Allah Resulü (sav) kendi aleyhinde şiir okuyan şairleri öldürtmüş müdür? | Tek Parça
Soru: Siyer okurken Peygamber Efendimiz’in (sav) aleyhinde şiir okuyup yaymaları nedeniyle öldürülmeleri için emir verilen insanlar olduğunu görüyoruz. Bu insanlar neden sadece şiir okudukları için öldürülmüşlerdir? Bu durum ifade özgürlüğünün ağır bir ihlali değil midir?
Cevap: Sorunun farklı ve önemli yönleri olması nedeniyle kısa bir cevabı yoktur. Bu yüzden kısa bir girişten sonra asıl cevaba geleceğiz. Bu nedenle uzun sayılabilecek bir cevap nedeniyle sabrınız için şimdiden teşekkür ederiz.
“İyi”, “Doğru” ve “Güzel” Hakkında
İnsanlar “iyi”, “doğru” ve “güzel” kavramlarının tanımlarını farklı zamanlarda farklı şekillerde yapabilmektedir. Buna bağlı olarak bir şeyin iyi, doğru veya güzel olup olmaması o şeyin kendi doğasına göre değil insanların bakış açısına göre değişir. Örneğin bazı hayvanları kesmek, öldürmek ve yemek kimi insanlar için yanlış, kötü ve çirkin bir uygulama iken kimileri için de doğru, iyi ve güzel bir davranıştır. Bu farklı yorumların kişisel eğilimlerden mizaçlara, içinde yetişilen kültürden zeka ve bilgi seviyesine, alınan eğitimin biçim ve içeriğinden dünyaya bakış açılarına kadar pek çok sebebi olabilir. Örneğin bir insan sırf çevresindeki insanlar hayvan eti yemeyi barbarlık olarak gördüğü için kendisi de hayvanların kesilip yenilmesine karşı çıkabilir. Bunu sırf popülarite adına veya farklı görünme hissinden hoşlandığı için de yapabilir. Ayrıca küçükken sevip oynadığı bir kuzuyu anne babasının kestiğine şahit olması ve küçük bir travma yaşaması nedeniyle ilerleyen yaşlarında hayvanların kesilip yenilmesine karşı çıkmaya başlaması da olasıdır. Bunların hepsi mümkündür. Ancak sonuçta yapılan bir davranışın iyi veya kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin olduğuyla ilgili yapılan yorumlar davranışın kendisinden çok o davranışı dışarıdan izleyip değerlendiren insanların yorumlarıdır. Hakikat ise çoğunlukla bireylerin kişisel eğilimleri, duyguları ve farklılıkları üzerine bina edilemez.
Unutulmamalıdır ki nesnelerin ve olayların sırf kendilerinden kaynaklanan iyi, güzel ve doğru yanları yoktur. Bunlar bizim nesnelere ve olaylara yakıştırdığımız niteliklerdir. Bu yakıştırmaların farklılığı da pek çok sebepten kaynaklanabilir. Ayrıca yakıştırmalar doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir. Bizim doğru dediğimiz şey yanlış olabileceği gibi kötü dediğimiz şey de iyi olabilir. İnsan, kendi kişisel yorum ve yakıştırmalarını mutlak ve evrensel doğrular olarak kabul etmemelidir.
Örneğin köpekleri çok seven ve onlara karşı şefkat ve ilgiyle yaklaşan bir Müslüman, Efendimiz’in (sav) köpekler hakkındaki hadislerini okuyunca hadisler ile kendi duygu ve düşünceleri arasında bir mesafe hatta bir çelişki hissedebilir. Bu durumda bizim esas noktamız, köpeklere bakarak Efendimiz (sav) hakkında hüküm vermek değil, Efendimiz’e (sav) bakarak köpekler hakkında hüküm vermektir. Efendimiz (sav) saldırgan, zararlı ve başka özellikleri olan bazı köpeklerin öldürülmesini istemişse “Köpek öldürülür mü? Bu ne kötü bir uygulama!” diye düşünmek makul değildir, mantıklı değildir, gerçekçi değildir. Efendimiz (sav) böyle bir emir veya tavsiyede bulunmuşsa demek ki o özellikteki köpeklerin o dönem şartlarında öldürülmeleri gerektiği anlaşılmalıdır.
Kendi kişisel değer yargılarına, duygularına ve eğilimlerine ters gelen ayet ve hadisleri okuyunca tepki duymak, tepki duyan insanın kendisinin o konuda doğruyu bildiği, hatasız düşündüğü, mükemmel bir bakış açısına sahip olduğu hissine dayanır. Aslında Müslüman olma iddiasındaki insanlarda İslam’ın bu hisleri biraz yavaşlatması ve imanın da bu hisleri adım adım ortadan kaldırmış olması beklenir.
