttur. Bu itibarla bazı hakikatleri yukarıda değinilen risklerini de göz önüne alarak kurgu tarzı içinde anlatabilirsiniz.
Mesela, bir padişahın bir vatandaşına 24 altın vermesi, karşılığında 1 tanesini geri istemesi ve o 1 taneyi de yine vatandaşı için kullanması gibi bir kurgudan yola çıkarak namazın aslında zahmetsiz ve kolay bir davranış tarzı olduğunu anlatabilirsiniz. Ancak diğer yandan bir meseleyi aşırı vurgulama sonucu insanları ona karşı duyarsız hâle de getirebilirsiniz. Örneğin “1 vakit namaz kılmayan insan 80.000 sene cehennemde kalacak.” gibi ibareler çocuklar arasında bir geyik muhabbeti malzemesine dönüşecektir. Bu da o yaştaki insanların cehennem gibi ciddi bir şeye karşı duyarsızlaşması demektir. Demek ki sinema, tiyatro veya romandaki riskler bizim ürünlerimiz için de geçerlidir.
O halde asıl mesele, romanın veya sinemanın hatta bir bütün olarak kurgu türlerinin bizzat kendileri değildir. Bu türlerin içerdiği riskler ve taşıdığı avantajların bir arada değerlendirilmesi, sonuçta bu türlerin bir araç olarak kullanılabilir olması ile sunulacak mesajların kurguya feda edilmemesidir denilebilir.
Kitap Okuma Listeleri
Bazı kitap okuma listeleri hazırlayarak insanları belli kitaplara yönlendirmeye ya da daha iyi niyetli bir yaklaşımla gençlere kitap okumayı sevdirmeye çalışmak sık rastlanılan bir yöntem. Ancak özellikle son zamanlarda “kitap okuma” denilen davranışın iyice dibe vurduğu bir dönemde listeler oluşturarak kitap okumanın sevdirilebileceğini düşünmek de romantik bir tavır olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte okuma listelerinin barındırdığı bazı zahmetlerden de bahsedilebilir.
İyi bir okur olmak için kitapları ve konuları bireysel olarak keşfetmek, okunan kitabı da kendi bireysel hayatıyla ilişkilendirebilmek gerekir. Bu tarz listeler başlangıç seviyeleri için faydalı olsalar da belli bir seviyeden sonra okurun kendi tercihlerine yönelmesi daha verimli bir okuma tecrübesi edinmeyi sağlayabilir.
Ek olarak, bu listelerin yapan tarafından neden yapıldığı bilinmeyen ama yapılması gerekli bir ödev gibi tamamlanmaya çalışılması riski vardır. Bir kitabı neden okuyacağınızı bilmeden o kitabı okumanın bir anlamı yoktur. Sadece sevdiğiniz, güvendiğiniz ve saygı duyduğunuz birisi tarafından hazırlanan bir listede yer alıyormuş diye bir kitabı okumanın verimi çok da yüksek olmayabilir.
Diğer taraftan listelerde yer alan her kitap her zaman anlamlı olmayacaktır. Örneğin lise yıllarında veya üniversite yıllarının başlarında okuduğumuz, ufkunuzu farklı noktalardan çokça açabilen, sizi başka dünyalardan haberdar eden pek çok kitap vardır. Ancak ilerleyen yaşlarda bu kitaplar size oldukça sıkıcı ve abes gelebilir.
Bir listedeki herhangi bir kitabın, sizin yaşamınızdaki belirli dönemler, geçirdiğiniz belirli süreçler içinde sizin için anlamlı ve işlevsel olması önemlidir. Dolayısıyla bir kitabın sizin için anlamı, hayatınızdaki belirli karşılaşmalar, belirli başa gelmeler sonrası, kısacası belirli tecrübeler sonrası ortaya çıkacaktır.
