28 dk.
26 Mayıs 2023
Dini eserlerde kadına yaklaşım | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Dini eserlerde kadına yaklaşım | Tek Parça

Giriş
 

Kur’an Sadece Erkeklere mi Hitap Ediyor? başlıklı yazıda Nisa suresi 43. ayet bağlamında Kur’an’da kadınların konumuyla ilgili küçük bir giriş yapmıştık. Bu seride ise Kur’an ve hadislerden hükümler çıkaran fıkıh, tefsir ve hadis alimlerimizin eserlerinde kadınların konumu veya kısaca dini eserlerde kadınlara yaklaşım konusunu ele alacağız.
 

Öncelikle belirtelim ki bir önceki yazının sorusunu soran kişi örneğinde olduğu gibi bir takım geleneksel tefsir, fıkıh ve hadis şerhlerinde kadınlarla ilgili bölümleri okuyan bazı kadınlar rahatsız olmakta haklıdırlar. Bu bölümlerden rahatsızlıklarını dile getiren erkeklere de rastlamak mümkündür. Bu rahatsızlıkların sıradan bir alınganlık, kişisel değersizlik hissi, özgüven eksikliği gibi psikolojik temellerinin yanında bilgi eksikliği, meseleye tek taraflı bakma, dönemsel veya tarihsel ayrım yapamama, dil, lafız ve mana ayrımına dikkat etmeme gibi yöntemsel temelleri de olabilir. Bununla birlikte, tamamen rasyonel ve gerçekçi temelleri de olabilir. Önemli olan meselenin bu son kısmıdır. Biz de bu yazı serisinde rahatsızlığın rasyonel ve gerçekçi temelleri üzerinden yola çıkmaya çalışacağız.

 

Diğer yandan hadis şerhi geleneği İslami ilimler tarihinde önemli hizmetlerde bulunmuş, bu gelenek vesilesiyle hadislerde ifade edilen hakikatler geniş kitlelere ulaşmıştır. Benzer şekilde fıkıh alimlerimiz de dinin yaşanmasında ve yeni sorunlara çözüm üretilmesi noktasında son derece önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Allah Teala’dan hepsini hizmetlerine karşılık cennet nimetleriyle ve rızasıyla mükafatlandırmasını dileriz. Ancak Kur’an’ın kadınlar konusundaki üslubunun nezih olmasına, Efendimiz’in (sas) de kadınlara yaklaşımının son derece hakkaniyetli, merhametli ve koruyucu olmasına rağmen dönemsel ve kültürel bakış açıları, yerleşik değer yargıları ve tarihsel paradigmalar tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarında kadınlarla ilgili bölümlerin en azından bir kısmının bugünün insanı için rahatsızlık oluşturmasına yol açmıştır. 

 

Bu ağır bir suç mudur, bilinçli bir kabahat mıdır? Yoksa müelliflerin kendi dönemleri için gayet doğal ve sıradan yaklaşımların bir ürünüdür de asıl sorun kitaplardaki ilgili bölümlerin bugüne taşınması ve bugün de geçerli olduğunun düşünülmesi midir? Bu sorular ayrıca tartışılabilir ve zaten yazımızda yer yer bunlara da temas edilecektir. Ancak fıkıh, tefsir ve hadis sahalarında geleneksel kaynaklarımızın “kadınlar” konusundaki bölümlerinde bugün için artık sürdürülemez olan bir yön vardır ki o da şudur: O metinlerle büyüyen, tamamen klasik medrese eğitimi almış veya o çerçevede büyümüş, geleneksel kaynaklara vâkıf Müslüman bir genç erkeğin o metinleri okumakla kadınlar hakkındaki zihinsel değer yargılarını daha baştan yanlış kurma riski vardır. Bu risk sadece potansiyel bir risk de değildir ve sık sık reel hayatta karşımıza çıkmaktadır.

 

Biz bu seride meseleyi geniş bir çerçeveden ele alıp maddeler hâlinde izah etmeye çalışarak bir parça derine inmek niyetindeyiz.

 

***

 

Birincisi: Öncelikle bilinmelidir ki, sorunun kaynağı vahyin kendisi değildir. Sorun, kadın veya erkek fark etmeksizin insanın bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. 

 

Aslında kaynak itibariyle böyle olması da bir yönüyle normaldir. Çünkü Allah Teala’nın bazı emir ve yasakları hem kadınların hem erkeklerin nefislerine ağır gelebilir. Hatta ağır gelmesi normaldir. Çünkü bizler öncelikle insanız. Örneğin kitap okumayı seven, severek kitap okuyan birisine amiri olan bir kişinin “Her gün iki saat kitap okuyacaksın ve okuduğun sayfa sayısını bana bildireceksin!” diye emir verdiğini düşünelim. Bu emirde severek yapılan bir işe bir sınır koyma söz konusudur. Severek kitap okuyan kişi de severek, tamamen içinden gelerek yaptığı bu işi kısmen programlamak, ölçüp biçerek yapmak durumunda kalacaktır. Bu da o insanı az çok daraltacaktır. Bu nedenle İslam’ın emirlerine karşı insanların az veya çok zorlanmaları, bu emirlerin bir kısmının o insanlara az çok ağır gelmesi normaldir. Çünkü bizden (örneğin namaz) bir fiili yapmamız istenmektedir. O fiili yapmak için de keyfimiz olsun olmasın, içimizden gelsin gelmesin işimizi gücümüzü bırakmamız, kalkıp abdest almamız, belirli bir yöne doğru dönmemiz, belirli hareketleri yapmamız, o hareketler esnasında belirli cümleleri ve kelimeleri telaffuz etmemiz gerekmektedir. Hastalık, aşırı soğuk hava gibi durumlarda dahi emir iptal edilmemekte ancak bazı kolaylıklar (teyemmüm, oturarak kılma gibi) sağlanarak o emrin yerine getirilmesi istenmektedir.

