Kur'an'da geçen ehli kitapla ilgili ayetler | Tek Parça
Soru: Kur’an’da ehl-i kitabı öven bazı ayetlerin Abdullah bin Selam (ra) ve arkadaşları hakkında olduğu söyleniyor. Ancak onlar zaten Müslüman olmuşlardı. Kur’an’daki ehl-i kitapla ilgili ayetleri nasıl anlamalıyız?
Cevap: “Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyan bir topluluk da vardır. Bunlara Allah’a ve ahirete iman eder, maruf olanı emreder, kötü olandan sakındırır ve hayırlı amellerde yarışırlar. İşte bunlar Salihlerdir. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir.”1
“Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, bir kantar emanet bıraksan onu sana geri verir; öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, sen, onun tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez.”2
“İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: 'Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz.”3 gibi ayetler ehl-i kitabın, yani kendilerine Tevrat ve İncil verilen ümmetlerin bir kısmının faziletli yönlerinin olduğunu bildirmektedir.
Bunun dışında Kur’an’da “ehl-i kitap” kavramı dışında “ehl-i zikr”, “yehûd” (Yahudi), “nasârâ” (Nasrani, Hristiyan), “kendilerine ilim verilenler”, “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” gibi ibareler de kullanılmaktadır.
Konuyla ilgili ayet ve hadislerin bütününe bakınca ehl-i kitapla ilgili şöyle bir tanım yapmak mümkündür: Ehl-i Kitap, esas olarak (tahrif edilsin veya edilmesin) vahiyle nazil olmuş ilahi bir kitaba veya mesaja inanan ancak Müslüman olmayan kişi ve gruplardır.
Geleneksel tefsir kitaplarımızın çoğunda ehl-i kitapla ilgili olumlu ifadelerin önceden Yahudi veya Hıristiyan olup da sonradan Müslüman olan Abdullah bin Selam (ra) gibi kişiler hakkında olduğuna dair genel bir kanaat hakimdir. Ancak bu düşünce, tefsircilerimizin meseleleri avam halka anlatabilmek için kullandıkları bir argümandır denilebilir. Meseleleri insanlara kolay ve anlaşılır bir şekilde aktarmanın en iyi yollarından birisi konuları 1 ve 0 mantığı çerçevesinde anlatmaktır. Bu mantığa göre İslam ve onunla ilgili her şey hak, onun dışındaki her şey de batıldır. Buradaki sorun İslam’ın hak din diğerlerinin batıl din olup olmamaları değildir. Elbette ki İslam hak ve Allah’ın bizim hakkımızda razı olduğu dindir.4 Bunda şüphe yoktur. Ancak bu hakikat, bugün Hıristiyanlık ve Yahudilik adı verilen semavi dinlerin yüzde yüz batıl, tamamen kötü ve çirkin sistemler olduğu anlamına da gelmez. Bu sistemlerin de içinde orijinal hâllerinden kalan bazı hakikat ve hikmetler vardır. Bu kırıntılar veya kalıntılar onları hak din seviyesine çıkarmamaktadır, bu doğrudur. Ancak İncil ve Tevrat’ın içinde halen bozulmamış ayetler ve hikmetler olabileceği gibi kendilerine Hıristiyan veya Yahudi diyen insanların kalplerinde ve zihinlerinde de bu hakikatlerden ve hikmetlerden bazı kırıntıların bulunması mümkündür, hikmet-i İlahinin bir gereğidir. Zaten bu gerçeğe binaen Kur’an’da Müslümanlarla diğer semavi din mensupları arasında bazı ortak noktalar bulunduğu dile getirilmekte ve açıkça “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın…”5 buyrulmaktadır.
Kur’an ehl-i kitabı İslam’a veya tevhide davet ettiğine göre ehl-i kitap Müslüman olmasa gerektir. Bu durumda ehl-i kitabı, kendilerine bir zamanlar vahiy indirilmiş, o vahyi öyle veya böyle orijinal haliyle koruyamamış, şu zamanda da halen veya henüz Müslüman olmamış kişi ve gruplar olarak anlamak daha doğru olacaktır.