Dini kitaplar için de benzeri bir durum söz konusudur. Durduk yere bir listede karşınıza çıktı diye Muhasibi’nin er-Riaye’sini veya Ebu Talip el-Mekki’nin Kutu’l-Kulub’unu alıp baştan sona okumak insana sadece o kitaplarla ilgili malumat kırıntıları kazandıracaktır. Bununla birlikte belki bu eserlerin bazı önemli yerleri çarpıcı gelecektir. Okuyan, mutlaka bu anlamda bazı kazanımlar elde edecektir. Ancak, örneğin yaşamının herhangi bir döneminde, o an için kendisini günahlara fazlaca kaptırmış birisi olarak görmeyen bir kişi Muhasibi’nin kitabındaki “Günahta Israrı Terk Ettirip Tevbeye Yönelten Şey” başlığıyla zihinsel olarak ilgilense de duygusal olarak çok da ilgilenmeyecektir. Ancak farklı nedenlerle kendi aczi ve fakrı yanında günahlarını da fark etmesi gibi bir nimet nasip edilmiş bir insan günahlarından, özellikle de alışkanlık haline getirdiği, müptelası olduğu günahlarından kurtulmanın ızdırabını yaşadığı bir dönemde Muhasibi’nin kitabını çöl kumunun suyu hızla emdiği gibi yutacaktır.
Herhangi bir dini konuda “Bu konuyu şöyle düşünmek lazım, bu konuyu böyle değerlendirmek lazım.” formatındaki ifadeleri bilirsiniz. Bir insan tefsir, hadis ve fıkıh literatürünü epeyce okumuş, karşısına çıkan bazı problemler için önerilen çözümleri denemiş, sonra bunların pek işine yaramadığını görmüş olabilir. Belirli bir süreçten geçmeyen veya ilgili literatürün tümünü okumamış olan, okusa da oradaki çözüm önerilerini didik didik aramış olmayan, farklı düşünme yollarını da denememiş bir insan için pek çok dini kitaptaki pek çok önerme, düşünce veya yorum gereksiz gelebilir. Çünkü kendi başına gelen problemin çözümü için ilgili çözüm önerilerinin hepsini okumamıştır ancak okuduğu kadarının içinde bir açılım bulabileceğini düşünmektedir.
Kitap Nasıl Okunmalı?
Şimdi de, kitap okuma ve ilim öğrenme konusunda insanlara engel olan bir konuya geçelim. Güzel, iyi veya anlamlı gördüğünüz kitapları okumak için özel zamanlar, rahat zamanlar ve ortamlar, boş vakit ve huzurlu bir ruh hali beklemeyin.
Okuyacağınız her kitabı rahat bir yaklaşımla, adeta bir roman okuma rahatlığı içinde okuyun. Konusu ve yazarı itibariyle diğerlerinden daha önemli, daha ağır kitaplar elbette vardır ancak onları okurken üzerinizde söz konusu ağırlığı bir baskı olarak hissetmenize her zaman ihtiyaç olmayabilir. Özellikle dini kitapların ağırlığını yüklendikçe ekstra gerginlik hissediyorsanız o kitapları bilhassa roman okuma gibi bir rahatlık içinde okuyun. Çünkü bu eserleri hayatın içine alma adına yapılabilecek en güzel şey, onları okumayı mümkün olduğunca kolaylaştırmak, o kitapların kapağını okumak amacıyla açmak için zihinlerde oluşan her türlü kurgusal engellerden kurtulmaktır. O kitapları okumak için hiçbir ön şarta ihtiyacınız yoktur. O kitaplar da herhangi bir roman gibi; herhangi bir ortamda, herhangi bir şekilde ve pozisyonda rahatlıkla okunabilir ve okunmalıdır.
Batılı Tasvirden Kaçınma
Kitap okuma konusunda söylenebilecek bir diğer nokta da şudur: Bâtılı tasvir eden metinlerden kaçınmakta her zaman fayda vardır. Çünkü bilinçaltını boş yere kirletmek insan için son derece verimsizdir. İçki içmek, gıybet ve dedikodu, zina, dolandırıcılık, yalan söylemek gibi günahların hepsi elbette işlendiği zaman günahtır. Ancak insanı bu davranışlara adım adım yaklaştıran, bu davranışlara karşı ister istemez sempati uyandıran, bu davranışlara karşı hassasiyeti azaltan söylemler, resimler, filmler, yazılar ve benzeri unsurlar da tehlikelidir. Bunlar, o davranışların kendisi kadar günah olmasa da insanın zihnini, kalbini, ruhunu yoracak ve zamanla o günahı işlemeye veya günah olma özelliğini küçük görmeye kadar götürebilecektir.