 

Meselenin bu yönünün kadın ve erkek arasında ortak olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu konuda kadın ve erkek arasında bir ayrım yapılmamıştır. Yani kadın nefsine ağır gelen emirler ve ibareler bulunabildiği gibi erkek nefsine de ağır gelen emirler ve ibareler bulunabilmektedir.

 

Erkeklere ağır gelen “Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı!”1 ayetini ele alalım. Burada asıl hoşumuza gitmeyen şeyin savaşmak mı yoksa savaşmakla emrolunmak mı olduğu tartışılabilir. Ancak her ikisi de sonuçta normaldir. Yani savaşmak da savaşmakla emrolunmak da insanın nefsine ağır gelebilir. Oysa o savaşlarda bizim için özgürlük, bağımsızlık, dini yaşayabilme, vatan savunması gibi bazı faydalar vardır. Bu faydalar da ancak savaşmakla ve belli bir bedel ödenmekle elde edilebilecek faydalardır. Bu emir, yani savaşmanın farz kılınması sadece erkekler içindir. Kadınlar savaşmak zorunda değildir ve onlara savaşmaları emredilmemiştir. Bu emrin ve savaşmanın erkeklere ağır gelmesi de normaldir. Saadet asrında bu emrin sahabe toplumu içinde bazı insanlara ağır geldiği, bazılarının türlü bahanelerle savaşmaya gitmedikleri olmuştur. Diğer yandan bu emir o dönemde çok sert uygulanmıştır. Tebük savaşını hepimiz biliriz. Kur’an’da “saatü’l-usra” (zorluk zamanı) olarak nitelenen bir savaştır.2 Bu savaşa münafık olmadıkları hâlde katılmayan üç sahabinin durumunu da okumuşuzdur. O üç kişinin toplumdan tecrit edilmeleri, 50 gün boyunca ağır bir şekilde sınanmaları, dünyanın bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmesi3 ve sonunda tevbelerinin kabul edildiğinin bildirilmesi ile geçen süreç bu işin ciddiyetini göstermektedir. Sonuçta savaş emrine uymayan müminlere belirli yaptırımların uygulandığı görülmektedir.

 

Benzer şekilde bir kadına da tesettür4, erkeklerle konuşurken ölçülü olma5, dikkat çekici şekilde giyinip yürümeme6 gibi emirler bazı yönleri itibariyle ağır gelebilir. Aslında meselenin hakikatini bilen, Allah Teala’nın Kur’an’da insanlara bir şey söylemesinin ne manaya geldiğini kavramış bir insan için “O Rahman’ın kulları… ki yeryüzünde tevazu halinde yürürler.”7 ayeti de çok ağır gelmelidir.

 

Sonuçta Kur’an ve hadislerdeki emirlerin insan nefsine ağır gelmesi sadece kadınlara özel bir durum değildir. Erkeklere de ağır gelebilecek özel hükümler vardır. Her iki cins için de diğerine yüklenmeyen bazı ekstra yükümlülükler konulduğu söylenebilir. Bu dinin bazı emirlerinin belli mizaçlara ve nefislere ağır gelmesi veya zaman değişince ağırlığın da değişmesi, dün pek ağır gelmeyen hususların bugün ağır gelmesi, dün ağır gelen hususların bugün hafif gelmesi de mümkündür ve vakidir.


İkincisi: Kur’an’ın tefsiri veya tefsirli mealleri, fıkıh kitapları ve hadis şerhlerinde kadınları açıkça rahatsız etmesi beklenebilecek birkaç nokta vardır. O noktalardan kurtulmak da onların bilinmesine bağlıdır. Bu noktalara maddeler halinde değinelim.

 

1-) Orta Çağ’da insanlar kadınlara daha az değer vermektedir. Hatta kadınlar da kadınlara daha az değer vermektedir. Kadınların daha az değerli olmaları normal bir durum sayılmaktadır. Kadınların varlık olarak daha değersiz görülmeleri ise beraberinde eğitim, hukuk ve siyaset gibi alanlara da yansımış ve toplumsal kurumların hemen her alanında kadınlar ikinci planda kalmışlardır. Bu durum sadece İslam dünyasına mahsus bir olgu da değildir. Doğudan Batıya, seküler dünyadan dindar kesimlere her din ve kültürde kadınların durumu neredeyse aynıdır. Bu aslında insanlığın gelişimiyle ilgili bir durumdur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; alemde daha iyiye, daha mükemmele doğru bir gidiş vardır. İnsanlık aleminde de bu gidişata benzer şekilde bir terakki, olgunluk eğilimi mevcuttur.(8) Bu durum sadece bilimsel bilginin veya teknolojinin gelişimiyle ilgili değil, aynı zamanda beşerî hukuk açısından da böyledir. Geçmişte kölelik, esirlik gibi tabakaların bugün artık olmamasını bu gelişimle izah edebiliriz. Orta Çağda kölelik gibi kurumlar nasıl ki toplumsal bir realitedir, aynı şekilde kadınların toplumsal konularda geri planda yer almaları da aynı şekilde bir realitedir. O dönemdeki insanlar sadece bu konuyu değil ülke yönetiminin babadan oğula geçecek bir sistemle yönetilmesi gibi abes durumları da son derece normal karşılamışlardır. Ayet ve hadisler de bu saltanat sistemine göre yorumlanabilmiş, “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir.” gibi sözleri insanlar hadis diye uydurabilmişlerdir. 