Efendimiz’in (sav) Kendi Zatında Topladığı Farklı Misyonları
Bizim insan olarak başka insanlarla zihinsel, duygusal, davranışsal ve iletişimsel açıdan ilişkilerimiz vardır. Bu ilişkilerimiz genellikle belirli bir yön ve belirli bir açıdan ibarettir. Örneğin annemiz sadece anne babamız ise sadece babamızdır. Arkadaşlarımız sadece arkadaş, patronlarımız sadece patron, öğretmenlerimiz sadece öğretmendir. Oysa annelerimizin, babalarımızın, arkadaşlarımızın, patronlarımızın ve öğretmenlerimizin bizim onlarla kurduğumuz ilişki ve iletişim açısına dahil olmayan, bu açının dışında fonksiyonları ve rolleri de vardır. Onların bizim açılarımız dışındaki rollerini ve fonksiyonlarını zihnimizde değerlendirmekte zorlanırız. Bu konuda hayaller de devreye girince mesele iyice karmaşıklaşır. Bu nedenle örneğin müziğini severek dinlediğimiz ve zihnimizde iyi bir şarkıcı olarak kodladığımız, bir parça da hayranlık duyduğumuz bir müzisyenin siyasi görüşünü öğrenince ondan soğumaya başlayabiliriz. Çünkü o müzisyeni hiç bu açıdan görmemiş ve değerlendirmemişizdir.
Benzer şekilde; Efendimiz’i (sav) her şeyden önce bize Allah’tan vahiy getiren, Allah-u Teala’nın O’nu doğru yönlendirmesi ile sözleri ve davranışlarıyla bizleri doğruya yönlendiren insan olarak bilir ve tanırız. Efendimiz (sav) muhakkak ki Allah’ın kulu ve resulüdür. Ancak zihinlerimizde daha çok şeyhlerimiz, hocalarımız gibi bir dergahta, mescitte oturmuş, insanlara öğüt veren, arkasında namaz kılınan, bizlere vaz u nasihatte bulunan bir resim canlanır. Bu abes veya tuhaf değildir çünkü Efendimiz’i (sav) rehber edinmek, örnek almak için temelde gereken şey budur.
Ancak Efendimiz (sav) aynı zamanda bir kocadır. Eşleriyle aralarında tartışma çıkması bize tuhaf gelebilir.
Efendimiz (sav) aynı zamanda bir devlet başkanıdır, bir komutandır ve bir hakimdir. Karşısına hırsızlık suçuyla getirilen ve suçları sabit olanların ellerinin kesilmesinde tereddüt etmemiştir.1
İfk Hadisesi Örneği
Hz. Aişe (ra) validemize iftira edildiği zaman Efendimiz’in (sav) gösterdiği tutum insanların kafasını karıştırabilmektedir. Bilindiği gibi ifk hadisesi gerçekleşince Efendimiz (sav) başlangıçta “Benim hanımım böyle bir çirkinlik yapmaz. Haddinizi bilin. İftira ediyorsunuz.” gibi korumacı bir söylemde bulunmamıştır. Hz. Aişe validemiz Efendimiz’le (sav) birlikte yaşadıkları evden ayrılarak muvakkaten anne babasının evine gelerek meselenin sonuçlanmasını beklemiştir. Durumu Hz. Ali (ra) ve Hz. Usame b. Zeyd (ra) gibi yakınlarıyla istişare etmiş, Hz. Aişe validemizin cariyesine de şüpheli bir durum görüp görmediğini sormuş yani olayı somut olarak da soruşturmuştur. Bu soruşturmadan sonra Mescidde sahabe topluluğuna karşı ailesi hakkında hayırdan başka bir şey bilmediğini insanlara söylemiş ve meselenin bir iftira olduğunu ima etmiştir ancak meseleyi net bir karara bağlayacak olan vahiydir ancak vahiy de henüz gelmemiştir. Bu süreçte bir ara Hz. Aişe (ra) validemize “"Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu dedikodulardan beri isen Allah seni vahiyle aklayacaktır. Şayet bir günah işledi isen Allah Teala'ya tevbe et. Zira kul bir günah işler, sonra da günahını itirafla tevbe ederse, Allah Teala tevbesini kabul ve affeder." sözlerini de söylemiştir ki Hz. Aişe (ra) validemiz Efendimiz’in (sav) bu sözlerinden ekstradan alındığını hissettirir. Bu esnada vahiy gelir ve Hz. Aişe validemizin bizzat Allah-u Teala tarafından aklanmasıyla mesele netliğe kavuşur.2
Burada Efendimiz’in (sav) söylentilerin çıkmaya başladığı andan itibaren Hz. Aişe validemizi koruması, ona karşı daha yumuşak ve ilgili davranması gerektiği düşünülebilir.
Yine Efendimiz’in (sav) bir peygamber olması hasebiyle söylentiler ilk çıktığı anda anında vahiyle bilgilendirilmesi beklenebilir.