Kaliteli Kitap Seçimi ve Hangi Kitabı Okuyacağını Bilememe Durumunda Uygulanacak Kriterler
Asıl kaynağa yakın olan metinleri veya asıl kaynakların bizzat kendisini okumak daha verimlidir. Buna göre okuma alışkanlıklarını şekillendirenler ciddi anlamda terakki edebilirler. Örneğin, “Risale-i Nur’da Eğitim Düşüncesi” veya “Risalelerde Anahtar Kavramlar” gibi ikincil, üçüncül yazılar ve kitaplar yerine bizzat Risale-i Nur okuyun. Risalelerdeki eğitimle ilgili yerleri özellikle arayıp bulmak ve bu konu üzerine çalışmak istiyorsanız ilgili eserleri birer fihrist olarak kullanabilirsiniz ancak konuyu bizzat kendinizin görüp tanıması ve anlayıp yorumlaması sizi esere doğrudan dahil edecektir. Aynı şekilde “İbn-i Arabi’de İman Kavramı Üzerine” gibi çalışmalar yerine İbn-i Arabi’nin bizzat kendisini okumak daha verimli olacaktır. İbn-i Arabi’nin devrine yakın veya o atmosferle uzun süredir içli dışlı, hakikaten tasavvuf ehli olan bir insanın (örneğin Ahmed Avni Konuk gibi isimler) şerhini okumak da elbette faydalıdır. Birkaç önemli noktaya dikkat ederek doğrudan Kütüb-ü Sitte veya Buhari, Müslim’i okuyun.
Kitap seçiminde uygulanabilecek farklı bir kriter olarak da herhangi rastgele bir roman okuyacağınıza Nobel ödüllü olanları, Dünya Klasikleri içinde özel bir yeri bulunan romanları okuyun. Hatta Don Kişot, Sefiller, Suç ve Ceza, Vadideki Zambak, Savaş ve Barış gibi adeta kült romanları birden fazla defa okuyabilirseniz o şekilde okuyun.
Hayat kısa, zamanımız az. Zihinlerimiz de ne kadar doğru beslenirse o kadar ilerleyebilir. Yani yıllarca kalitesiz bir gazetenin kalitesiz bir yazarının kalitesiz siyasi-edebî geyiklerini okumaya alışırsanız zihniniz de o yönde gelişecektir. Görece de olsa kaliteli insanların kaliteli yazılarına dair bir şeyler okuyarak ilerlerseniz zihniniz de ona göre gelişecektir.
Çeviri kitaplarda ise yabancı dilinizin yeterliliğine göre orijinal kitabı okumaya gayret gösterin. İlla çeviri okuyacaksanız en azından anahtar kavramların ve önemli terimlerin doğru çevrildiğinden ve orijinaline uygun olup olmadığından emin olmaya çalışın. Ayrıca çevirmenin ve çeviriyi basan yayınevinin kalitesi de önemlidir. Bunlara dikkat edilirse bu kitaplardan daha iyi verim alınabilir.
Zorlama, Zorlanma ve Usanma
İnsan kendini ne kadar zorlarsa o kadar gelişir. Ancak kendini ne kadar zorlarsa o kadar çabuk usana da bilir. Zihnini zorlamaya alışanlar veya böyle bir şeyi göze alabilenler bu yoldan ayrılmamalı tabii ki. Zihnini zorlamaya alışmayanlar, rahat bir kafayla okumaya meyilli olanlar da kendi mizaçlarına uygun okumalar konusunda yine her tür için daha kaliteli eserleri her zaman bulabilirler. Önemli olan okuyor olmaktır. Okumaya devam edebilmektir.
Rahatlamaya ihtiyaç duyulduğunda ve bu da okuyarak yapılmak istendiğinde ise rahatlatıcı herhangi bir macera, aksiyon, mizah kitabı okumak tercih edilebilir. Bu yapıldığında da bahsi geçen türlerin kaliteli olanlarını seçmek insanın kendisine bir şeyler katmasına yardımcı olacaktır.
Sonuçta okumak davranışı zaman ve zihinsel efor isteyen bir davranıştır. “Ne yapacağımı bilemiyorum.” duygusu içindeki insanlara genellikle “Tam da şu anda veya bu sıralarda yapabileceğin en faydalı, dünya ve ahiretin adına en faydalı, en verimli şey ne ise oradan başla.” gibi bir tavsiye verilir. Okuma konusuna da böyle bakılabilir. Okumayı hakikaten gelişmek, bir şeyler öğrenmek için yapıyorsak ne kadar kaliteli okursak o kadar iyi olacaktır.