Aslında ellerinde Kur’an ve sünnet gibi iki kutsi hazine bulunan alimlerin böyle yapmaması beklenirdi. Mesela; “Devlet yönetimi neden babadan oğula geçsin ki? Bu makul ve adil değildir. Şura esas olmalıdır. Bu konuda Kur’an’ın açık emri vardır!” diyebilmeleri beklenirdi. “Efendimiz’in (sas) Medine’de ilk başlattığı reformlardan birisi okuma yazma seferberliğidir. Bedir’de okuma yazma bilen müşrik savaş esirlerini bile okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmış ve bu konuda bize bir ufuk göstermiştir. Biz de köyde kentte yaşayan herkese okuma yazma öğretelim.” demeleri beklenirdi. Efendimiz (sas) her alanda rehberimizdir. Onun bir tek kadını ve çocuğu dövdüğü, onlara el kaldırdığı dahi görülmemiştir. Kız çocuklarının rızaları alınmadan evlendirilmelerini yasaklamıştır. Kadınların yolculuk yapmasına keyfî yasaklamalar getirmemiştir. Kadınları mescide gelmekten men etmediği gibi men edenleri de uyarmıştır. Biz neden kadınların hukukunu sınırlıyoruz?” demeleri beklenirdi. 


Aslında selef ulemasından böyle davrananlar olduğu gibi ilk dönemde bu konuda ciddi atılımlar yapan büyük isimler de olmuştur. Ancak zamanla sahabe ve tabiin neslinin o merkezcil kuvveti geleneğin sert duvarına çarparak yerini durağanlığa ve gerilemeye bırakmıştır. Bu da acı bir realitedir.

 

Taassup bazen öyle bir beladır ki, vahyin hakikatini bile gözlerden gizler, vahiyle zihinler arasında kalın bir perde oluşturur. Böylece gelenek, din gibi algılanır. 

 

Örneğin geleneğimizde erkeklerin saç uzatmaları makul ve caiz görülmez. Ancak Efendimiz’in (sas) saçlarını bazen omuzlarına kadar, bazen kulak memesi ile omuzları arasında kalacak kadar uzattığı bilinmektedir.(9) Sahabe efendilerimizden de saçlarını uzatanlar vardır. Ancak gelenek kadın-erkek rollerine biçtiği katı imajlar nedeniyle saçlarını uzatan erkekleri dini açıdan da sorumlu tutacak doneler geliştirebilmiştir. Örneğin “Kadınlardan erkeklere benzemeye çalışanlara, erkeklerden de kadınlara benzemeye çalışanlara Allah rahmetini esirger!”(10) hadisine atıfla erkekleri saç uzatmaktan uzak tutmaya çalışmak tamamen geleneğin bir refleksidir. Çünkü uzun saç her kültürde ve örfte kadınlara özgü bir imajdır. Ancak Efendimiz (sas) ve sahabe efendilerimiz erkeklerin saçlarını uzatması gibi bir davranışı tek başına kadınlara benzeme ameliyesi olarak görmemişlerdir. Azıcık düşünülse bu hadisi söyleyen Zat (sas) ile rivayet eden insanların aynı zamanda saçlarını uzatabilen insanlar oldukları da anlaşılacak ve erkeklerin saçlarını uzatmalarının kadınlara benzemek motivasyonuyla tek başına bir ilgisi olmadığı fark edilecektir.  

 

2-) Kur’an ve hadisler kadın-erkek ilişkileri dahil her konuda oldukça nezih ve dikkatli bir üslup kullanmıştır. Ancak zamanla dini eserlerde bu nezih üslubun devam ettirilemediği ve bir parça bozulduğu görülmektedir. Örneğin “Kendi hevasını ilah ittihaz edeni, kendi hevasını, heveslerini her şeyin önünde tutanı, onlara adeta taparcasına düşkün olanı gördün mü?... Onlar hayvanlar (en’âm) gibidir, hatta onlardan daha fazla şaşkınlık içindedirler.”(11) ayetini ele alalım. Bu ayetin aslında bir hakaret içermediği, nezih bir üslupla ifade ettiği hakikatleri Allah kullarına hakaret eder mi? yazısında genişçe izah etmiştik. Ayrıntılarını o yazıya havale ederek diyebiliriz ki Kur’an’ın üslubu nezihtir. Celalli durumlarda bile Kur’an üslubunu bozmaz. Sadece İslam’ın izzetini koruma adına birkaç istisna vardır ki oralarda bile çirkin bir üsluptan bahsedilemez, sadece celalli veya istihzalı bir ifadeden söz edilebilir. 

