9 dk.
20 Ocak 2023
Vahyin ulaşmadığı toplumlar | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Vahyin ulaşmadığı toplumlar | 1. Kısım

Soru: Kendisine peygamber gönderilmemiş toplumların fetret devrinde olduğundan ve sorumlu olmayacağından bahsediliyor. Bu doğru mudur? Fetret devri ve fetret devri insanıyla ilgili hükümler nelerdir? 
 

Cevap: Normalde Kur’an ve hadislerde fetret devri ve insanı gibi kavramlar geçmez.

 

Fetret, aralık demektir. Osmanlı tarihinde kullanıldığı şekliyle fetret devri, Yıldırım Bayezid ile Timur arasındaki savaştan sonra başlayan ve 11 yıl süren aralığa verilen isimdir. Ancak İslami ilimlerde fetret kavramı iki peygamber arasında vahyin kesildiği, insanların hak dine davet edilmediği ara dönem demektir. Özellikle de Hz. İsa (as) ile Efendimiz (sas) arasındaki zaman aralığı kastedilir.

 

Fetret devri insanlarının hükmüyle ilgili tartışmalar Hicri 2. Yüzyılda başlamıştır. İslam alimleri bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimi alimler fetret ehlinin her ne yaparlarsa yapsınlar ahirette sorumlu tutulmayacaklarını söylemişlerdir. Bazıları da “Fetret ehli Allah’ın varlığına ve birliğine inanmalı, aklın iyi gördüğü şeyleri yapmalı, kötü gördüklerinden de sakınmalı.” demiştir. Fetret ehlinin durumunu ahirette kendileri için özel olarak yapılacak bir imtihanın sonucuna bağlayan, bunu da sıhhati tartışmalı bir hadise dayandıran alimler de olmuştur. Son olarak fetret ehlinin hayvanlarla birlikte ebediyen yok edilecekleri düşüncesinde olan alimler de vardır. Ancak son iki görüş pek revaç bulmamış, daha çok ilk iki görüş üzerine tartışılmıştır.

 

Konunun günümüzü ilgilendiren kısmı itibariyle özellikle halklarının çoğu Müslüman olmayan ülkelerdeki insanların durumunun fetret hükümlerine tabi olup olmaması merak edilmektedir. Ayrıca Aztekler, İnkalar, Aborjinler gibi antik kavimlerin durumları da merak ediliyor olabilir.

 

Kendisine peygamber gönderilip gönderilmediğini bilmediğimiz pek çok kavim, topluluk ve medeniyet vardır. O medeniyetlere peygamber gönderilip gönderilmediğini biliyor değiliz ancak o medeniyetlerin ilim, irfan ve hikmet açısından belli bir seviyede oldukları da görülüyor. Bu nedenle Yunan medeniyeti için Sokrates’in, Hint ve Çin medeniyetleri için Buda ve Konfüçyüs’ün peygamber olup olmadıkları tartışılmıştır. Elbette ki bu isimlere peygamberdir diyemeyeceğimiz gibi peygamber değillerdir de diyemeyiz. Çünkü bu konuda elimizde vahye dayalı bir bilgi yoktur. Diğer taraftan bir peygamberden sonra gelen insanların o peygambere inen vahyi çok fazla bozabildiklerini de biliyoruz. Örneğin Hz. İsa (as) Kur’an’da bizlere peygamber olarak tanıtılmasaydı, bizler Hz. İsa’yı (as) herhangi bir Hristiyan’dan veya o kültüre ait kitaplardan, anlatılardan öğrenseydik onun da Peygamber olup olmadığını bilemeyecektik. Bu nedenle kendilerine peygamber geldiği şeklinde yorumlanabilecek bazı kavimler olabilir. Ancak bunların hiçbirisi kesin bilgi ifade etmez.

 

Bir ayette “Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap edecek değiliz.”1 buyrulur. Ayet gayet açık ve nettir.
 

Diğer taraftan ancak iman edip salih amel işleyenlerin cennete gideceğine dair ayetler de vardır. Fakat fetret ehli olan insanlara dair net bir hüküm yoktur.
 

Hakkında net bir hüküm olmayan konularda İslam alimleri benzer konulardaki hükümlere bakarak kıyas yapmış ve kendi yorumlarını ortaya koymuşlardır. Örneğin İmam Rabbani (ra) Hazretleri fetret ehli için “Mahşer günü hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir."”2 der.