Fikir Gurmeliği (İyi ve Kötü Olanı Seçme)
İyi ve kötü fikirleri birbirinden ayırt etmenin, dolayısıyla iyi kitapları kötüsünden, kaliteli kitapları kalitesiz olanlardan ayırmanın, yani fikir gurmesi olmanın yolu da mümkün olduğunca farklı fikirleri birbirleriyle karşılaştırmaktır. Fikirleri ve kitapları birbirleriyle karşılaştırdıkça seçebilir hale gelebilirsiniz.
Diğer yandan bu tip geniş alanlı okumaların kendi içinde riskleri olabilir. Örneğin kendisi iman hakikatlerine dair delilleri hiç bilmeyen, bu konuda tahkiki bir aşamaya ulaşmamış birisi Tanrının olmadığı gibi bir düşünceyi kanıtlamak için sayfalar dolusu düşünceler ve örnekler öne süren kitapları okuduğunda ister istemez etkilenecektir. Bu doğrudur. Ancak onları da hiç okumasa kendi inanç alemi içinde çok dar bir yerde, meseleleri dar bir şekilde yaşamış olacaktır. Kendi yapıp ettiklerine de bu darlık yansıyacaktır. Bu da doğrudur. Çünkü her konuda olduğu gibi iman hakikatleri konusunda da alternatif düşüncelerden haberdar olmak, onları da bilmek, inanılan veya bilinen şeyi güçlendirecektir. İşin bu kısmını önemsemeyen, iman hakikatlerini düz bir teori şeklinde kabul edenler tahkiki iman denilen araştırmaya, delilleri bilmeye ve benimsemeye dayalı bir iman aşamasına, yani aksine ihtimal vermeyecek derecede bir iman gücünü elde etmeye de uzak kalacaklardır.
Böylesi taklidi imana dayalı ruhların kendilerini kurtarma ihtimali de belirsizdir. Bazı strateji oyunlarında kimi oyuncular savunmayı seçerler. Bütün enerjilerini savunma askerleri, surlar, kaleler, erzak depolama gibi unsurlara harcarlar. Savunmaya odaklanarak bir süre daha oyunda kalmak mümkündür ancak oynayanlar bilirler ki bu şekilde bir oyunu kazanmak asla mümkün değildir. Bu durum gerçek hayat için de geçerlidir. Sadece hiçbir zaman, hiçbir şekilde bir şey kazanmış olmazsınız ve saldıranlar da sizin savunmanız güçlü olduğu için sizi daha sonraya bırakabilirler, böylece zaman kazanmış olursunuz ancak sonunda yine kaybedersiniz.
Dolayısıyla bir insan farklı fikirlere gözünü kapatabilir, onları yok sayabilir, sadece kendi kaynaklarının belli noktalarına odaklanıp zihnini onlarla rahatlatabilir. Böylece kendi kendini hipnoz etmiş gibi davranabilir ve öyle yaşamayı tercih edebilir. Bu yönüyle de belki bir süre imanını koruyor gibi görünebilir ama zamanla kendisi o donukluk içinde iken diğer taraf, diğer cephe gelişir, güçlenir. Hem yeni insanlar kazanarak çevresini genişletir hem de fikirlerini daha canlı ve yaşanılır hale getirir. Kendi zihnini farklı fikirlere kapatan insan da gerek kendisinde gerek çocukları başta olmak üzere ailesinde ve çevresinde kendisini garantide saydığı halde savunduğu şeyleri bile kısa zamanda kaybedebilir.
Bu gerçekten olabilir mi? İman hakikatlerini, iman ve Kur’an’la ilgili meseleleri ve bunların oluşturduğu değerleri canlı tutmadıkça, alternatifleri üzerine de çalışarak onları geliştirmedikçe insan zamanla imanını kaybedebilir mi?