 

Aynı özen ve nezahet örneğin hadis şerhleriyle ilgili bazı kitaplarda korunamamıştır. Mesela Efendimiz’e (sas) atfedilen “Uğursuzluk ancak şu üç şeydedir: Kadında, evde, hayvanda”(12) hadisini ele alalım. Efendimiz’in (sas) mübarek ağızlarından böyle bir söz çıkmıştır ancak bu söz Efendimiz’in Yahudilerden alıntıladığı ve eleştirmek, ifade ettiği anlamı insanların zihninden uzaklaştırmak için kullandığı bir sözdür. Nitekim bu söz bazı sahabiler tarafından Hz. Aişe (ra) validemize “Ebu Hureyre böyle bir hadis rivayet ediyor. Siz ne dersiniz?” gibi bir şekilde arz edilince validemiz “Ebu Hureyre iyi ezberlememiş, o girdiğinde Allah Rasulü aynen şöyle buyuruyordu: “Allah Yahudileri kahretsin, onlar şöyle derler: Uğursuzluk şu üç şeydedir: evde, kadında ve atta”. Ebu Hureyre hadisin başını işitmemiş, sadece sonunu duymuş.”(13) diyerek meseleye açıklık getirmiştir. 

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Kadınların uğursuz varlıklar olduğu yönündeki anlayışı dile getiren ibareler de meselenin böyle olmadığı, rivayetin aslının başka olduğu hususunu dile getiren ibareler de iki ayrı rivayet olarak hadis edebiyatımızda yer almıştır. Bu noktada Allah Rasulü’nün (sas) kadınları uğursuz varlıklar olarak saymadığı açıktır. Ancak geleneksel söylemlerde kadınları uğursuz gören ibareler de mevcuttur. Bu durumda gelenek ve din arasında açık bir ayrım yapılması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

 

Diğer yandan geleneğin de tek bir parçadan ibaret olmadığı, dolayısıyla mutlak kötü, dine her yönüyle aykırı bir olgu olmadığı bilinmelidir. Çünkü sonuçta kadınlar hakkındaki olumsuz gibi görünen ibarelerin aslının öyle değil de başka türlü olduğunu bildiren de yine geleneksel rivayet zinciri veya geleneksel kitaplarımızdır. Bu da kendi içinde tartışılması ve daha uzun analiz edilmesi gereken farklı bir konudur.

 

Üçüncüsü: Dini konular da dahil herhangi bir konuda yapılan yorumlar yorum sahibinin zeka, bilgi ve idrak kapasitesine, dünya görüşüne, ilgi ve kabiliyetlerine, kadınlar ve erkeklere dair bakış açısına ve başkaca pek çok şeye bağlıdır. 
 

Diğer yandan bir söylemin aktüel gücü de o söylemin nasıl anlaşılacağına dair örtük bir dikte etme durumu içerir. Örneğin “Kadınlar sizin tarlanızdır.”(14) ifadesiyle başlayan ayette geçen “tarla” ifadesi aktüel ve eleştirel söylemlerde bir aşağılama ibaresi olarak ele alınmaktadır. Bu tip yanlış eleştirilerin dozu ve gücü arttıkça Kur’an’ın diline ve üslubuna vâkıf olanlar dahi bu ibareden rahatsız olabilmektedir. Sonunda bu ibarenin bir aşağılama ibaresi olmadığını anlatmak zorlaşmaktadır. Burada doğru ile yanlış yer değiştirmiştir ve yanlışlığın izalesi doğru olanın ikamesinden daha zor hale gelmektedir.

 

Diğer yandan bu rahatsızlığın en önemli sebeplerinden birisi tefsirlerdeki kadın algısı ve tefsir yazarlarının kadınlara bakış açısıdır. Çünkü pek çok müfessir “Kadınlar sizin tarlanızdır.” ibaresindeki benzetme unsurunu sahiplik olarak algılamışlar ve bu sahipliği de herhangi bir mala sahip olmak gibi lanse etmişlerdir. Sonuçta kadınların erkeklerin malı olduğu, erkeklerin de bu mal üzerinde istedikleri gibi, keyiflerine göre tasarruf hakkı olduğu şeklinde abes bir anlama yol açılmıştır.

 

Aslında öncelikle birbirleriyle eş olan erkek ve kadınların birbirlerine sahiplik nazarıyla bakmaları, kadının kocası kocanın da hanımı için “Bu bana aittir.” demesi, öyle hissetmesi tamamen abes bir his değildir. Buradaki sahiplik hissinin herhangi bir nesneye ve mala karşı hissedilen sahiplik hissiyle aynı şey olmadığı açıktır. Çocuk sahibi olanlar daha iyi anlayacaklardır ki buradaki sahiplik veya aidiyet hissi kendi çocuğunuz olan bir çocuğa karşı hissedilen aitlik veya sahiplik hissi cinsindendir. Bu his kocaların hanımları, hanımların da kocaları üzerinde belli sınırlar dahilinde tasarruf etme hakkını da içermektedir. Zaten pratik hayatta da bunun sayısız örnekleriyle karşılaşmak mümkündür.