 

İmam Gazali (ra) Hazretleri ise meseleyi bir davetin, mesajın, vahyin insana açıkça ulaşması kavramı üzerinden inceler. Bir mesajın veya vahyin insanlara hangi durumlarda ve hangi yollarla ulaştığı, insanların o mesajı aldıklarındaki durumları üzerinde durur. Bu bağlamda fetret ehlini üç kısma ayırarak inceler.

 

Birinci kısım: Efendimiz’in (sas) isminin ve mesajının kendilerine hiçbir şekilde ulaşmadığı inanlardır. Bunlar her halükarda mazur sayılırlar. 
 

İkinci kısım: İslam beldelerine komşu olan ve Müslümanlarla iletişim hâlinde olan kişilerdir. Bunlar Efendimiz’in (sas) ismini, mesajını, özelliklerini ve mucizelerini öğrenmişlerdir. Buna rağmen inkar ederlerse mazur sayılmazlar. 

 

Üçüncü kısım: İki kısım arasında kalan kişilerdir. Bunlara Efendimiz’in (sas) ismi ve mesajı ulaşmıştır ancak onun özelliklerini tam ve doğru öğrenememişlerdir. Önemli bir konuda yeterince haberi olmayan bir insan o konuyu araştırmaya gerek görmez. Yanlış bilgilendirme yapılan insanlar da o konuyu araştırmaya ihtiyaç duymaz. Yani bu konuda önemli olan sadece haberdar olmak değildir. Haberin, mesajın, vahyin tam olarak ve doğru bir şekilde ulaşmış olmasıdır. Çocukluklarından beri Efendimiz’in (sas) -haşa- bir yalancı olduğu söylemleriyle büyümüş insanlar da Gazali’ye göre birinci kısımdakiler gibi değerlendirilmelidir.3 Yani Efendimiz’in (sas) mesajından haberdar olan ancak araya giren propagandalar, yanlış anlatımlar gibi nedenlerle hakikati çarpıtılmış bir hâlde haber alan kimselerin de kurtulacakları ümit edilebilir.

 

Demek ki bir insanın sorumlu olabilmesi için İslam’dan bir din olarak haberdar olması yeterli değildir. İslam’dan kendi kıymeti, güzelliği ve hakikati içinde haberdar olması gerekmektedir. İslam’dan haberdar olmak demek herhangi bir gazeteden herhangi bir olayı haber almak demek değildir. O dinin diğer bütün dinler içindeki doğruluğu, güzelliği ve üstünlüğü gibi yönleriyle haberdar olmaktır ki bu da İslam ahlakının Müslümanlarca layıkıyla temsil edilmesi, kitle iletişim araçlarının aleyhte propaganda faaliyetlerinin hakikate perde olmaması ve İslam imajının doğru yansıtılabilmesi gibi değişkenleri de işin içine katmayı gerektirir.

 

Dolayısıyla ister Batıda ister Doğuda ister Afrika’da ister Asya’da, ister Amerika’da ister Avrupa’da olsun gayrimüslim dünyada bir insan bugünkü kitle iletişim araçlarının etkisiyle İslam’ı sadece IŞID, el-Kaide gibi terör örgütleriyle, Taliban gibi baskıcı yönetimlerle, kadınlara yapılan zulümlerle, eğitim ve teknolojide geri kalmışlıklarla öğrenmiş ise, çevresinde de İslam ahlakını yaşayan Müslümanları görmüyorsa, aksine çevresindeki Müslümanları da eğitimsiz, cahil, ticarette dürüst olmayan, insani ilişkilerde kaba saba insanlar olarak görüyorsa, bu insanların da İslam’ı gerçekten duydukları, İslam’dan gerçek manada haberdar oldukları söylenemez denilebilir.

 

İmam Gazali (ra) Hazretleri fetret ehliyle ilgili yorumlarında gayrimüslimlerin dini konumları ve onlarla ilişkiler hakkında önemli bir kapı açmıştır.

 

Yüzyılımızda ise Bediüzzaman bu kapıdan girerek bu yolu biraz daha genişletmiştir.