Evet! Hem de çok rahat bir şekilde kaybedebilir. Bireysel olarak da toplumsal olarak da kaybedebilir. Müslümanların son 300-400 senedeki halleri bunun en çarpıcı örneğidir. Müslümanlar, savaşlarda ülkelerini ve bağımsızlıklarını kaybettiği gibi teknolojide de, ekonomide de kaybetmişlerdir. İstisnalar hariç tutulursa düşünce üretimi kabiliyetini de kaybetmişlerdir ve bu konuda elimizde sadece istisnalar vardır, halen de onlara dayanarak bu yolda küçük adımlarla yürümeye çalışıyoruz. Yine Müslüman dünya içinde imanını, inancını kaybedenler veya onlardan vazgeçenlerin sayısının arttığı da görülmektedir ki artık kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmayıncaya dek kaybetmeye devam ediyoruz. Cepheler birer birer düşmüş durumda. Çünkü savunmada kalarak hiçbir savaşın kazanılamayacağı açıktır. Kazanmak için saldırmak zorundasınızdır. Burada savaş derken düşünce ve kendin olarak yaşama mücadelesini, saldırmak derken de kendi içine kapanmaktan kurtulup dışa doğru hareketi, aksiyonu kastettiğimizi herhalde açıklamaya bile ihtiyaç yoktur ve olmamalıdır.
Sonuçta “Bir insan tamamen kendi yaşadığı atmosferin kitaplarını okusa, en azından kendini korumuş sayılabilir mi?” sorusuna verilecek cevap “Belki ama o da bir süre.” şeklinde özetlenebilir. Bir insan başka hiçbir şey okumasa, onlara kulak vermese kendini sadece koruyormuş gibi olur. Ancak bu insanın eşi olacaktır, bir zaman sonra çocukları, yeğenleri olacaktır. Gençliği bitecek ve kendisinden sonra yeni bir nesil gelecektir. Onları da kendi kapalı dünyasında yaşatmaya gücü yetmeyecektir. Onlar da dış dünyadan ister istemez etkileneceklerdir ve bu insan onların anlayacağı, kabul edebileceği, onlara uygun bir dil geliştiremediği için bu savunma boşa çıkmış olacaktır.
Soru: Kaynak kitapların bizzat kendilerini veya kaynağa en yakın kitapların okunmasını tavsiye ediyorsunuz. Peki kaynak kitapların muhtasar (kısaltılmış veya özetlenmiş) hâllerini okumayı tavsiye eder misiniz?
Cevap: Muhtasar eserler, bir eserin belirli ihtiyaçlara binaen kısaltılmış ve özetlenmiş hâlidir. Eskiden medreselerde öğrencilerin o anki eğitim durumlarına ve ihtiyaçlarına göre onlar için gereksiz görülen bölümler çıkarılır, ayrıca anlaşılmayan kısımların açıklanması ve özeti yapılırdı. Diğer taraftan bir telif kitapta bulunan bilgilerin kaynakları ve alıntı sözlerin isnat zincirleri eserin hacmini artırdığı için bilgi akışında da kesintilere neden olurdu. Bu sakıncaların ortadan kaldırılması için de kitabın hacmini artıran bu unsurların kaldırılmasıyla ortaya çıkan daha kısa metinler de muhtasar eserlerdir.
Ayrıca bazı eserlerin bazı bölümleri sonraki devir insanlarına hitap etmez hâle gelince o kısımlar da çıkarılmaya başlanmıştır. Bir de eserin muhtevası, belirli bir eğitim düzeyindeki insanlar için anlaşılması zor olduğunda o eser, yazar dışında birisi tarafından daha anlaşılır hale getirilerek ihtisar edilebilmiştir.
Günümüzde de hacimli eserlerin özet halinde yani ihtisar edilerek yayınlanmaları geleneği devam etmektedir. Bu kısaltmaların nedenleri ise geçmişe göre daha azalmış durumdadır. Günümüzdeki muhtasar eserlerin ya da eski hacimli eserlerin günümüzde muhtasar bir formatta yayımlanmalarının en önemli nedeni, okuyucu gözünü korkutmamak, okumayı kolaylaştırmak olarak özetlenebilir.
Seyyid Kutup’un normalde 16 cilt olan tefsirini Hassan Abdülmennan 5 cilt halinde kısaltmış ve bunun nedenleri ise ilgili eserde şu şekilde açıklanmıştı: Konuların çeşitli ve dağınık olması, aynı konuların sık sık tekrar edilmesi, böylece okuyucunun konular arasında bağlantı kurmakta zorlanması ve okuyucuda bıkkınlık hissi uyandırması…
İhya-ı Ulumu’d-Din ise bildiğiniz gibi Gazali’nin 4 büyük cilt veya 8 küçük cilt halinde yayımlanan önemli bir kitabıdır. Geçmiş dönemlerde İbn-i Cevzi bu eseri gözden geçirmiş, kendince bir eleme yapmış, sağlam ve sahih olan görüşleri bırakmış, sahih bulmadığı görüşleri çıkarmış, yine kendince bazı eklemeler ve çıkarmalar yaparak “Minhacu’l-Kasıdîn” adıyla 2 ciltlik bir eser ortaya koymuştur. Günümüzde de bu 2 cilt bazı yayınevleri tarafından bazen yine 2 cilt halinde basılıyor. Bazen de Şuayb ve Abdülkadir el-Arnaut isimli yazarların daha da özetleyerek tek cilt haline getirdikleri şekilde, yani muhtasarın muhtasarı, özetin özeti olarak basılıyorlar.