Ancak ikisi de olmamıştır. Hem vahiy gecikmiş hem de Efendimiz (sav) Hz. Aişe (ra) validemize karşı başlarda biraz soğuk davranmıştır.
Efendimiz (sav) belki eşinin masumiyetini nebilere özgü bir ilhamla biliyordur, belki söylentilerin zerre miktar tesirinde kalmamıştır, belki bu soğuk davranmayı bunlara rağmen bilinçli bir şekilde tercih etmiştir. Bunları net olarak bilemeyiz. Bildiğimiz, Efendimiz’in (sav) bu süreçte adeta bir savcı veya mahkeme reisi gibi davrandığıdır.
Çünkü o süreçte Efendimiz’in kamuya karşı vazifesi şahsi dairedeki vazifesinden, eşine veya ailesine karşı vazifesinden daha önemlidir. Bu nedenle de eşine karşı mahkemede görev almış bir şahıs gibi davranmıştır. Doğrusu da iyisi de güzeli de budur. Hatta Hz. Aişe validemizin bu süreçte Efendimiz’le (sav) birlikte yaşadıkları evden anne babasının yaşadığı eve taşınması da iyi olmuştur çünkü bir davalının mahkeme başkanıyla yakınlığı davaya şüphe karıştıracaktır. Hatta Efendimiz’in (sav) bu süreçte Hz. Aişe’ye (ra) onun müşfik ve ilgili kocası gibi davranması da davaya, yani iftira anından vahiye gelene kadarki süreçte gerçekleşen sürece yine şüphe karıştıracaktır.
Diğer yandan konu çok hassastır. İftiraya ön ayak olan şahıs Abdullah b. Übey b. Selul Hazrec kabilesindendir. Efendimiz (sav) konu hakkında Mescid-i Nebevide sahabe topluluğuna karşı konuşurken ve kendisini bu sıkıntıdan kimin kurtaracağını sorarken Evs kabilesinin lideri Sad b. Muaz (ra) ayağa kalkarak “Ey Allah’ın Resulü! Allah'a yemin olsun biz ondan senin intikamını alırız! Eğer Evs kabilesindense boynunu vururuz. Hazreçli kardeşlerimizden ise, bize sen emredersin, biz emrini aynen yerine getiririz!" demiş, bunun üzerine Hazreç reisi Sad b. Ubade (ra) Sad b. Muaz’a karşı çıkmış, o esnada Evs ve Hazreç arasında kısa bir gerginlik yaşanmıştır. Efendimiz’in (sav) önlemesiyle konu kapanmıştır ancak meselenin hassasiyetini göstermesi açısından önemlidir.
Böyle bir ortamda Efendimiz’in (sav) bazılarının romantik hayallerini incitmeyecek şekilde müşfik ve ilgili koca fonksiyonunu icra etmesi hem meseleyi daha da büyütecek hem de uzun yıllar onun etkisinin sürmesine neden olacaktır. Bu nedenle de Efendimiz’in (sav) gerek Hz. Aişe (ra) validemize karşı gerekse sahabe efendilerimize karşı davranışları ve süreci bu şekilde yönetmesi gayet makul, mantıklı, doğru, iyi ve güzeldir.
Bazı Şairlerin Öldürülmeleri Konusu
Soruya dönersek, Efendimiz’in (sav) bazı insanların öldürülmelerine dair verdiği emirleri okuyan bir Müslümanın söylemesi gereken şey “Nasıl olur da Efendimiz bir kadını veya şairi öldürtür?” olmamalıdır. Aksine, “Demek ki belli şartlarda, belli durumlarda kadın da olsa bazı insanlar öldürülebiliyormuş.” olmalıdır. Bunları özellikle iman ve teslimiyet duygusu biraz gelişmiş bir Müslüman okuyorsa “Efendimiz (sav) böyle yapmış. Demek ki kültüre özgü şeyler dışında doğrusu ve güzeli budur.” demelidir.
Burada “kültüre özgü şeyler dışında” dememizin nedeni şudur: Efendimiz’in (sav) bazı davranışları onun bir beşer olması, bir kültürün içinde doğup yetişmiş olması ve beşeri davranışlarının bir kısmını da doğal olarak o kültürel kodlara göre gerçekleştirmesidir. Örneğin Efendimiz (sav) çatal kaşık kullanmadan elleriyle yemek yemiştir. Ata ve deveye binmiş, yolculuklarını böyle yapmıştır. Savaşlarda kılıç ve ok kullanmış, Mescid-i Nebevi’nin etrafına yaptırdığı yaklaşık 20 m²’lik evlerinde kerpiç ve hurma dalları kullanmıştır. Bunlar ise bizim de her zaman ve her durumda çatal kaşık kullanmadan elimizle yememizi, yolculuklarımızda at ve deve kullanmamızı, savaşlarda kılıç ve ok taşımamızı, kerpiçten evlerde yaşamamızı gerektirmez. Ancak o dönemde ve o şartlar altında Efendimiz’in (sav) yaptığı her şey güzeldir, doğrudur ve iyidir. Yani Efendimiz (sav) yanlış, kötü ve çirkin olan hiçbir şey yapmamıştır. Bunu iyi düşünüp anlamak gerekir.