 

Sonuçta ayetteki “tarla” veya “Kadınlar sizin tarlanızdır.” ifadesinin “Kadınlar sizin malınızdır, istediğiniz gibi kullanın.” ibaresiyle eş anlamlı olmadığı açıktır. Ayetten böyle bir anlamın çıkmayacağı da açıktır. Tarla ibaresinin “mal” kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmadığı, burada bir istiarenin olduğu, istiarenin temelinde teşbih-benzetme olduğu, bir kelimeye aralarındaki benzerlik nedeniyle temel anlam dışında yeni bir anlam yüklendiği, bu benzerliğin de kadınlar ve tarlalar arasında kurulduğu, tarlalarda ürün yetiştiği, kadınların da nesil yetiştirmede münbit bir toprak görevi üstlendiği anlatılmaya çalışılmaktadır. Tarla yerine saksı, sera, kuvöz de denilebilirdi belki ancak “tarla” denilmesinin daha geniş, müspet ve derinlikli manaları vardır. Örneğin bir çiftçi ile tarla toprağı arasında sadece bir mülkiyet ilişkisi yoktur. Tarla yani toprak cansız varlıklar olduğu için bu ilişki tam anlaşılamayabilir. Diğer yandan nesiller topraktan ve ziraattan uzaklaştıkları için de bu ilişkiyi anlamak zor olabilir. Ancak fıtratı bozulmamış bir çiftçiyle onun tarlası arasında sadece bir mülkiyet ilişkisi değil aynı zamanda bir vefa ilişkisi de vardır. Bu romantik bir yaklaşım değildir. Aksine benzer ilişkilere hayatın her alanında pratik ve reel olarak rastlamak mümkündür. Örneğin bu vefa ilişkisini taksicilerle taksileri, futbolcularla tribünler, yazarlarla daktilolar, çobanlarla sürüleri veya çoban köpekleri, aşıklarla sazları arasında da görebiliriz.

 

Özetle oldukça geniş anlam içeriği olan bir ibareyi (örneğimizde tarla ibaresini) sadece belirli bir darlık, bir basitlik içinde anlayıp anlatınca metnin kendisinde var olmayan aşağılama, küçümseme veya hakaret gibi ilgisiz bir çağrışım ortaya çıkabilmekte ve konuya dahil olabilmektedir.

 

Fıkıh Kitaplarında Evlilik Kurumu ve Kadınlar

 

Evlilik kurumu aslında beşerî, hatta seküler bir kurumdur. Kendi başına dini bir kurum veya uygulama değildir. Aynen yeme, içme, giyinme, alışveriş, eğitim gibi dünyevi ve beşerî ilişkilerden kaynaklanan bir kurumdur. Ancak helalleri, haramları, bazı özellikleri ve şartları itibariyle de dinin müdahale ettiği, bazı yönlerini düzenlediği ve sınırlandırdığı bir kurumdur. Evli olan kadın ve erkeğin birbirlerine karşı vazifeleri anlamında ise; erkek açısından evi geçindirme ve eşini-aileyi koruma, kadın için de cinsel beraberliği reddetmeme gibi temel esaslar konulmuştur. Bu çerçevede kadının yemek yapması da çocuğunu emzirmesi de formel bir şart olarak konulmamıştır.

 

Bu durum nezih bir üslupla ifade edilmezse, kaba saba konuşmaya alışmış kişilerce kırıp dökerek anlatmada hiçbir sakınca görülmezse elbette ortaya yanlış anlamalar çıkacaktır. Sonuçta son derece saçma ifadelere rastlamak mümkün olabilecektir.

 

Buna örnek olarak evlilik kurumunun ve nikah akdinin sahih bir şekilde nasıl kurulacağına dair fıkıh kitaplarına da geçen konuları ele alabiliriz.

 

Örneğin nikahın gerçekleşmiş olması için şahit şartı aranır. Bu doğrudur çünkü Efendimiz (sas) “Veli ve iki adaletli şahit olmadıkça nikah olmaz.”(15) buyurmuştur. Hadiste şahitlerin cinsiyetleri hakkında bir emir ve tavsiye yoktur. Ancak sonraki müçtehitler Bakara 282 ayetinden ve başka verilerden de hareketle nikah şahitlerinin her ikisinin de erkek olması gerektiğini söylemişler, sadece Hanefiler iki erkek veya bir erkek iki kadın şahit şeklinde bir şart belirlemişlerdir. Burada fıkıhçıların Bakara 282. ayetini referans almalarının nedeni, ayette bir borç sözleşmesi yapılırken “Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile, biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın (bulundurun).”(16) emrinin bulunmasıdır. Ayet, alacak-borç sözleşmeleri hakkındadır. Kadınların o dönemlerde bu konulara fazla vâkıf olmamaları nedeniyle bir erkek yerine iki kadın şahit olması istenmiştir ki bu ihtiyat için gayet makuldür. Sonraki fıkıhçılar, özellikle alacak-verecek, borçlar ve sözleşmeler konularına odaklanan fıkıhçılar, ise alacak-verecek veya borçlanma konusundaki bir emri evlilik konusuna da uyarlamışlar, evliliğin de bir sözleşme olduğunu, o hâlde evlilikte de en az iki erkek veya bir erkek iki kadın şahit bulunması gerektiğini söylemişlerdir.

 

Ancak evlilik salt hukuki bir sözleşme değildir. Geçmiş dönemlerde, özellikle ilk ve orta çağda evlilik kurumunun kabileler arasında bir ittifak misyonu olduğu, bazen de evliliklerin aslında ekonomik bir birliktelik olduğu doğrudur. O dönemlerde evliliklerin böyle yönleri de vardır. Günümüzde de evliliğin bu yönleri tamamen ortadan kalkmış değildir. Ancak evlilik anlaşması bir alışveriş anlaşması değildir. Meselenin insani bir yönü de vardır. Özellikle günümüzde konunun ekonomik ve güvenlik gibi yönleri daha geri planda kalmış, insani yönü daha ön plana geçmiştir.