Günümüzde halen özellikle tefsir kitaplarıyla ilgili muhtasarlar (özetler) yayımlanmaya devam etmektedir. Ancak bu konuda öncelikle bilinmesi gereken şudur ki; muhtasarlar genellikle asıl eserin yorumu konumundadır ve bu nedenle her ihtisar, her özet bir bakıma asıl kitaptan daha farklı bir kitaptır.
Normal şartlar altında veya özel şartlar gerektirmedikçe İhya, Mektubat, Kurtubi Tefsiri, Mesnevi gibi kaynak niteliğindeki kitapların muhtasarlarının okunması pek tavsiye edilebilecek bir şey değildir.
Çünkü her şeyden önce bu kitapların çoğu Arapça ve Farsça yazıldıkları için orijinalleri itibariyle yabancı dildeki yayınlardır. İhya ve Kurtubi tefsiri Arapçadır, Mesnevi Farsçadır. Bunların tercümelerinde bile siz aslında yazarın asıl söylediklerine değil mütercimin söyledikleriyle muhatapsınız demektir. Tercümanın yetkinliği, kaynak dile ve kitabın konusuna vukufiyeti, yazarın fikirlerine aşinalığı, yayınevinin bu konularda ciddi bir yayınevi olması gibi avantajlar çeviri eseri orijinaline daha yakın belki en yakın haliyle okumamızı sağlayabilir. Hatta bu bağlamda öyle çeviriler vardır ki (dipnotlarla, karşılaştırmalı analizlerle, eleştirel metinlerle zenginleştirilmiş çeviriler) orijinal kitabın bizzat kendisinden daha faydalı bile olabilir.
Ancak muhtasarlarda siz aslında örneğin Gazali’yi tam olarak okumuş olmazsınız ancak Gazali’yi çeviren ve bunu özet halinde veren yazarın veya çevirmenin anladığı şeyleri okumuş olursunuz.
Diğer yandan muhtasarların kendi içinde bazı türleri de olabilir. Örneğin İhya’nın 2 farklı muhtasarı vardır. Birincisi İhya’nın bütün konularını, alt başlıklarını alır ancak hepsinde kısaltmalar yaparak özetler çıkarır ve bu şekilde bir kitap basar. İkincisi ise, İhya’nın belli başlı konularını aynen çevirir, her konusunu çevirmez. Bu da bir cins muhtasardır. İkinci tür birinci türe göre daha verimlidir diyebiliriz.
Diğer yandan bu özet veya kısaltmaları okuma konusunda da bir denge durumunu, farklı şartları göz önüne almak gerekecektir. İnsanlar farklı yaşlarda, farklı imkanlarda, farklı şartlarda ve farklı mizaçlarda olabilir ve olur. Her şarttaki, her yaştaki ve her durumdaki insana aynı şeyi tavsiye etmek de her zaman faydalı olmaz.
Bu nedenle örneğin Risale-i Nurların bazı versiyonlarında sayfanın bir tarafında orijinal metin diğer tarafında sadeleştirilmiş metin halinde basıldığı durumlar var. Şartlar, ilgi düzeyi, öğrenmeye açıklık gibi konularda pek sorun yaşamayanlar için her zaman orijinal metin tavsiye edilir. Hatta bu eserleri başlarda pek anlamayan, kelimelere yabancı kalanlar için cümlelere pek aşina olmasa bile biraz zorlanarak da olsa kısa bir süre, hızlıca, anlamadan okuyabildiği kadar okuması tavsiye edilir. Zamanla bu eserlerin cümle yapısına ve kelimelerine aşina hale gelinecek, kısa sürede de eserler anlaşılabilecektir. Ancak mesela bir insan bunu hiç yapmayacaksa, aşırı zorlanacak ve zorluğu da göze alamayacaksa, Risaleleri okumaya gerçekten ihtiyaç duymuyor ama konu hakkında yüzeysel de olsa bilgi sahibi olmak istiyorsa, imani konuları da daha çok iman hakikatlerinin delillendirilmesinden ibaret ele alıyorsa, bu sadeleştirilmiş metinlerin faydasını görebilir.