Bu bağlamda Efendimiz’in (sav) nasıl ki bir insan olarak yaptığı her şey iyidir, doğrudur ve güzeldir; bir aile reisi, bir koca, bir baba veya dede olarak yaptıkları da, bir mahkeme başkanı, bir öğretmen, bir idareci, bir komutan veya devlet başkanı olarak yaptığı işler de doğrudur, iyidir ve güzeldir.
Diğer yandan, siyerde nakledilen olaylar hadis usulünde olduğu gibi belirli sıhhat kriterlerine tabi tutularak yazılmış değildir. Dolayısıyla İslam tarihinde siyer ve megazi konularındaki kaynaklar maalesef örneğin Buhari ve Müslim kadar güvenilir kaynaklar olamamıştır. Bu nedenle siyerde okuduklarımızı dikkatli ve eleştirel okumak daha faydalı ve verimli olabilir.
Siyer kaynaklarında okuduklarımıza göre ve bu okuduklarımızdan bir kısmının sahih hadis kaynaklarında da yer aldığı şekliyle Efendimiz (sav) şair kimlikleriyle öne çıkan bazı isimlerin öldürülmesini emir veya tavsiye etmiştir. Açık bir emir ve tavsiye olmadan bazı isimlerin öldürülmesini onayladığı da olmuştur. Bu kişiler genellikle “şair” kimlikleriyle öne çıkmışlardır, bu da doğrudur. Ancak mesele “şairleri öldürmek” gibi basit bir yaklaşımla ele alınırsa pek çok gerçek görmezden gelinmiş olacaktır. Bu gerçekleri ıskalamamak için de bu konuyu örnekleriyle ve etraflıca değerlendirmemiz gerekiyor.
Ka’b b. Eşref
Ka’b b. Eşref sıradan bir şair değildir. Baba tarafından Arap anne tarafından ise Yahudi olmasının yanında Medine’nin önde gelen isimlerindendir. Sadece şiirde değil savaş sanatında da uzman olduğu söylenir. Yani asker toplamayı, kiminle, nerede, ne zaman, hangi sebeple ve nasıl savaşılacağını bilen birisidir. Ayrıca her ne kadar teknik anlamda bir haham olmasa da Mekkeliler tarafından Medine’nin hahamı, yani Medine Yahudilerinin dini lideri olarak da görülür. Dini bir lider olmasa da Medine Yahudilerinin kendi içlerindeki davalara bakan bir hakim olma özelliği vardır.(3) Bu durumda Ka’b b. Eşref hem bir şair hem savaşçı hem de siyasi bir liderdir.
Ka’b’ın öldürülmesinin tek nedeni İslam ve Müslümanlar aleyhine propaganda şiirleri söylemesi değildir. Ka’b’ın kimliği de yaptıkları da bundan çok daha fazlasıdır.
Örneğin, hicretten sonra Medine’de yasalara dayalı bir şehir devleti kurulmuştur. Bu yasalar daha çok Medine Vesikası veya Medine Sözleşmesi adıyla bilinir. Buna göre Medine Yahudileri ile Medineliler ve Kureyşliler yasalar karşısında eşit muamele göreceklerdir. Daha önce böyle bir durum yoktur. Örneğin Beni Nadir kabilesine mensup bir Yahudi Araplardan birini öldürürse belirlenen kan parasının yarısını ödemektedir. Araplardan biri de Beni Nadir Yahudilerinden birini öldürünce kan parasının tamamını ödemektedir. Bu, açık bir eşitsizliktir ancak hicretten sonra Medine Sözleşmesi ile bu eşitsizlik ortadan kaldırılmıştır. Böylece Ka’b b. Eşref’in de mensubu olduğu Beni Nadir Yahudileri haksız olan eski avantajlarını yitirmişlerdir. Bu dönemde bir cinayet olayında Efendimiz (sav) tarafından Beni Nadir’e mensup olan bir katilin belirlenen kan parasının tamamını ödemesi emredilir ancak Ka’b b. Eşref’in yargıç olduğu Yahudi mahkemesinde Efendimiz’in (sav) yasaya yani Medine Sözleşmesine dayalı emrine itiraz edilir ve eski geleneklere göre karar verileceği söylenir.(4) Bu da mevcut hukuk düzeni içinde önemli bir başkaldırı olmasına ve bugünkü kanunlara göre de ağır bir cezayı hak etmesine rağmen siyer kitaplarında herhangi bir yaptırım uygulandığına rastlamayız.