 

Diğer yandan evlilik kurumu nikahın ilan edilmesiyle oluşan bir kurumdur. Şahit sayısı veya şahitlerin cinsiyeti zina, cinayet, borç sözleşmeleri gibi hukuki durumlarda aranılan bir özellik olabilir. Ancak medeni hukukun bir konusu olan evlilik kurumunda şahitlerin cinsiyetleri ne ayetlerde ne de hadislerde gözetilmesi gereken bir değişken olarak açıkça belirtilmemiştir.

 

Kaldı ki evlilik kurumunu bir ekonomik birliktelik veya karşılıklı bir mülkiyet sözleşmesi gibi ele almak, evliliği ticari, ekonomik veya politik bir sözleşmeye indirgemek demektir ki bu durumda özellikle mülkiyet açısından kadının esir veya köle gibi algılanması, erkeğin de kadın üzerinde tasarruf hakkına sahip olan mal sahibi gibi konumlandırılması mümkün hale gelmektedir.

 

Bu durumu daha iyi anlayabilmek için bazı fıkıh kitaplarındaki evlilik tanımlarına göz atalım:

Hanefi fıkıhçılar nikahın gerçek anlamının vaty (cinsel birliktelik) olduğunu, akit manasının mecazen kullanıldığını söyleyerek nikahı “Kadından bizzat istimta’/faydalanma mülkiyetini (mülk-i müt’a) elde etmek için inşa edilen akit” olarak tanımlamışlardır.(17)

 

Hanefiler dışındaki fıkıhçılar da nikahı genellikle “Erkeğe mülk-i müt’a’ya (faydalanma mülkiyetine) salip olma hakkı veren bir akittir.”(18) şeklinde tanımlamışlardır.

 

Bu iki tanım geleneksel fıkıh literatüründe evlilik kurumuna yüklenen manayı da gösteren klasik tanımlardır ve yüzlerce yıldır etkisi, yönlendirmesi sürmüş, hâlen de süren tanımlar olmaya devam etmektedir. Bu tanımlarda nikah akdinin bir alışveriş sözleşmesi, ticari bir akit gibi ele alındığı, evlilik kurumuna yaklaşımın da son derece mekanik olduğu anlaşılmaktadır. Bu tanımların etkilerinin günümüzde de devam etmediğini söylemek zordur.

 

Örneğin yakın zamanda kaleme alınmış ve dört mezhebin hükümlerini ihtiva eden bir fıkıh kitabında evlilik; “Şer'an kadından onun soy, süt emzirme ve sıhriyet (evlilik yoluyla akrabalık) yoluyla mahrem olmaması hâlinde cinsi birleşme, sevişme, öpme, kucaklama ya da benzer şekillerde faydalanmayı mübah kılıcı bir akittir.”(19) şeklinde tanımlanmıştır.

 

Bu tanımın yanında; “Evlilik, eşlerin birbirleriyle yaşamalarının ve ilişki kurmalarının kendisiyle helal olduğu, eşlerden her birinin üzerindeki yükümlülüklere mukabil lehine hakların olmasını gerektiren bir akittir.”(20) gibi tanımlarla ilk dönemdeki katı mekanik tutumun yerini daha kapsayıcı ve reel, kadın erkek arasındaki dengeye uygun tanımlara bırakmaya başladığı söylenebilir. Ancak insanlar fıkıh kitabı okumak denilince genellikle eski eserlere bakmaktadırlar. Özellikle medrese eğitimi veya yüksek ilahiyat eğitimi alanlar genellikle klasik fıkıh kaynaklarını okumakta ve meselelere o kaynaklardaki gibi yaklaşmaktadırlar.

 

Diğer yandan Kur’an’da nikah kavramı ve evlilik kurumuna yaklaşım hakkında pek çok ayetin bir arada ele alındığı ayrı bir çalışma yapılabilir. Ancak özetle şunu söyleyebiliriz ki; Kur’an’da evlilik kurumu veya nikah kavramı salt bir sözleşme, karşılıklı hukuki anlaşma bağlamında ele alınmamış, mesele böyle bir basitliğe indirgenmemiştir. İlgili ayetlerde nikah ve evlilik; Meveddet (karşılıklı muhabbet, ünsiyet ve sevgi), huzur, rahmet(21) gibi kavramlarla bir arada anılmıştır ki bu da meseleyi mekanik bir olguya indirgeme basitliğinden çıkarmaktadır.

 

Şahit sayısı, şahitlerin cinsiyeti veya mehir konusu da evliliği ticari bir sözleşmenin konusu hâline getiremez. Ancak bir zamanlar fıkıhçılar (hukukun normatif doğasının etkisiyle olsa gerek) her ayrıntı için ayrı şartlar ve formaliteler ortaya koymuşlardır. Bu eğilimin de dönemin genel atmosferinden, tarihsel şartlarından, medeniyetin ulaştığı seviyeden, kadın ve erkek arasındaki hak-hukuk dengesinin ulaştığı düzeyden etkilenmesi kaçınılmazdır. Hukukun dili gerçekten tatsız bir dildir. Fıkıh da bir hukuk sistemi olduğu için onun da dilinin mekanik olması normaldir ancak mesele fıkhın sadece dili değil, hüküm oluşturma, kural koyma sistematiğinin dönemsel ve kültürel bakış açılarından fazlasıyla etkilenmiş olması ve bu etkinin günümüze kadar devam etmesidir.