Diğer yandan Allah Teala zerre kadar hayır işleyenin de zerre kadar kötülük yapanın da yaptıklarının karşılığını bulacağını bize bildirmiştir.6 Bu ayetlerin ehl-i kitabı kapsamadığını söylemek abes olacağına göre her insan gibi onların da bazı noktalardan hayır işleyebilecekleri açıktır.
Meseleleri 1 ve 0 mantığına bağlamak realiteyi görünmez kılar. Herhangi bir şey için “mutlak iyidir” ile “mutlak kötüdür” demek, sonra iyi dediğimize hiçbir kötülüğü yakıştıramamak, kötü dediğimizin içinde de hiçbir iyiliği görememek mantıklı ve makul olmadığı gibi İslami bir bakış da değildir. Ayetler, kişileri ve olayları 1-0 mantığı ile değerlendirmediği gibi Efendimiz de (sas) öyle bir bakış açısından uzaktır.
Sonuçta ehl-i kitabın arasında kendi dinlerine geleneğin etkisiyle de olsa inanan ve bağlanan insanlar vardır. Bunların içinde Allah Teala’yı, ahireti, vahyi, tek tanrı inancını, duayı o din ile öğrendiği için o dinde kalmaya devam edenler de vardır. O insanları ve o dinin mensuplarını tamamen düşman, kötü, şerli insanlar olarak görmek Kur’an ve hadislerin öğrettiği bakış açısının sonucu değildir. O hâlde o insanları 1-0 mantığına göre tamamen kötü insanlar ve düşmanlar olarak görmenin Kur’an ve sünnet dışında kaynakları olsa gerektir.
Örneğin özellikle Türkiye’deki dindar muhafazakâr veya milliyetçi çevrelerin eskiden beri yazılan ve okunan romanlarında papazlar ve kiliseye gidenler mutlak kötü insanlar, düşmanlar olarak gösterilirdi. Halen de bir hıristiyanın veya bir yahudinin dininden veya insanlığından kaynaklanan iyi bir özelliğe sahip olabileceğini düşünmek bizim insanımızın çoğunluğuna ters gelen bir bakış açısıdır.
Oysa dikkat edilirse görülecektir ki: Kur’an örneğin ehl-i kitabın din adamlarına “Ayetlerimi az bir bedel karşılığı satmayın.”7 demektedir. Bu, “Allah’ın dinini veya vahyini dünyevi menfaatler için kullanmayın.” demektir. Halbuki dini değerlerin dünyevi menfaat için kullanılması kendilerine müslüman diyen insanlar içinde de rastlanan bir kötülüktür.
Ehl-i kitap içinde de bir cins derviş hayatı diyebileceğimiz keşiş hayatı yaşayanlar vardır. Dünyadan elini eteğini çekmiş, tamamen iç dünyasına yönelmiş, bir çeşit riyazet halinde yaşayan, vakitlerini duaya, ibadete ayıran insanlar vardır. Bizim özellikle tasavvuf geleneğimiz içinde de bu tür insanlara rastlamak fazlasıyla mümkündür.
Bizde “velî” veya “evliya” kavramı vardır. Hıristiyanlarda da benzer şekilde nefsini terbiye etmiş, dinlerinin emirleri noktasında hassas, insanlara özellikle dini konularda yardımcı ve yol gösterici olan, olağanüstü kabiliyetlere de sahip “aziz” kavramı vardır.
Bizler nasıl ki Allah ve ahiret korkusuyla İslam dışında bir dini tercih etmekten korkarız, ürpeririz. Onların da (hakikate karşı dürüst olmayanlar ve bildikleri hâlde inkarda diretenler hariç) Hristiyan veya Yahudi kalmaya devam etmelerinin altında buna benzer bir Allah ve ahiret korkusu olduğu söylenebilir.