Ka’b’ın başını çektiği bir başka olay da şu şekilde gerçekleşir: Efendimiz’in (sav) işaretiyle Medine’de Baki adı verilen mevkide bir Pazar kurulur ve Ka’b bu durumu hoş karşılamaz. Hatta bu pazar yerine bizzat gelerek Efendimiz’in (sav) o an içinde bulunduğu çadırın iplerini keser ve pazarı sabote eder. Efendimiz (sav) de buna karşılık Pazar yerini farklı bir yere taşır ve bu yerden vergi alınmayacağını duyurur.(5) Bu olayda da fiili saldırıda bulunan Ka’b’a fiili bir ceza verilmez.
Son ve en önemli neden olarak da tüm araştırmacıların üzerinde ittifak ettiği olay şudur: Ka’b b. Eşref, Medine’deki Müslümanlarla savaşmaları için Mekke müşriklerini önemli ölçüde kışkırtmış, azmettirmiş ve bunu sadece söz ile değil maddi olanaklar sunarak da gerçekleştirmiştir. Yani ortada Müslümanların oluşturduğu devlet veya toplum aleyhine bir düşman ordusunun toplanıp Müslümanlara saldırtma planları vardır ve Ka’b b. Eşref bu planların bilfiil içinde hatta başında bulunmaktadır. Çünkü Ka’b, Bedir savaşından sonra Medine’den kalkıp bu amaçla Mekke’ye gitmiş, Mekkeli müşrikleri söylediği propaganda şiirleri ile Medine’deki Müslümanlara saldırmaları için teşvik etmiştir. Burada asıl mesele Ka’b’ın sadece propaganda şiirleri söylemesi değildir. Zaten dönemin adetleri gereğince Ka’b’ın bu şiirlerine Hassan b. Sabit (ra) kendi söylediği şiirlerle karşılık vermiştir ve propagandanın etkisi bu nedenle zayıflamıştır. Hatta Ka’b’ın Mekke’de kimlerin evinde kaldığı ve şiirleri kimlerin evinde söylediği Efendimiz’e (sav) istihbarat bilgisi olarak ulaşmış ve Hassan b. Sabit de bu Mekkeli ev sahiplerinin adlarını teker teker anarak karşıt şiirler söylemiş, bu ev sahipleri de misilleme şiirlerin etkisiyle Ka’b’ı evlerinde daha fazla barındıramamışlardır. Bu da şiire karşı şiirle, propagandaya karşı propagandayla misilleme yapıldığını ve bu açıdan maksadın hasıl olduğunu göstermektedir.(6)
Ancak ortada aleyhte şiir söylemek ve propaganda yapmaktan daha fazlası vardır. Bu da savaş kışkırtıcılığıdır. Ka’b’ın bu kışkırtma işinden beklediği sonucu alamadığı anlaşılmaktadır. Medine’ye dönmek zorunda kalınca da öfkesinden işi Müslümanların hanımlarına dil uzatacak şiirler söyleme küstahlığına kadar götürür. Bu çirkinliği o dereceye vardırır ki Yahudi adetlerine de ters düştüğü söylenir. Örneğin Efendimiz’in (sav) amcası Hz. Abbas’ın (ra) hanımı olan Ümmü’l Fadl aleyhine söylediği çirkin şiir bugün de bilinmektedir. Mesele bununla da bitmemiş Ka’b b. Eşref, Efendimiz’in (sav) mübarek hanımlarına dil uzatacak kadar ileriye gitmiştir. Bütün bunların sonucunda da Efendimiz’in (sav) isteğiyle bir suikast sonucu öldürülmüştür.(7)
Sonuçta Ka’b b. Eşref’in sadece Müslümanlar aleyhine şiir söylediği, bunun da ifade özgürlüğü gibi algılanması gerektiği ve öldürülmesinin ağır bir hak ihlali olduğu yönündeki söylemler bugünün insan hak ve hürriyetleri ile hukuk düzenlerinde bile karşılık bulamayacak iddialardır. Ka’b b. Eşref sadece şiir söylediği için değil Medine’de iç kargaşa çıkarmaya çalışması, ayrıca söylediği şiirlerin Müslümanlar aleyhine somut bir zarar malzemesi olması, iç karışıklıklara kalkışması ve Mekkeli müşrikleri Müslümanlar aleyhine savaşa kışkırtması gibi nedenlerle öldürülmüştür. Bu suçlarını görmezden gelerek sadece şiir söylediği için öldürüldüğünü iddia etmek abestir.