Dördüncüsü: Efendimiz (sas) peygamberdir, Allah’ın Rasulüdür. Peygamber olması hasebiyle beyan buyurduğu sözlerin hepsinin dini bir değeri vardır. Ancak sözleri bazen helal ve haramı belirtir, bazen sadece bir ayetle ilgili bir hususu belirtir, bazen hukuki olan bir hükmü belirtir, bazense sadece güzel ahlakı belirtir.
 

Örneğin Efendimiz’in (sas) sahabeden “Ya Rasulallah! Bana hayır işleri öğretir misin?” diye soran Ukbe bin Amir’e (ra) “Sana gelmeyene git, vermeyene ver, zulmedeni affet!”(22) buyurması farklı bir bağlamdır, “Kim bir mümini taammüden öldürürse katil bu nedenle kısas olunur. Kim bu kısasa mâni olursa Allah’ın lanet ve gadabı onun üzerine olsun.”(23) buyurması farklı bir bağlamdır. İlki ahlâkî ikincisi hukuki sonuçları olan hadislerdir.
 

Bu bağlamda Efendimiz’in (sas) “Bir erkek karısını yatağına çağırır da karısı gelmez ve erkek ona dargın olarak gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lanet ederler.”(24) hadisini ele alalım.

 

Müslim şerhinde bu konuyla ilgili olarak; “Bu hadis kadının şer’i bir mazereti olmadan kocasının yatağına gelmeyi kabul etmeyişinin haram kılındığına bir delildir. Ay hali olmak ise gelmemek için bir mazeret değildir. Çünkü izarın üstünden karısından yararlanma hakkı vardır. Hadisin anlamına gelince bu lanet fecrin doğuşu ile ve ona ihtiyacının kalmaması sureti ile yahut tevbe etmesi ile ve yatağa dönmesi sureti ile masiyet ortadan kalkıncaya kadar ona lanet devam eder.”(25) ibarelerine rastlanır. Bazı eski fıkıh kitaplarında da bir erkeğin hanımını üç durumda dövmesinin caiz olduğu, bunlardan birinin de kadının, kocasının cinsel ilişki teklifini reddetmesi olduğu bile söylenebilmiştir.(26)

 

Öncelikle o hadis-i şerif erkeklere değil kadınlara yöneliktir. “Lanet etme” ibaresi ise Kur’an ve hadislerde, orta çağ kilise dünyasının kullandığı anlamda bir mühürleme, ebediyen kötü ruhların arasına hapsetme gibi bir anlamda kullanılmaz. Lanetleme Kur’an ve hadislerde rahmetten uzak düşme, yani Allah Teala’nın rahmetine karşı kendini kendi kötü amelleri nedeniyle az veya çok kapatma, bazı dünyevi ve uhrevi şer kapılarının açılması gibi anlamlara gelir. Rahmetten uzak düşmenin ise kendi içinde dereceleri ve geniş bir skalası olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla hadisteki “Melekler o kadına sabaha kadar lanet ederler.” ibaresini meleklerin sabaha kadar o kadın aleyhine “Allah senin belanı versin.” şeklinde beddua etmeleri şeklinde anlamak doğru olmayabilecektir. En doğrusunu Allah bilir. 

 

Bununla birlikte şu nettir ki bu tavsiyeden hukuki bir sonuç çıkmaz. 

 

Kocanın, teklifini reddeden karısından zorla faydalanma hakkı gibi abes bir hak hiç çıkmaz! 

 

Kocanın böyle bir durum karşısında karısını dövme hakkı gibi saçma haklar da asla oluşmaz!

 

Sonuç: Efendimiz (sas) insanlara karşı konuşmalarında da muamelelerinde de son derece kibar ve nazik bir insandır. Kadınlara karşı da erkeklere karşı da aynı ahlaki güzelliği sergilediğine dair pek çok örnek bulmak mümkündür.

 

Bir seyahat esnasında Enceşe adındaki bir hizmetkar develerin yürüyüşünü hızlandırmak için develere özel komut anlamına gelen sesler çıkarır. Bunun üzerine Efendimiz (sas) develerin aniden hızlanmaları nedeniyle üzerlerinde seyahat eden kadınların zarar görebileceği düşüncesiyle ve kadınları kristallere benzeterek: “Ya Enceşe! Dikkat et, kristaller kırılmasın!”(27) buyurur.

 

Evet, Efendimiz (sas) insanlarla münasebetlerinde ve sözlerinde kabalıktan, ölçüsüz konuşmaktan son derece uzaktır. 

 

Diğer yandan Efendimiz’in (sas) bir hadislerinde “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!”(28) buyurduklarını,

Sizin en hayırlılarınız hanımlarına karşı iyi davrananlardır.”(29) buyurduğunu,

İmanda en olgun olanınız ahlak açısından en güzel olanınızdır. Ahlak açısından en güzel olanınız ise kadınlarına iyi davrananlarınızdır.”(30) buyurduğunu,

Kadınlarını döven kimseler sizin hayırlılarınız değildir.”(31) buyurduğunu da

pekala biliyoruz.
 

Efendimiz’in (sas) hayatında eşlerine ve diğer kadınlara nasıl davrandığını da, ashabına nasıl davranması gerektiğine dair neler söylediğini de biliyoruz.
 