Fakat yanlış anlaşılmasın: Bu karşılaştırmalar karşılaştırılan şeylerin aynı olduğunu söylemek değildir. Azizler ve veliler elbette farklı kategorilerin insanlarıdır. Kurulan benzerlikler sadece formel açıdandır, mahiyet veya içerik itibariyle değildir.
Müşrik ve Ehl-i Kitaba Farklı Yaklaşımlar
Kur’an’da müşriklere değil de ehl-i kitaba yaşam hakkının tanınması, şirkin her türlüsünün Arap yarımadasından silinmeye çalışılması, bu minvalde örneğin putların kırılması, müşriklerin harem bölgesine girişlerinin yasaklanması ancak bunun yanında ehl-i kitabın mabetlerine veya kutsallarına dokunulmaması, kendileriyle zımmi hukukuna göre bir arada yaşanılması göstermektedir ki: Şirkten ve müşriklerden hayır adına herhangi bir şey çıkmayacaktır. Ama ehl-i kitaptan hem insanlık adına hem de gelecekte muhtemel ihtidalar ile İslam adına hayırlar çıkabilecektir. Bu nedenle Allah Kur’an’da ehl-i kitabın hayır üzere olan bir bölümü olduğunu açıkça beyan buyurmuş, hatta müminlere sevgi bakımından en yakın olanların nasraniler/hristiyanlar olduğunu söylemiş, bu yakınlığın sebebini de hristiyanlar içinde ilim ve ibadetle meşgul olan, gurur ve kibirden uzak rahiplerin varlığı olarak göstermiştir.(8)
Sonuç olarak demek ki ehl-i kitap dediğimiz kişi ve gruplar arasında hayırlı insanlar vardır ve bu insanlar bizzat Kur’an tarafından övülmüştür. Çünkü onlar da Allah Teala’nın gönderdiği vahye tabi olduklarını düşünmekte ve öyle inanmaktadırlar. Evet, o vahyin bir kısmı tahrif edilmiştir ancak tahrif olmayan kısımları da mevcuttur. Demek ki tahrif olmamış vahye de tabiidirler. Bu tabi oluşlarıyla o insanların bir kıymetlerinin olması akıldan ve hikmetten uzak değildir.
Kur’an ve sünnetin bir konuyu değerlendirmede hüküm verirken insanlara kazandırmaya çalıştığı bakış açısına göre yüz kişinin bulunduğu bir gemide doksan dokuz cani olsa, sadece bir tane masum bulunsa o gemi batırılamaz. O hâlde İncil veya Tevrat ne kadar tahrif edilmiş olursa olsun, içlerinde tahrif edilmemiş ayetlerin bulunması o kitapların mensubu olanların yollarının yüzde yüz batıl olmadığını gösterir. O hâlde Kur’an, ehl-i kitabın tabi olduğu bir kısım hakikatlerin hatırına onları diğer gayrimüslimler arasında ayrıcalıklı bir yere koymuştur diyebiliriz.
Müslüman Çoğunluğun Bakış Açısı Problemi
Bu gerçekler ortalama dindarların özellikle mutaassıp olanlarına ters gelebilir. Çünkü ortalama Müslümanların belki büyük bir kısmı dini doğrudan doğruya Kur’an ve sünnetten değil, geleneğin içinden öğrenmektedirler. O gelenek de saf Kur’an ve sünnetin inşa ettiği bir gelenek değildir maalesef. Bu geleneğin içinde Kur’an ve sünnetin zahirinin yanında insanların kişisel zaafları, bireysel bakış açıları ve yorumları, toplumsal değer yargıları ve kültürel kodlar fazlasıyla yer almaktadır. “Hilalle haçın kavgası”, “Lanetlenmiş Yahudiler” gibi kavramlar genel bir anlayış hâlini almış, siyasi ve tarihi olaylar Kur’an ve sünnetin hakikatlerine bazen ince bazen kalın perdeler çekebilmiştir.