Esma binti Mervan
Esma binti Mervan isimli kadın şair de aynı gerekçelerle öldürülmüştür. Esma sadece Müslümanlar aleyhine sıradan şiirler söylemekle kalmamış, Efendimiz’e (sav) suikast düzenlenmesi için yoğun ve etkili propagandalar yapmıştır. Efendimiz de (sav) bir ima ile bu sorundan kurtulmak istediğini belirtmiştir. Umeyr b. Adiyy (ra) isimli sahabi ise bu sorunu ortadan kaldırmanın sorun çıkaranı öldürmekle mümkün olabileceğini düşünerek gidip Esma binti Mervan’ı kendi evinde öldürmüştür. Daha sonra yine siyer kaynaklarının nakline göre durumu Efendimiz’e (sav) anlattığında Efendimiz Umeyr’in yaptığını onaylamıştır.(8)
Kaynaklar Esma b. Mervan’ın Efendimiz (sav) ve Müslümanlar aleyhine söylediği kışkırtma şiirini orijinal haliyle kaydedip nakletmiştir. İbni Hişam’ın naklettiği şiirin tercümesi şu şekildedir:
“Benû Mâlik’in, en-Nebît (oğullarının) ve ‘Avf (oğullarının) kıçı (kırıktır)! Benü’l-Ḫazrec’in de kıçı (kırıktır)!
Siz kendi aranızdan olmayan bir yabancıya (yani sizin soyunuzdan gelmeyen ve Ḳureyş oğullarına mensup bulunan (Hz.) Muhammed’e) itaat ettiniz.
O kişi ne (Yemen kabilelerinden olan) Murâd’a ne de Meẕḥic’e mensuptur.
(Sizin) seçkin kişileri(nizi) öldürmesinin ardından, (açlıktan ölmek üzere olan insanlar tarafından) et suyunun umulması gibi (hâlâ) ondan (bir şeyler) mi umut ediyorsunuz?
(Aranızda) onun gaflet anını gözleyip (ona suikast düzenleyecek) ve (ondan bir şey) bekleyen kişi(leri)n ümitlerini parçalayacak, gurur sahibi hiç mi kimse yok?”(9)
Bu şiirde şairin amacını, niyetini anlamak için uzman olmaya gerek olmadığı açıktır. Esma b. Mervan Efendimiz’e (sav) ve Müslümanlara ağır hakaretler etmekle kalmamış Efendimiz’e suikast düzenlenmesi için açık bir çağrı ve teşvikte bulunmuştur. Bu da günümüz hukuk sistemlerinde dahi ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmeyecek, cezasız bırakılmayacak bir davranıştır.
Günümüz açısından bu suçun karşılığı belki hapis cezası olabilir. Belki kimi hukuk sistemlerinde olduğu gibi somut ve harekete geçmiş bir cinayet veya suikast olgusu olmadığı sadece potansiyel bir tehlike olduğu, bunun da ölüm cezasını gerektirmediği de söylenebilir. Ancak bundan 1400 sene önce ve kabileler halinde yaşayan bir toplumda böyle bir şiir sadece potansiyel bir risk değildir. Şiirin, özellikle de literatürde geçtiği haliyle tahrid yani kışkırtma şiirlerinin o dönem Arap toplumundaki işlevini bilenler kışkırtma şiirlerinin gerçek öldürme teşebbüsleri kadar önemli olduğunu anlayacaklardır.
Burada gözlerden kaçmaması için şu hususu da belirtmek gerekir: Esma binti Mervan’ın kabilesinde Müslüman olduklarını açıklayamayan pek çok insan vardır ki ancak onun ölümünden sonra Müslümanlıklarını açığa vurabilmişlerdir. Bu da o dönemde lehte veya aleyhte şiir söylemenin basit bir propaganda aracı olmadığını, toplumsal yapıyı, siyaseti hatta savaşları bile belirleyen bir etken olduğunu göstermektedir. Esma b. Mervan’ın ölümüyle de bu insanların üzerindeki toplumsal baskı ortadan kalkmış ve Müslüman olduklarını açıkça söyleyebilir hale gelmişlerdir.
Şiir Meselesi
O dönemde şiirin toplumsal yönünden önce insanların imanını ilgilendiren yönüne dikkat etmek gerekir.
Şiirin doğası itibariyle insanda gerçek olmayan duyguları beslemesi, karamsarlığı da neşeyi de aynı anda ama sahih olmayan biçimlerde ve aşırı bir şekilde yönlendirmesi, iman hakikatlerinin anlaşılıp hissedilmesinde gerekli olan sahih akıl, mantık, gerçekçilik, tevazu, hakikate karşı dürüstlük gibi unsurlarla çelişebilmesi, toplumsal olarak da kabileciliği, cahiliye adetlerine duyulan duygusal bağlılığı ve cahiliye eğilimlerini canlı tutması gibi nedenlerle Kur’an şiire ve şairlere karşı, daha doğrusu şiirin ve şairlerin bu yönlerine karşı sert bir tavır sergilemiştir. Bunun sonucunda şairlerin ve şiirin toplumsal etkisi önemli ölçüde kırılmış, Kur’an’ın mükemmel üslubu ve hakikatin dili olması gibi özellikleri şiiri Kur’an’a, şairleri de Efendimiz’e (sav) teslim olmaya mecbur bırakmıştır.