 

Bediüzzaman Hazretleri, Efendimiz’in (sas) fetret dönemindeki atalarının dini durumlarıyla ilgili sorulan bir soruya verdiği cevapta ehl-i sünnet alimlerinin bu konudaki yerleşik kanaatlerini tekrarlar. Ehl-i Fetretin ehl-i necat (kurtuluş ehli) olduklarını söyler ve İlahi teklifin peygamber ve vahiy gönderilmesiyle olacağını, bu gönderilmenin keyfiyetinin de o vahiyden haberdar olmakla mümkün olabileceğini söyler. Devamında da “Madem gaflet ve mürur-u zaman (çok zaman geçmesi) eski peygamberlerin dinlerinin üstünü örtmüş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü gizli kaldığı için hüccet olamaz.”4 der. Yani geçmiş peygamberlerin dinleri, üzerlerinden uzun zaman geçmekle ve insanların gafletlerinin de etkisiyle bozulmuşlardır, o dinlerin güzelliklerinin üstü örtülmüştür. Böylece o dinler insanlardan gizli kalmıştır. Gizli kalmış bir şey ise insanlar için delil olamaz ki insanlar ondan sorumlu olsun.

 

Ayrıca bir başka yerde 2. Dünya Savaşının o kanlı ve karanlıklı ortamında ölen masumları düşünürken şöyle bir kanaat belirtir: 

 

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar.”5

 

Burada da ahirzamanda genel olarak dinlere, özel olarak da İslamiyet’e fetret derecesinde bir lakaytlık perdesinin hâkim olduğu fikri önemlidir. Dünyayı ateşe atan zalimane politikalarda bir payı olmayan, bu politikaların dışında kalarak kendi hayatını yaşayıp giderken müstebit zalimlerin politikaları nedeniyle musibete uğrayan fakirler, zayıflar ve masum insanlar da fetret ehli sayılabilirler ve onların cehennemden kurtulabilecekleri ümit edilebilir.

 

İslam’a ait güzelliklerin perdelenmesi, İslam’ın insanlar tarafından hakiki güzellikleriyle görülüp tanınamaması hususu çok önemlidir. Bu durumda Pakistan ve İran gibi halklarının çoğu Müslüman olduğu iddia edilen ülkelerde yaşayan ancak çevreleri itibariyle İslam’ın güzelliklerini hakiki manasıyla tanıyamayan insanlar da fetret ehli sayılabilir mi diye bir soru akıllara gelebilir.

 

Bu ülkelerde yaşayan insanlar arasında bireysel açıdan İslam’ı hakiki güzelliğiyle gösteren insanlarını tanımak ve bulmak aslında fazlasıyla mümkündür. Ancak burada da çevre şartları konusu öne çıkmaktadır.

 

Çevre şartları sadece medyadaki haberlerden ibaret değildir. Çevre, bütün şartlarıyla ele alınmalıdır. Bir insanın kendi biyolojik ve psikolojik varlığı dışındaki her şey, ailesi, komşuları, arkadaşları, iş ve okul ortamı, yaşadığı şehir ve ülkeden tutun yaşadığı kıta ve gezegene kadar her şey onun çevresini oluşturur. Hatta kişinin biyolojik ve psikolojik rahatsızlıkları da bireysel özellik olarak görülebilmesine rağmen bir yönüyle onun çevresini oluşturur denilebilir. 

 

Bu bağlamda Allah Teala’nın kişilerle ilgili sorumlulukları onlara verdiği nimetler ölçüsünde yükleyeceği unutulmamalıdır. Bireylerin imtihan şartlarının neler olduğunu bizim dışarıdan tam manasıyla anlayabilmemiz de mümkün değildir. Çünkü insanların iç dünyalarına tam anlamıyla vâkıf olmamız mümkün değildir. Bu nedenle her insan için ayrı ayrı “Fetret ehlidir veya değildir.” şeklinde keskin hükümler vermemiz söz konusu olamaz.

 

Diğer yandan fetret ehliyle ilgili geleneksel dönem alimlerimizin de büyük oranda fikir birliği ettiği bir husus şudur ki: Bu insanların yaptığı hayırlar, iyilikler ve güzel şeyler bir şekilde onların kazanç defterlerine yazılmaktadır. Zira Allah Teala’nın inansın inanmasın hiçbir insanın yaptığı iyiliği boşa çıkarmayacağını, kullarına zulmetmeyeceğini biliyoruz.
 


1 ) İsra, 15

2 ) İmam Rabbani, Mektubat, 1. Cilt, 259. Mektup

3 ) Gazali, Faysalü’t-Tefrika (İman-Küfür Sınırı), s. 206

4 ) Mektubat, 28. Mektup, Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mesele

5 ) Kastamonu Lahikası, s. 111