Ortalama klasik bir dindarın sabit fikri şudur: Bir insan “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” dese, sonra büyük günahlar da işlese, insanlığa hiçbir faydası olmasa, çevresine zararları dokunan birisi de olsa sonunda cennetliktir. Ancak bir insan Hristiyan ise, milyonlarca insanın hayatını kurtaracak bir aşı keşfetmiş de olsa, sözünde duran, hayatında yalan konuşmayan, kendisine emanet edilenlere ihanet etmeyen birisi de olsa hem bireysel hem toplumsal hayatında ahlaklı, faydalı bir insan da olsa sonunda cehennemliktir.
Bu düşünce Kur’an ve sünnette karşılığının olmaması ve kendi içinde de abes olması nedeniyle hem müslüman dindarlara hem de temiz vicdanlara ters gelmektedir.
Çünkü iman, her ne kadar mahiyeti itibariyle gözlemlenemese, kalbe ait bir hâl olsa da insanın sîretinde ve suretinde kendini belli eden, hissettiren bir hâldir.
Efendimiz’in (sas) “Müslüman” ve “Mümin” tanımları açıktır. Hadis-i şerifte;
“Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların selamette olduğu kimsedir. Mümin de insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir.”(9)
Bırakın bütün insanları, Müslümanların bile “Bu insanın sağı solu belli olmaz, bize zarar verebilir.” dediği bir insanın sırf lafzen “La ilahe illallah” demesi, bu kelimeyi söylemesinin takdiri ahiret itibariyle bize ait olmasa da dünya hayatıyla ilgili bazı fikirler vermektedir. Bu insanın üzerinde Allah’a imanın getirdiği bir letafet, sükûnet ve sekine yoksa; bu insan eşine, çocuklarına, komşularına ve iş arkadaşlarına kötü davranıyorsa o insanda imanın kazandırması beklenen ahlak da görülmüyor demektir. Bu durumda imanın o insan üzerindeki tesiriyle ilgili olumlu bir şey söylemek elbette mümkün değildir. Böyle bir insanın dünyevi hayat itibariyle ahlaklı, dürüst, güvenilir bir gayrimüslimden daha hayırlı olduğu da söylenemez. Ahiret hâllerini ise sadece Allah bilir, o noktada bizim bir hüküm vermemiz mümkün olmadığı gibi caiz de değildir.
Zaten Efendimiz’in (sas) hayatı incelendiğinde Onun Müslüman olmayanlara da gayet insani yaklaştığı; değil ehl-i kitap, müşrik bir insanın bile hayırlı yönlerinin bulunabileceğini ve onlara o şekilde davranılması gerektiğini öğrettiği görülecektir. Örneğin Mut’im bin Adî müşrik olarak ölmüş bir insandır. Ancak ölümü müşrik Mekkeliler kadar Müslüman Medinelileri de üzmüştür. Çünkü Mut’im, Taif dönüşü Efendimiz’i (sas) himayesine almış, müminlere Mekke’de uygulanan boykotun kaldırılması için çalışmış, Efendimiz’in (sas) hicretten önce Medinelilerle gizlice görüştüğü Akabe toplantısından sonra Medine’ye dönüşte Mekkelilerin yakalayıp götürdükleri Hazrec kabilesi reisi Sad bin Ubade’yi kurtarmış,(10) kısacası Efendimiz’e (sas) ve Müslümanlara çokça faydası dokunmuş bir insandır. Görünürde iman etmemesi biz Müslümanlar için de öfke değil ancak hüzün vesilesi olabilir. Nitekim o dönemin Müslümanları bu insanın ölümüne üzülmüş, hatta peygamber şairi Hassan bin Sabit (ra) ölümünün ardından bir mersiye (ağıt) okumuştur.(11) Bedir esirlerinin serbest bırakılması için Mekkelilerin Medine’ye gönderdikleri heyette Mutim’in oğlu Cübeyr de yer almaktadır. Efendimiz de (sas) Mutim’e olan minnettarlığını ifade etmiş ve “Mut’im yaşasaydı ve esirlerin salınmasını isteseydi onların tamamını serbest bırakırdım.” demiştir ki bu Efendimiz’in (sas) vefasını, insanlara karşı yaklaşımını gösteren parlak bir delildir.(12)