Sonuçta Kur’an’ın ve Efendimiz’in (sas) kadının varlığını, onurunu ve haklarını vahyin ilk başından itibaren tanıdığını çok iyi biliyoruz.

 

İnsanlık tarihi boyunca bütün kültürlerde kadının varlığı ve hakları bir “sorun” teşkil etmiştir. Bu “sorun” kadın haklarının ciddi mesafeler kaydettiği günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

 

İslam tarihinde ise son yüzyıla kadar “kadın hakları” kavramı yoktur. Sonrasında “kadın hakları” kavramı kazandığı evrensel nitelikten dolayı İslam dünyasını da ilgilendirir hâle gelmiştir. Bu da olumlu bir gelişmedir. Ancak mevcut İslam dünyasının kadın hakları konusundaki asıl sorunu hem vahye hem de kadın olgusuna karşı ikili ve çarpık bir bakış açısından kaynaklanmaktadır.

 

İslam dünyasının genelinin bu konuda vahye, yani Kur'an ve sünnete dair bakışında eksikler olduğu söylenebilir. Çünkü Kur’an ve sünneti bir normlar bütünü, bir kanun külliyatı olarak görmek doğru değildir.
 

Beşerî pek çok olguya olduğu gibi kadın olgusuna da bakışta doğru olmayan noktalar vardır: Çünkü kadının ontolojik hiyerarşideki yerini “varlık” veya “insan” olarak değil “kadın” olarak, yani biyolojik cinsiyetine göre belirlemektedir.

 

Kadın olmanın kadınlar tarafından bile talihsizlik olarak anlaşıldığı cahiliye toplumunda kadınların konumlarının 23 senelik vahiy süreci boyunca olumlu yönde ne kadar hızlı değiştiğini görmemek ve bunu takdir etmemek mümkün değildir. Azıcık siyer, Kur’an ve hadis bilgisine sahip her insaf sahibi bu gerçeği kabul edecektir. 

 

Ancak bu toplumsal dönüşümün izleri İslam tarihi boyunca canlı tutulamamış, kısa sürede silinmiştir. Bugün gelinen noktada ise “İslam ve Kadın Hakları” gibi bir konuda meseleyi sadece ayet ve hadisleri sloganlaştırarak anlatan, “İslam kadını yüceltmiştir.” gibi beylik lafları tekrarlayan teologlar ile ideolojik saplantılarına Kur’an ve hadislerden dayanak arayan bir başka güruh arasında kalınmış durumdadır.

 

Evet, Müslümanlar sahabe ve tabiin döneminden sonra İslam’dan pek çok noktada uzaklaşmışlardır. İlim, ahlak, ibadet ve muamelat konularında bu böyle olduğu gibi kadınlara yaklaşım konusunda da böyledir. Bu durum bir realite olarak kabul edilmedikçe herhangi bir sorunu çözme imkân ve ihtimali de yoktur.

 

Ancak Kur’an ve sahih sünnetin doğru okunup anlaşılması sonucunda halledilemeyecek problem de yoktur inancındayız.

 

Yeter ki ayetler ve sahih hadislerin hakikatleriyle zihinlerimizin arasına gelenek ve göreneklerin anlamsız kısımları, boş inançlar ve ezberler, kişisel ve toplumsal zaaflar, art niyetler ve kibir gibi perdeler girmesin. 

 

Allah Teala’dan Kur’an’ı ve sünneti doğru anlayıp doğru anlatmayı, yaşamayı ve yaşatmayı, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, Allah’a ve Rasulüne itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tuan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar(32) olarak mağfirete ulaşmamızı bizlere nasip etmesini diler ve dileniriz.


 


 

1 ) Bakara, 216

2 )  Tevbe, 117

3 )  Tevbe, 118-119

4 )  Nur, 31

5 )  Ahzab, 32

6 )  Nur, 31

7 )  Furkan, 63
8 )  Muhakemat, İkinci Mukaddeme, s. 11

9 )  Buhari, Libas, 68; Müslim, Fedail, 91; Tirmizi, Libas, 21; Nesai, Zinet, 6

10 )  Buhari, Libas, 62; Müslim, Cennet, 52

11 )  Furkan, 43-44

12 )  Buhari, Cihad, 47; Müslim, Selam, 34

13 )  Zerkeşi, el-İcabe, Hz. Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler
14 )  Bakara, 223

15 )  Ebu Davud, Nikah, 19

16 )  Bakara, 282

17 )  Serahsi, Mebsut, c. 4, s. 192

18 )  Maverdi, el-Havi’l Kebir fi Fıkhi’l Mezhebi’l İmam eş-Şafii ve Hüve Şerhu Muhtasari’l Müzeni, c. 9, s. 7

19 )  Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 9, s. 27

20 )  İsmail Ahmed et-Tahran, Karşılaştırmalı Dört Mezhep Fıkhı, s. 644

21 )  Rum, 21
22 )  Ahmed bin Hanbel, Müsned

23 )  Ebu Davud, Diyat, 17

24 )  Buhari, Bed’u’l-halk, 7; Müslim, Nikah, 122

25 )  İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi el-Minhac, c. 6, s. 541

26 )  https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1378

27 )  Buhari, Edeb, 95

28 )  Müslim, Birr, 87

29 )  Tirmizi, Menakıb, 63

30 )  Tirmizi, Rada, 11

31 )  Ebu Davud, Nikah, 42; İbni Mace, Nikah, 51

32 )  Ahzab, 35