İslam’ın gelmesiyle şiir farklı bir boyut kazanmıştır. Şairlerin ve şiirin itibarı Kur’an karşısında sönmüştü ancak kitleler üzerinde şiirin etkisi devam etmeydi. Eskiden kabilelerin savunma ve saldırı aracı olarak kullandıkları şiir müşriklerin elinde İslam’a ve Efendimiz’e (sav), Kur’an’a ve sahabeye karşı saldırı aracı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Abdullah b. Revaha (r.anhüm) gibi sahabi şairler vardı ve bu saldırılara başarıyla karşı koymaktaydılar. Kur’an da zaten hükmünü sürdürmekteydi. Ancak açık mucizeler karşısında inanmak istemeyenler nasıl ki inkarlarına devam edebilmektedirler, Kur’an hakikatlerine inanmak istemeyenler de inkarlarını devam ettirmek için hem şiire sığınmakta hem şiiri öne sürebilmekteydiler. İnsanlara hoş gelen bâtıl duyguları beslemede şiir kadar etkili başka bir unsur o dönemde yoktu.
Konumuzla doğrudan ilgisi bakımından şiire gelince: Şiir günümüzde sadece sanatın veya edebiyatın konusudur. Aslında farklı ideoloji mensupları için şiir hâlen bir silah ve propaganda aracı olma özelliğini sürdürmektedir ancak bu özellik eski dönemlere göre daha zayıftır. Özellikle sözlü kültür dönemi toplumlarında, hassaten de Araplarda cahiliye döneminden başlayarak İslam’ın ilk dönemlerini de aşıp yüzyılları kapsayacak bir süreçte şiir; aynı zamanda siyasetin, hukukun, toplumsal düzenin ve savaşın da ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bir şiirle başlayıp bir şiirle biten savaşlar günümüz için imkansız görünse de o dönem Arapları için gayet mümkün bir hadisedir. Bu ve benzeri nedenlerle özellikle o dönemin Arap toplumunda şiirin yeri ve önemini günümüz şiirinin fonksiyonu ve önemiyle bir tutmamız mümkün değildir.
Hatta modern dönemde yazılmış dini eserlerde İslam’ın ilk dönemlerindeki şiirin fonksiyonunu günümüzde medyanın fonksiyonu ile karşılaştırmak adet olmuştur. Bu karşılaştırma bir yere kadar kabul edilebilir ancak şiirin fonksiyonu o dönem için bundan çok daha fazlasıdır. Evet, günümüzde medya, siyaset ve siyasetçiler için özellikle Nazi propaganda subayı Joseph Goebbels’ten sonra gittikçe artan bir öneme sahip olmuştur. Siyasetçilerin hitabet gücü, kitleleri etkileme becerileri de buna eklenince medya ve hitabetin propaganda için vazgeçilmez bir ikili olduğu söylenebilir.
O dönemde ise şiir; hem bir propaganda aracı, hem kitlesel varoluş unsuru hem de kabilelerin tarihlerini, edebiyatlarını, siyasetlerini ve kültürlerini belirleyen ana ögedir. Bu nedenle kabileler arası rekabette şiir, askeri güçten daha önemlidir denilebilir. Çünkü savaşta yenilen şiirde yenilmeyebilir ve bu onları canlı tutar. Savaşta galip gelip şiirde yenilen için ise savaşta galip gelmenin kısa sürede hiçbir önemi kalmayacaktır. Şiir bu kadar önemli ve hayatidir.
Burada “Şairler askerler kadar, şiir de silah kadar önemlidir.” derken bir mecaz ya da istiare yapmıyoruz. Bu bir hakikattir. Bu nedenle Efendimiz’e (sav) somut bir suikast girişiminde bulunan Umeyr b. Vehb isimli sonradan Müslüman olan Mekkeli ile Efendimiz’e (sav) karşı insanları kışkırtan müşrik şairler arasında fonksiyon itibariyle bir fark yoktur. Hatta şairler ve şiirleri bu konuda daha etkili ve güçlüdürler çünkü birden fazla kişiyi sadece psikolojik olarak değil fiziksel olarak da harekete geçirebilme potansiyeline sahiplerdir.
Denilebilir ki “Bu etkiyi kırmak ancak misliyle olabilir. Şiire karşı şiir hatta şiire karşı Kur’an yeterli olmamış mıdır ki Efendimiz o şairleri öldürtmüştür?”