Bazı romanların hatta bilimsel eserlerin temel düşüncelerini aktaran basitleştirilmiş kitaplar hatta onların çizgi roman formatında basılı halleri de vardır. Aynen onun gibi bir insan kendi anlayış seviyesine, ayırabildiği zamana, bakış açısına, nelerden hoşlanacağına, neyi rahat okuyabileceğine bakarak bazen o muhtasarlar/sadeleştirilmiş kitapların okunmasından fayda kazanabilir.
Örneğin Türkçede Kant’ın, Hegel’in ve başka önemli isimlerin bazı eserlerinden alıntılar yapılarak oluşturulan kitaplar vardır. Bunlar okununca tabii ki Kant’ı veya Hegel’i tamamen okumuş olmazsınız. Bununla birlikte o isimler ve düşünceleri hakkında temel düzeyde fikir edinebilmek için öylesi kitapları okuyacaksanız, o konuda da o isimlere ve konulara hakim isimlerin hazırladığı kitapların okunması, rast gele alıntılarla hazırlanmış, konuya vâkıf olmayan isimlerin hazırladığı derlemeleri okumaktan daha iyi olacaktır.
Dolayısıyla bir insanın bir metnin doğrudan kendisiyle muhatap olacak bilgisi, imkanı veya şartları yoksa, bir metnin giriş seviyesinde bir versiyonunu okuyacaksa onun da iyisini, yani hakikaten giriş amacı taşıyan, konuyu gerçekten öğretmeye çalışan bir versiyonunu öne almak daha verimli olacaktır.
Bazen de muhtasarların ve benzeri kitapların yayımlanmasında tek amaç, okumaktan gözü korkan insanlara okumayı kolaylaştırmak, kaynak kitapları daha rahat okunabilir hale getirmek olabilir. Örneğin Kandehlevi’nin Hayatü’s-Sahabe isimli 4 ciltlik eseri “Hadislerle Müslümanlık” adı altında basılır ve okunması daha kolay hale getirilebilir ve bu zaten yapılmıştır. Hayatü’s-Sahabe eseri de siyer ve hadis kitaplarından yapılmış bir derlemedir. Özellikle insanları duygulandıracak, güzel ahlaka teşvik edecek, kimisi sahih, kimisi pek sahih olmayan rivayetlerden oluşmaktadır. Sahabe efendilerimizin cesareti, tevekkülü, ahlakı gibi başlıklardan oluşur. Orijinali ve tamamı 4 cilttir. Farklı nedenlerden dolayı farklı hikayeler ve bazı rivayetler tekrarlanmıştır çünkü onların farklı yönleri de farklı bağlamlarda öne çıkarılmak istenmiştir. Diğer yandan birileri de bu 4 cildi 1 cilt halinde kısaltmış ve yayımlamıştır. Bunun gibi, sadece rivayetleri kısaltan, yani anlamı değiştiren değil de metnin birazını kırparak veren kitaplar da giriş seviyesinde bir fayda sağlayabilir. Özellikle 4 cildi okumaya hiç vakit bulamayacak ve benzer rivayetleri arka arkaya görünce sıkılacak insanlar bu tek cildi okuyunca hiç okumamaktan daha çok fayda göreceklerdir doğal olarak.
Son olarak bazen bir eserin yazarı olan alim kendi eserini bizzat kendisi muhtasar hale getirebilmektedir. Bu şekildeki bir muhtasar elbette sıradan muhtasarlardan daha faydalı olacaktır ve ilgililerince okunmalıdır.
Sonuçta, insanlar keşke öğrenmeye daha fazla açık olsalar, keşke ilim öğrenmeyi daha çok sevseler, ilim dışındaki zararlı şeylere gönüllerinde daha az meyil olsa da asıl uğraşacakları sorunlar bu gibi sorunlar olsa... Belki de bunun için ciddi duaya ihtiyaç vardır.
1 ) Bakara, 31
2) Lem’alar, 17. Lem’a
3 ) Mektubat, 28. Mektup
4) Emirdağ Lahikası, II, 65