Görüldüğü üzere bir insanın müşrik veya ehl-i kitap olması o insanın iyi özelliklerinin, olumlu davranışlarının takdir edilmesine engel teşkil etmemektedir. Efendimiz (sas) böyle davranmamış, bizden de böyle davranmamızı istememiştir. Demek ki bu konuda İslam ahlakının esası, bir insanın olumlu ve olumsuz yönlerinin ayırt edilmesi, olumsuz yönlerinin ahirete müteallik olması hâlinde o özelliklerin “Din gününün Mâliki”(13) olan Allah Teala’ya havale edilmesi, kişinin ahiretteki akıbeti hakkında hüküm verme anlamına gelecek küstahlıklara girilmemesi, dünya hayatında o insanların iyiliklerine karşı vefalı olunması, hayırlı yönlerinin zikredilmesinden çekinilmemesidir.
Ancak büyük kalabalıklar nüansları sevmezler. Ayrım yapmaktan, 1 ve 0 arasındaki değerleri de hesaba katmaktan hoşlanmazlar. Bir ve sıfır durumlarını slogan haline getirmeyi ve hamaset konuşmalarını çok severler. Politikacılar da toplumlarını kendi etraflarında birleştirmek için düşmanlaştırmayı, kutuplaştırmayı bir silah olarak kullanırlar. Bu nedenle Hristiyan veya Yahudi bir lider için Müslümanlar iflah olmaz barbarlar olarak lanse edilebileceği gibi Müslüman bir lider için de Hristiyanlar ve Yahudiler nerede görülürse yok edilmeleri gereken düşmanlar olarak gösterilebilir. Halkların büyük çoğunluğu bu politikalara sahip çıkabilir. Toplum üzerinde etkili olan akademisyenler, gazeteciler, iş adamları hatta din adamları da bu politikalardan faydalanmak isteyebilir. Böylece dünya çapında düşmanlıklar, gereksiz rekabetler çoğalabilir. Bu noktada akıllı, insaflı ve ciddi insanların bu çağda ateizm akımına veya dine karşı umumi bir lakaytlık belasına karşı Müslüman, Hristiyan ve Yahudi dindarlarının en azından muvakkaten birlikte projeler oluşturup ortak hareket edebilmeleri gibi düşünceler marjinal görünebilir ve hedefine de ulaşmayabilir.
Ancak her şeye rağmen Kur’an’ın açık ayetleri, Efendimiz’in (sas) hadisleri ile davranışları ve tarihi tecrübe bize göstermektedir ki; özellikle dünyanın küresel bir köy haline geldiği bu çağda ehl-i kitap olarak isimlendirilen insanlarla da, ateizm akımına kapılmış olanlarla da, kendilerine Müslüman dedikleri hâlde imanın ve teslimiyetin bir emaresine sahip olmayanlarla da bir arada yaşamanın yollarını aramaktan başka bir şansımız yoktur. Allah Teala’dan razı olacağı bu yolları bize göstermesini diler ve dileniriz.
1 ) Âl-i İmran, 113-114-115
2 ) Âl-i İmran, 75
3 ) Ankebut, 46
4 ) Mâide, 3
5 ) Âl-i İmran, 64
6 ) Zilzal, 7-8
7 ) Bakara, 41
8 ) Maide, 82
9 ) Buhari, İman, 4; Müslim, İman, 65
10 ) İbn Sad, c. 1, s. 173
11 ) İbn Hişam, c. 2, s. 232
12 ) Buhari, Farzul Humus, 16; Müsned, IV, 80
13 ) Fatiha, 4