İşin bu kısmında da o şairlerin sadece şiir söylemekle kalmadıkları, bir düşman komutanı gibi insanları Müslümanlar aleyhine savaşa kışkırttıkları ve hatta bunun için bilfiil harekete geçtikleri görmezden gelinmemelidir. Dolayısıyla Efendimiz’in (sav) öldürülmesine izin verdiği şairler sadece şair kimliğine sahip insanlar değildir. Bunlar aynı zamanda birer savaş suçlusu veya günümüzün moda tabiriyle o günün devlet otoritesine isyan eden terörist konumundadırlar. Çünkü ortada şiir söylemek veya ifade özgürlüğünü kullanmaktan daha ötede fiili bir girişim vardır. İşin bu kısmını görmezden gelerek ortaya atılan iddiaların günümüz hukuku açısından da o günün ve kültürünün şartları açısından da bir kıymeti yoktur. Zaten diğer türlü İslam aleyhine şiir söyleyen tüm şairlerin öldürülmesi gerekirdi ki, böyle bir durumla karşılaşmıyoruz. Demek ki öldürülen şairlerin şiir söylemenin ötesinde davranışları da olmuştur.
Esma binti Mervan zahiren fiili bir girişimde bulunmamıştır. Etrafında Efendimiz’e (sav) ve Müslümanlara karşı saldırmaları için asker toplamaya çalışmamıştır. Bu amaçla önemli kişilerle görüşmeler de yapmamıştır. Sadece kışkırtıcı ve çirkin ifadelerle dolu bir şiir söylemiştir. Bu doğrudur. Ancak şiirin o günkü fonksiyonu ve önemi düşünülünce “Sadece şiir söylemiştir.” ifadesini “Sadece aleyhte propagandada bulunmuş, insanları öldürmeye çağırmış, savaş çığırtkanlığı yapmıştır.” şeklinde düzeltmek gerekecektir. Bu da savaş hukuku kapsamında değerlendirilmesi gereken bir suçtur.
Bu bağlamda İslam’da cihad olarak adlandırılan savaş nasıl ki diğer bütün alternatifler tükenince başvurulan son çaredir. Daha doğrusu kendini savunma dışında sadece dinin yaşanmasına ve tebliğe kuvvet kullanarak engel olunması durumunda başvurulan bir metottur. Efendimiz’in (sav) adı geçen şairleri öldürtmesi veya öldürülmelerini onaylaması da tebliği engellemeleri, insanlarla Allah arasında açık ve somut bir engel oluşturmaları nedeniyledir. Bu engelin ortadan kaldırılması için de nasıl ki Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de ve başka yerlerde İslam düşmanlarıyla savaşılmıştır. Burada da adı geçen kişilerin öldürülmesi sağlanmıştır.
Elbette karşı tarafın Müslümanlara saldıracağı kesin ise ve onlara karşı askeri güç seferber edilmişse, stratejik avantaj olması durumunda ilk saldırıyı gerçekleştirmek de caizdir. Bu durum günümüz savunma doktrinlerinde “önleyici saldırı” veya “önleyici ilk darbe” olarak da geçmektedir. Şair kimlikleriyle öne çıkan kişilere yönelik suikastların bir yönü de budur.
Sonuç olarak: Efendimiz’in (sav) şair kimlikleriyle öne çıkan bazı isimleri öldürtmesi veya öldürülmelerini onaylaması, bir devlet başkanı veya komutan olarak bunları yapması o dönemin şartları, kültürü ve siyaseti açısından son derece doğru bir davranıştır. Her konuda, savaş meydanlarında bile merhamet ve keremiyle öne çıkan Efendimiz’in (sav) bu aslî yönlerine gölge düşürecek bir davranış değildir.
Bu kararları ve uygulamaları günümüzün ifade özgürlüğü gibi değerleriyle eleştirmek tutarsız bir yaklaşımdır. Çünkü o dönemin toplumsal yapısı günümüzle aynı değildir. Dolayısıyla savaş, suikast, propaganda, kışkırtma, etki ve harekete geçirme araçları da aynı değildir. Diğer yandan öldürülen kişiler sadece şair olarak isimlendirilemez. Yaptıkları iş de sadece şiir okumak değil, suikast ve savaş çağrısıdır. Efendimiz de (sav) kendisine suikast çağrısı yapan bir şairi (veya şairleri) onların çağrıları gerçekleşmeden nefsi müdafaa sınırları içinde öldürtmüştür.
1 ) Buhari, Hudud, 13; Müslim, Hudud, 6; Ebu Davud, Hudud, 11; Tirmizi, Hudud, 16; Nesai, Kat’u’s-Sarik, 8; Muvatta, Hudud, 7
2 ) Buhari, Şehadat, 15, 30; Müslim, Tevbe 56; Nesai, Taharet 194
3 ) Esat Ayyıldız, Güncel Filoloji Çalışmaları, s. 2-3
4 ) Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Büyük Düşmanlarının Psikolojisi, s.
5 ) M. J. Kister, Peygamber’in Pazarı, CÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, s. 24-27
6 ) Esat Ayyıldız, a.g.m., s. 13
7 ) İbni Hişam, Sire, c. 3, s. 75-78
8 ) İbni Hişam, Sire, c. 4, s. 386-388
9 ) İbni Hişam, Sire, c. 4, s. 384